Tekil Mesaj gösterimi
  #3  
Alt 11 December 2008, 09:43
eLanuR eLanuR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Junior Member
 
Kayıt Tarihi: 1 September 2008
Mesajlar: 0
Konular:
Aldığı Beğeni: 0 xx
Beğendiği Mesajlar: 0 xx
Standart Cvp: BÜyÜme Ve SanayİleŞme Polİtİkalari

Gümrük Vergileri


Lozan Konferansında ayrı bir müzakerede ele alınan gümrük vergileri konusu birçok yönden önem taşımaktaydı:

a. Gümrük vergileri gelirlerinin Devlet maliyesi açısından önemi,

b. ödemeler dengesini sağlama hedefi,

c. yurt içi ekonomik faaliyetlerin, özellikle sanayinin korunmasına olanak verecek şekilde ithalatı ve ihracatı kontrol altına alacak bir dış ticaret politikasının belirlenmesi.

Osmanlı imparatorluğu döneminde yapılan anlaşmalarla ekonomi bir serbest pazar halinde tutulmayısa zorlanmış, bu uygulama ile sanayileşme bir yana, ekonomideki mevcut sanayi işletmelerinin yok olmasına yol açılmıştı.18. ve 19.sanayi devrimini gerçekleştiren Batı’nın modern üretim teknikleri karşısında el emeğine dayanan Anadolu sanayinin rekabet etmesi mümkün değildi. Doğan Avcıoğlu’nun çeşitli kaynaklardan aktardığına göre 19. yüzyılın ikinci yarısında Şam, Diyarbakır, Halep, Bursa gibi geleneksel dokumacılık merkezlerinde dokuma tezgahları kapanmayısa başlamıştı. 1847’den önce İmparatorluğun en önemli ipekçilik merkezi olan Bursa’da yüzlerce tezgahta 25 bin okka ipek işleniyordu. Serbest ticaretin başlamasından kısa bir süre sonra tezgah sayısı 75’e, işlenen ipek miktarı 4 bin okkaya düşmüştü. Yine önemli ipekçilik merkezi olan Bilecik’te dut ağaçları sökülmüştü. Ankara tiftik dokuma ihracatçısı iken kısa sürede ham tiftik ithal eder duruma düşmüştür. Batının rekabeti karşısında Anadolu’da ki mevcut sanayinin çöküşü sadece dokuma sanayi ile sınırlı kalmamış, dış ticarete konu olan malların ürettiği diğer faaliyetlerde de aynı durum yaşanmıştır.

19. yüzyılda Osmanlı idaresi modern bir sanayi kurmak için ciddi çabalar göstermiştir. Fakat kurulan sanayiler (örneğin Basmahane ve Hereke kumaş fabrikaları, Tophane fabrikası, Beykoz İnceköy porselen ve cam fabrikaları ve Beykoz kundura, çizme, palaska, ve diğerleri) batının rekabeti karşısında varlık gösterememiş, ancak devlet yardımıyla ayakta kalabilmişlerdir. ( Avcıoğlu,1968, s.54-55).

Batı’nın rekabeti karşısında sanayi çöken Osmanlı Devleti daha önce ürettiği malları ithal eder duruma düşmüştür. Bunun sonucunda giderek büyüyen dış ticaret açıkları önceleri altın ve gümüş ihracı ile finanse edilmeye çalışılmış, bu rezervler tükenince dışardan borçlanma yoluna gidilmiştir. Bu şekilde yapılan ilk borçlanma 1854 yılındadır. İnönü’nün anılarında çok güzel anlattığı gibi bir süre sonra borcun anapara ve faizi için tekrar borçlanma yoluna gidilmiş, ilk borçlanmadan 30 yıl geçmeden Osmanlı maliyesi iflasını ilan etmiş ve 1881 yılında Duyunu Umumiye İdaresi kurulmuştur.

