İnsan niçin yaratılmış?” sorusuna sıkça muhatap oluruz. Böyle bir soruyu kendimize yahut bir başkasına sormamız

 bizim için büyük bir İlâhî ihsandır. Şöyle ki: Bu soruyu güneş kendisine soramadığı gibi

 bir başka yıldız da güneşe sorabilmiş değil. Yine bu soruyu bir arı bir başka arıya

 yahut bir koyun berikine sormaktan aciz. Demek oluyor ki

 bu sorunun cevabını arayan insanoğlu

 kendi varlığını istediği sahada kullanma konusunda serbest bırakılmış; bir arayış içinde ve bu konuda bir imtihana tabi tutulmuş. 
 
Bu imtihanı kazanmanın tek yolu

 sorunun cevabını bizi yaratandan öğrenmemizdir. Bu noktaya varan insanlar gerçeğin kapısını çalmış olurlar. Ve kendilerine Kur’an lisanıyla

 Peygamber diliyle cevapları verilir. 
 
“Ben cinleri ve insanları

 ancak bana ibadet -kulluk- etsinler diye yarattım.” ( Zâriyât Sûresi

 56) 
 
Nur Küllîyatında ibadete “marifet” manası veriliyor. Bu mana üzerinde çoğu tefsir alimlerimiz ittifak etmişler. Namaz

 oruç gibi ibadetler ise bu marifetin neticesidir. Yani

 insan nimetin şükür gerektirdiğini idrak edecektir ki

 sonra bu şükür ve hamd vazifeni yerine getirsin. 
 
İnsan

 bu kâinatı dolduran İlahi mucizelerin tefekkür ve hayreti icap ettirdiklerini bilecektir ki

 tespih ve tekbir vazifesini ifa etsin. 
 
İnsan

 başka insanlara merhamet etmesi gerektiğinin şuuruna erecektir ki zekât ve sadaka verme yolunu tutsun. 
 
Bütün bunlar imanın ve marifetin

 yani Allah’a inanmanın ve onu tanımanın meyveleridir. 
 
Nur Külliyatından bir marifet dersi: “Şu kâinattan maksad-ı âlâ

 tezahür-ü Rububiyete karşı

 ubudiyet-i küllîye-i insaniyedir.” ( Sözler

 264 .) 
 
Rububiyet

 terbiye edicilik manasına geliyor. Bütün alemlerin her birinde bu fiil bir başka şekilde

 bir başka güzellikte

 bir başka mükemmellikte kendini gösteriyor. Ve biz her namazda Fatiha Sûresini okurken alemlerin Rabbine hamd etmekle bu farklı terbiyelerin şuurunda olduğumuzu ilan etmiş oluruz. 
 
Işıklar alemini de Allah terbiye ediyor

 gözler alemini de. Ve biz

 güneşin ışık verecek şekilde

 gözümüzün de ondan faydalanacak biçimde terbiye edildiklerini düşünerek Rabbimize şükretmekle “tezahür-ü Rububiyete karşı

 ubudiyet” vazifemizi yerine getiririz. 
 
Gıda maddelerinin yenilecek şekilde

 ağzımızın

 dilimizin

 midemizin de onlardan faydalanacak tarzda terbiye edildiklerini nazara alarak Rabbimizin bu sonsuz ihsanlarını hayret ve teşekkürle karşıladığımızda

 yine o rububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmiş oluruz. 
 
Kâinatın yaratılması insan için

 insanın yaratılması ise ubudiyet içindir. Burada dikkatimizi iki kelime çekiyor; âlâ ve küllîye kelimeleri. Bu iki kelime bize bu vazifeyi yapan daha başka varlıklar da olduğunu haber veriyorlar. Şu var ki

 insan ubudiyet vazifeni onlardan daha üstün ve daha küllî bir derecede yapabilecek bir istidada sahip. Sözünü etmek istediğimiz bu varlıklar

 meleklerle cinlerdir. 
 
Bir melek

 bir meyveyi tefekkür ederken

 dünün şekilsiz

 renksiz elementlerinin bugün güzel bir varlık haline gelmelerini

 sert ağaçtan bu yumuşak meyvelerin çıkmasını hayretle seyreder. Ama o meyvenin tadını

 vitaminini

 kalorisini düşünemez

 tefekkür edemez. Zira

 istidadı buna müsait değildir. 
 
