Konu: hakikat

Tekil Mesaj gösterimi
  #4  
Alt 23 September 2008, 10:53
haktan haktan isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Banned
 
Kayıt Tarihi: 29 July 2008
Mesajlar: 0
Konular:
Aldığı Beğeni: 0 xx
Beğendiği Mesajlar: 0 xx
Arrow insanın hakikatı

İnsanın hakikatini açıklamaya teşebbüs edenler, genelde Ahzâb Suresinin 72. ayetine müracaat ederler. Orada şöyle söyleniyor: "Biz emaneti göklere, yer ve dağlara arz ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Bundan endişe ettiler. O emaneti insan yüklendi. Çünkü o, nefsinde zulümkâr ve çok cahildir."1
Bu ayeti kerimede vurgu emanet kelimesinin üzerindedir. Öyleyse emanet nedir? Bunu, can, ilim, iman veya akıl kavramlarından birine atıfta bulunarak açıklamaya teşebbüs edenler olmuştur. Bunların her birinde, aslında, hakikatten bir pay varbulunmaktadır. İnsanın gök, yer ve dağa göre özelliği can sahibi, yani diri olmasıdır. Ancak bu özellik, yani can sahibi olma, yani diri bulunma özelliği hayvanda da bulunmaktadır. O da hayat sahibidir. Ancak hayvan da, emaneti yüklenmekten kaçındığına göre, bir başına can sahibi (zihayat) olmak, emanet kavramını can olgusuyla izahta yeterli görünmemektedir.
Öyleyse, insanın özelliğini onun ilim sahibi olması keyfiyeti ile açıklayabilir miyiz? Bu da mümkündür. Ancak ilim sahibi olabilme, insanın başka bir özelliği ile bağlantılıdır. İnsan ancak akıl dolayımından geçerek ilim sahibi olabilir. Bu demektir ki, insan akıl sahibi olmasa, ilim sahibi de olamaz. Öyleyse, insanı, onun ilim sahibi olması keyfiyeti ile de açıklayamıyoruz demektir. Çünkü ilim, akıl dolayımından geçerek varlık bulabilir; ilim, akla bağımlı bir fenomendir, istiklali yoktur.
Bundan sonra, iman kavramına müracaat ederek kendimizi yoklayabiliriz. İnsanın, öteki canlılara göre mümeyyiz niteliğinin gerçekten de onun imanı olduğunu söylemek yanıltıcı değildir. Ancak biliyoruz ki, iman sahibi olmak, akıl sahibi olma ön şartını icap ettirir. Son tahlilde, iman da, akıldan mücerret olarak varlık bulmaz; dolayısıyla o da akılla bağımlıdır.
Böylece, son durakta, insanı insan yapan temel özelliğin, o olmadan bir canlıya insan denemeyecek olan özelliğin, onun sahip bulunduğu akıl olduğunu söylüyoruz. İnsana bağlı türlü çeşitli özelliklerin her birinin nihai kaynağı akıl noktasında buluşuyor.
Öyleyse akıl nedir? Yani Cenab-ı Allah’ın emanet olarak göğe, yere ve dağlara arz edip de, onların yüklenmekten kaçındığı "yük" söz konusu emaneti kabul etmek, karşılığında bir yükümlülüğü yüklenme gereğini de sonuçluyor. O emanetin karşılığında bir yükümlülük olmayaydı, gök, yer ve dağ niçin onu kabul etmekten kaçınaydı ki? Nitekim yukarıya aldığımız ayet-i kerimenin devamı olan 73. ayetin beyanı şöyle: "Allah bunu, erkek ve kadın münafıklarla erkek ve kadın müşrikleri azaplandırmak; erkek müminlerle kadın müminleri de af ve mağfiret eylemek için yaptı. Allah gafurdur, rahimdir."2
72. ayette, insanın, "nefsinde zulümkâr ve çok cahil" olduğu belirtiliyor. Bu sıfatlar, insan türüne mahsus bir özellik olmakla birlikte, bu özelliklerin münferiden her insana mahsus olmadığı açıktır. Bunu, devam eden ayetten anlıyoruz. Çünkü orada (Ahzab: 73) müşriklerin cezalandırılacağından, müminlerinse bağışlanacağından bahsediliyor. Ceza ve ödülse, ancak insanın ameli karşılığında takdir edilir. Yani, Allah kimseyi durduk yerde ne cezalandırır, ne ödüllendirir. Ceza ve ödül, yani karşılık, işlenen amelin bedeli olarak takdir edilir. Adil olan ve Allah’ın sıfatına uygun düşen cezalandırma ve ödüllendirme de bunun doğal sonucu olarak ortaya çıkıyor.
İmdi, akıl bahsine devam edersek… Nedir akıl? Onu, metafizik açıklamalarını bir yana bırakarak ele aldığımızda, ona salt akıl olarak baktığımızda, onu başka her türlü rûhî oluşumdan tefrik eden özelliğin "temyiz gücü" olarak karşımıza çıktığını görürüz. Temyiz gücü, yani bir şeyi başka bir şeyden ayırma melekesi: İyiyi kötüden, güzeli çirkinden, doğruyu yanlıştan ayırma melekesi... İşte, akıl dediğimiz ruhi gerçeklik, insana böyle bir kudret bahşediyor. İnsan, aklı sayesinde, şimdi değindiğimiz iyi, güzel, doğru olan şeyleri, bunların karşısında duran; kötü, çirkin, yanlış şeylerden tefrik ve temyiz ediyor.