Bu gelişmeler emperyalist ülkelerin neden kontrolü altındaki ülkelere düşük gümrük tarifeleri uygulanmasını empoze ettiklerini açık bir şekilde göstermektedir: Serbest ticarete zorlanan ülkelerdeki mevcut sanayi yok olduktan sonra bu ülkeleri hammaddenin ucuz temin edileceği, mamul malların serbestçe satılacağı bir pazar haline getirmek uygulamanın birinci kısmını oluşturmuştur. Bu şekilde ulusal sanayileri yok olan ve giderek ithalata bağımlı hale gelen ülkelerinin artan dış ticaret açıklarının finansmanı yoluyla da bu ülkeleri mali bakımından bağımlı hale getirmişlerdir. 19. yüzyıl başlarında İngiltere ve Hollanda gibi emperyalist ülkeler kontrolleri altında bulundurdukları geniş sömürgelerin yanı sıra Çin, Mısır, İran, Tayland ve Osmanlı Devleti gibi nominal olarak bağımsız ülkelere de serbest ticareti empoze etmişlerdi. Japonya da 1911 yılına kadar maksimum tarifenin yüzde 5 olduğu serbest ticaret kulübünün zorunlu üyesiydi. Bu dönemde A.B.D, Rusya ve Latin Amerika ülkeleri, dönemin en korumacı ülkeleriydi (A. Madison, 1989, s.45, 46). İşin ilginç yönü ve İnönü’nün anlamakta zorluk çektiği nokta, aynı sıkıntıları yaşamış olan Japonya’nın on sene sonra Lozan Konferansı’nda aynı emperyalist ülkelerin yanında yer alıp Türkiye Devleti’nin gümrükler üzerindeki egemenliğini kullanmasını kısıtlama yönünde baskıda bulunmasıdır.

Tablo 1, Türkiye Devleti’nin gümrükler üzerindeki egemenliğini elde ettiği 1929 yılı öncesi ve sonrasındaki gelişmeleri göstermektedir. Görüleceği üzere 1929 yılına kadar Türkiye’nin dış ticaret dengesi sürekli açık verirken, bu tarihten sonra açık fazlaya dönmüş ve 1947 yılına kadar bu fazlalık devam etmiştir. Yine Tablo 1’den görüleceği gibi ticaret dengesindeki bu fazlalık değer olarak ihracattaki artıştan değil ithalatın kontrol altına alınmasından sağlanmıştır. Hatırlanacağı gibi 1929 yılı A.B.D.’de başlayan ve bütün dünyayı etkisi altına alan Büyük Bunalım’ın başladığı yıldır. Bu bunalımın en şiddetle hissedildiği 1929-1932 yılları arasında (şimdiki) OECD ülkelerinde ithalat hacim olarak yüzde 25 düşmüş, uluslar arası sermayıse piyasası çökmüş, dünya ihracat fiyatları yarı yarıya düşmüştür (bkz. Madison, 1989, s.53). Böylece bir dünya konjonktüründe ekonomisi bir yıkıntı içinde bulunan yeni Türkiye Devleti’nin ihracatında düşüşün olması bir tarafa, miktar olarak ciddi bir artışın sağlanabilmesi dikkat çekicidir (Tablo 2).


Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Ekonomik Gelişme

Atatürk’ün ekonomi politikası bağımsızlık temelleri üzerine oturtulmuş ulusal bir politikadır. Politik bağımsızlığın ana koşulunun ekonomik bağımsızlık olduğunu çok iyi kavrayan Atatürk bu amacını çok büyük olanaksızlıklar içinde gerçekleştirmiştir.

Ekonominin içinde bulunduğu çok zor koşullar altında, bağımsızlık ilkesinden ödün vermeden ülkenin imarı ve ulusun kalkınması ancak yine ülkenin sınırlı kaynakları ile gerçekleştirilecek demekti.

Devletin bu dönemde ekonomideki varlığı Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan devlet tekelleri (tuz, petrol, benzin, barut ve patlayıcı maddeler tekelleri) ve fabrikalardan ibaret kalmıştır. 1915 yılında sayıları 22’yi bulan ve Osmanlı döneminde devlete ait olan bu fabrikalar, 1925 yılında kurulan Sanayi ve Maadin Bankası tarafından devralınmıştır. Devletin bu dönemde en önemli ekonomik faaliyeti demiryolları yapımıdır. 1930 yılında demiryolları Ankara’dan Sivas’a ulaştı. 1928 ve 1929 yıllarında Ankara-Ulukışla ve Mersin-Adana hatları yabancı şirketlerden satın alındı.