İnsana bu noktada bambaşka bir kabiliyet verilmiştir. O

 aklıyla

 hayaliyle sadece hazır eşyayı değil

 o anda görmediği nice şeyleri hatta geçmişi ve geleceği düşünebilir. Böylece fikri

 düşüncesi

 anlayışı ve feyzi küllîleşir. Eline aldığı bir meyveyi yerken

 o anda bir milyonu aşkın canlı türünün sonsuz denecek kadar çok fertlerinin rızklandıklarını

 kendisinin de bu İlâhî sofradan faydalanan bir fert olduğunu düşünebilir ve böylece Allah’ın Rezzak ismini küllî manada tefekkür etme imkanına kavuşur. 
 
Dilerse

 düşüncesini geçmiş ve gelecek zamanlara da götürür. Bütün zamanlarda ve mekânlardaki her türlü nimeti ve onlardan istifade edenleri

 hayalinin yardımıyla

 birlikte düşünür ve tefekkürü daha da küllîleşir. 
 
Bütün İlâhî isimlerin tecellileri için benzer şeyler söylenebilir. 
 
Nur Küllîyatında

 “İyyake na’büdü” “Biz ancak sana ibadet ederiz.” ayetinin açıklaması yapılırken

 ayet-i kerimede niçin ben değil de biz denildiğine dikkat çekilir ve böyle denilmekle üç ayrı cemaatin kastedildiği ders verilir. Bunlardan birisi bütün müminler

 diğeri vücudumuzda vazife gören ve her biri kendine mahsus bir ibadetle meşgul olan bütün organlar

 hücreler

 duygular

..

 üçüncüsü ise bütün bir varlık âlemi. 
 
Demek oluyor ki insan

 bütün varlık alemi namına “İyyake na’budü” diyebilecek bir kabiliyettedir. İşte tek başına da namaz kılsa

 ferdiyetten kurtulup bu üç cemaatin ibadetlerini Rabbine takdim eden insan küllî bir ibadet yapmış demektir. 
 
İnsanın bu kâinata meyve olması da böyle bir neticeyi doğurmaktadır. Bir ağacın bütün birimlerini şuurlu farz verseniz

 en küllî tefekkürü meyve yapacaktır. Çünkü meyvenin içindeki çekirdek bütün ağaçtan süzüldüğü için o meyvede ağacın tümünün ibadetlerini temsil etme

 tefekkür etme kabiliyeti bulunacaktır. 
 
Bu küllî ubudiyeti en ileri derecede yapanlar kâinat ağacının en mükemmel meyveleri olan peygamberler ve özellikle Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’dir(asm.). 
 
“Maksad-ı âlâ ve ubudiyet-i küllîye” manalarıyla şu kutsî hadis arasında yakın bir ilgi vardır: “Sen olmasaydın ben felekleri yaratmazdım.” 
 
*** Nur Küllîyatında insanın vazifesiyle ilgili birçok bahis mevcut. Bunların bir özeti olarak birkaç maddeyi takdim etmek isterim: 
 
- Ruhuna bir İlâhî ikram olarak takılan

 ilim

 irade

 görme

 işitme gibi sıfatlarını Allah’ın sıfatlarını bilmeye bir vasıta olarak kullanmak. Kendi ruhundan İlahi sıfatları bilmek için açılan bu marifet pencerelerini iyi değerlendirmek. 
 
- Akıl kuvvetini hikmet dairesinde

 şehvet kuvvetini iffet dairesinde

 gazap kuvvetini şecaat dairesinde kullanmak. 
 
- Muhabbetini ancak Allah’a vermek ve mahlukatı da yine Onun namına

 Onun isimlerine ayna olmaları

 kemaline işaret etmeleri

 cemalinden haber vermeleri cihetiyle sevmek. 
 
- “İbadatın bütün enva’ına müstaid bir fıtratta” yaratıldığının şuurunda olup bütün ibadet çeşitlerinin ayrı ayrı feyizlerinden azami ölçüde nasiplenmeye çalışmak.