Ancak iyiyi, güzeli, doğruyu; kötüden, çirkinden, yanlıştan tefrik etmek için elimizde bir kıstasımız bulunmak gerekiyor. İnsan, bu kıstası, kendi keyfine göre belirleyemez. Bu kıstas ona vahiyle bildiriliyor. Vahiyle bildirilen ölçülere de şeriat diyoruz. Böylece yanlışla doğruyu birbirinden ayıran ölçüyü elde ettikten sonra, bu husustaki irademizi (kararımızı) hayata geçirmemiz beklenir, yani, soyut olarak yanlışı doğrudan tefrik etmek yeterli değildir. Onun hayata geçirilmesi gerekiyor. Başka bir söyleyişle, insan, seçiminin sonucuna göre hareket etmek zorundadır. İyiyi kötüden ayırdıktan sonra, iyiden veya kötüden yana bir tavır alması gerekmiyorsa, zaten böyle bir tefrik ve temyiz etmenin ve bizi tefrik ve temyiz etmeye yönelten melekenin (aklın) de bir anlamını bulmamız muhal olur. İşte, insanı, iyi ve kötü, güzel ve çirkin, doğru ve yanlış arasında bir seçim yaptıktan sonra seçtiği yolda amel işlemeye götüren bir başka rûhî melekemiz varbulunmaktadır. O melekenin adı iradedir. İnsan, iyi ile kötü arasında bir ayrım yaptıktan sonra bu ayrımının gereğini yerine getirmekten muaf tutulsaydı, dince öngörülen diğer bütün kavramların (cennet, cehennem, ceza, ödül.. her şey) anlamsız, içi boş fantezilerden ibaret kalırdı. Her şey abese irca olurdu. Ve zaten, göğü, yeri ve dağları, kendilerine teklif edilen emaneti kabulden kaçınmaya sevk eden temel nedenin de, onun arkasından gelecek olan bu yükümlülük olayıdır.
Teklif, akıl sahibine yöneltiliyor. Akıl sahibi olmayana teklif de yok! Teklif burada insan için öngörülen şeriattır, yani onun, içinde yaşadığımız dünyada uyması gereken kurallar manzumesi... Cemad, nebat, hayvan, melek gibi yaratılmışların hiçbiri teklife muhatap değildir. Yalnız ve ancak insan teklife muhataptır ve onun sınanmasının hikmeti, tam da bu noktada aranmalıdır. İnsanın, öteki yaratılmışlar karşısında üstün ve şerefli bir makam sahibi olmasının sebebi de, gene, işte tam bu noktada ortaya çıkıyor. Çünkü o, başka hiçbir yaratılmışın yüklenmeye cesaret edemediği bir yükü üstleniyor ve onun sonuçlarına katlanmayı da göze alıyor. Bu durum, insanın zalim ve cahil yanını ortaya çıkartırken, gene bu aynı durum onun üstün ve şerefli yanını da başat hale getiriyor. Nitekim, İsra Suresi’nin 70. ayetinde, insanın üstünlüğü şöyle vurgulanıyor: "Biz, hakikaten Ademoğullarını bir izzet ve şerefe mazhar kıldık. Onları karada ve denizde, vasıtalara bindirdik. Ve onları iyi ve helal şeylerden rızıklandırdık. Onları yarattıklarımızın birçoklarından üstün kıldık."3
İnsan, öteki yaratılmışlar gibi, bir şeyi seçmeye zorlanmıyor. Ona seçme hususunda bir yetki ve bir yetke (irade) veriliyor. Öteki yaratılmışlar, cemat, nebat, hayvan veya melek hangi hal üzere yaratılmışlarsa, zorunlu olarak o hal üzere kalırlar. Onların seçme melekesi yoktur. Onların seçme melekesi olmadığı için, aslında hayır ve şer arasında bir seçme teklifinden başka bir şey olmayan şeriat hususunda sınanmaya da muhatap kılınmamışlardır. Biz, biliyoruz ki, şeriatın, insana teklif ettiği yükümlülükler, insan nefsine ağır gelir. İşte bu yüzdendir ki, bu ağır yükümlülüğün üstesinden gelmek de ödül ile karşılık görmüştür. Ve insan, yapabilecekken yapmadığı veya yapmayabilecekken yaptığı (ki bu fiillerin neler olduğu şer’an bellidir) ameller muvacehesinde sorgulanır. Öteki hiçbir yaratılmış için bu nitelikte bir sorgulama söz konusu değildir.
Özetle tekrarlarsak, insanın hakikati için şu belirlemeleri öngördüğümüzü söyleyebiliriz:
1. İnsan akıl sahibidir, yani temyiz gücüne sahiptir,
2. Temyiz gücüne (melekesine) sahip olması dolayısıyla onda irade etme, yani seçme yeteneği vardır,
3. Seçme yeteneği varbulunduğu için o, şeriat (hukuk kuralları) teklifine mazhar olmuştur,
4. Şeriata muhatap kılınması, onun akıllı, mümeyyiz ve irade sahibi olmasının toplu sonucu olarak, yapıp ettiklerinden sorumlu kılınmasını sonuçlamıştır,
5. Bu sonuç da, onun sorgulanması gereğini hâsıl etmiştir.
6. İnsan için öngörülen bu hususların hiçbiri öteki yaratılmışların hiçbiri için söz konusu değildir. Ve insanın hakikati ve öteki yaratılmışlara üstünlüğü, belirttiğimiz noktada tecelli eder. İnsan, kendine teklif edilen şeriatın gereğini hakkıyla yerine getirdiğinde melekten üstün bir makama yükselir, onun gereğini yerine getirmekten kaçındığında da hayvandan aşağı (belhum adal) bir derekeye düşer.
Alıntı ile Cevapla