Atatürk’ün ortaya koyduğu ekonomi politikasının başarısı ortadadır. 1929
Bunalımı sonucu bütün dünya ekonomisi büyük bir ekonomik çöküntü içindeyken Türkiye 1930’lu yıllarda ulusal bir sanayileşme hamlesini başlatmış, 1930-1932 döneminde yıllık ortalama yüzde 3.5, 1933-39 döneminde ise yüzde 8.1’lik bir büyüme sağlamıştır. Aldığı önlemlerle ticaret dengesi açığını (1938 yılı dışında) fazlaya çevirmiştir. 1932-1939 yılları imtiyazlı yabancı şirketlerin tasfiye edildiği, demiryollarının millileştirildiği yıllardır. Türk ekonomisinde büyük yeri olan iktisadi devlet teşekküllerinin en önemlilerinden olan Sümerbank, Eti-bank, Denizcilik Bankası v.s. bu dönemlerde kurulmuşlardır. Türkiye sanayinin temelini oluşturan demir-çelik, dokuma, kağıt, kimya, şeker, cam gibi sanayi dalları bu dönemde geliştirilmiştir. Kısacası bu dönemin ekonomi politikasını başarılı bir milli bir sanayileşme çabası olarak yorumlamak yanlış olmaz.

Bütün bu çabalar, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin çok dar olanaklarıyla gerçekleştirilmiştir. Dışardan sağlanan tek kaynak mayısıs 1932 tarihinde Sovyetler Birliği ile imzalanan $8 milyon tutarında faizsiz, 20 yıllık bir borçlanma anlaşmasıdır. Bu, gelişmekte olan bir ülkeye verilen ilk borç örneğidir ve bunu izleyen 25 yıl içinde başka borçlanmayısa gidilmemiştir. Bu borç şeker fabrikaları ve Kayseri’de kurulacak olan dokuma fabrikaları için Sovyet malzemesi alımında kullanılacaktı. Planın proje yapımı ve finansmanını Sümerbank üstlenmişti.


Türkiye’nin Bugün Geldiği Nokta

Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu şöyle özetleyebiliriz: 2001 yılı itibari ile dış borç stoku 112 milyar $ (G.S.M.H.’nın %75’i), iç borç stoku 117 katrilyon TL (G.S.M.H.’nın %64’ü), iç ve dış borç faiz ödemeleri, konsolide bütçe vergi gelirlerinden daha fazla (%103), 1950’li yılların sonunda başlayarak gittikçe artan sıklıkla yaşanan krizler ve bu krizlerden çıkmak için IMF ile yapılan 16 stand-by anlaşması.

Türkiye nasıl bu duruma düştü? Bu sorunu cevabını bulabilmek için 1950 den bu yana yaşanan ve krizlere yol açan gelişmeleri özet olarak aşağıda, Tablo 3 yardımıyla ele alacağız. 1929 Bunalımı’nın etkilerinin yaşandığı 1930’lu yıllar ve II. Dünya Savaşı yılları sıkıntılarına karşı Türkiye’de bir kriz yaşanmamıştır.


1950-1958 Dönemi

Savaş sonrası Batı Avrupa’daki toparlanma ve Marshall Planı yardımıyla başlatılan altyapı yatırımlarının etkisiyle 1950’lilerin ilk yarısında hızlı bir büyüme yaşandı, fakat yatırımların bütçe açıklarıyla finanse edilmesiyle enflasyon yükselmeye başladı (resmi yayınlarda %10, gerçekte %20’lerde seyreden bir enflasyon). Hükümetin bu gelişmelere tepkisi, giderek artan döviz ve fiyat kontrolleri ve gümrük vergilerinin yükseltilmesi oldu. Uygulanan sabit kur rejimi nedeniyle Türk lirası değer kazanması sonucu cari işlemler dengesi açıkları giderek büyüdü ve ithalatın kısıtlanması üretimin düşmesine yol açtı. Dört yıl boyunca büyüme hızı düştü, dışardan giderek daha elverişsiz koşullarla borçlanmayısa gidildi… Sonunda dış kaynaklar borç vermeyi durdurdu. 1958’de koşullar kötüleşti, ithalat durdu ve üretim düştü. Petrol ithalatının yapılamaması sonucunda hasatın yapılması tehlikeye girdi. En sonunda Hükümet direnmekten vazgeçip 1958 yılında IMF desteği ile stabilizasyon programını uygulamayısa koydu. TL devalüe edildi (Dolar kuru 2-80 TL’den 9.00 TL’ye yükseldi). 1953-54’den itibaren ithal edilen malların bedellerinin ödenmemesi sonucunda biriken borçlar 584 milyon dolara ulaşmıştı.


1960-1970 Dönemi

Yeni oluşturulan Devlet Planlama Teşkilatı’nın hazırladığı 5 yıllık kalkınma planlarıyla ithal ikamesine dayanan sanayileşme politikası uygulamayısa konuldu. Enflasyonun düşmesiyle 1960’lı yıllarda iyi bir büyüme hızı sağlandı, fakat 1960’ların sonunda ticaret ve cari işlemler dengelerindeki açıkların devam etmesiyle döviz sıkıntısı tekrar yoğunlaşmayısa başladı. 1970 yılında tekrar IMF’ye başvurulmak zorunda kalındı.Uygulamayısa konulan stabilizasyon programı ile Türk lirası devalüe edildi (Dolar kuru 9.00TL’den 14.00TL’ye yükseltildi).


1970-1980 Dönemi

1970 devalüasyonu ile artan cari işlemler gelirleri, özellikle işçi dövizleri girişleri stabilize edilemedi ve ekonomide parasal genişleme süreci başladı. Döviz sıkıntısının olmadığı bu dönemde geleneksel olmayısan ihraç ürünlerine verilen teşviklerle ihracatta bir artış başladı. 1973 yılında OPEC’in petrol fiyatlarını üç kat artırmasına karşı gerekli uyum önlemleri alınmadı. Ödemeler bilançosu açıkları giderek büyümeye başladı. Döviz kurunda gerekli ayarlama yapılmaması sonunda azalan işçi dövizlerini çekebilmek ve kamu açıklarının finansmanına özel sektörün rakip olmaması, onların dışardan borçlanabilmeleri için uygulamayısa konulan Dövize Çevrilebilir Mevduat (DÇM) hesaplarına Devlet garantisi getirildi. 1977’ye gelindiğinde ithalat aksamayısa başlamıştı ve ihracat gelirlerinde de düşüş başlamıştı. Bu yılda büyüme hızı, önceki üç yılın yarısı kadar gerçekleşti.

1978-79 yıllarında kriz dönemine girildi. Dış borçların ertelenmesi çabaları sonuçsuz kaldı, mali reform gerçekleştirilemedi. Enflasyon yüzde 100 sınırına yaklaşırken üretim düştü. 1975-1980 dönemi 1950’den sonraki en düşük büyüme hızının yaşandığı dönem olmuştur. 1979 yılında rezervler tükendi. İthalat yapılamadığı için üretim hızla düşmeye başladı. 1958 devalüasyonu öncesi kriz dönemi tekrar yaşanmayısa başladı.

DÇM’lerin ekonomiye maliyeti giderek büyümeye başladı ve krizi hızlandıran bir etki yarattı. (1975 yılında $1.2 milyar olan DÇM hesapları 1977’de $6.1 milyara yükselmişti).

Bu dönemde ortaya çıkan krizin nedeninin petrol fiyatlarının artışı ve buna uyum sağlanmaması, DÇM’ler ve yatırımların dış borçlanmayısla finanse edilmesinin olduğu görülmektedir. 1975’de $5 milyarın altında olan dış borçlar iki yıl içinde $15 milyara, 1980’de $20 milyara yükseldi. Bu arada dış borç yapısı da bozuldu, 1977 ve 1978 yıllarında kısa vadeli borçların toplam borçların yarına ulaşması, dışardan borçlanmanın giderek güçlendiğinin bir göstergesidir. (Tablo 5)

Bu gelişmeler karşısında 1978 ve 979 yılında IMF güdümünde hazırlanan istikrar tedbirleri zayıf koalisyon hükümetlerince uygulanamadı ve bu programlar uluslararası mali çevrelerden yeterli desteği göremedi. Kriz sürecinin büyümesi 1979’un sonlarında askeri müdahale ile sonuçlandı. Ertesi yılın başında 24 Ocak Kararları olarak anılan istikrar tedbirleri yürürlüğe konuldu.


1980-1990 Dönemi – 24 Ocak Kararları

24 Ocak Kararları ile mal ve faktör piyasalarında fiyatların, faiz ve döviz kurunun piyasada belirlenmesi ilkesi belirlendi. İthalat rejimi serbestleştirildi, ihracatı yoğun bir şekilde teşvik eden ve yabancı sermayıseyi teşvik edici politikalar uygulamayısa konuldu. KİT’lerin ve Devlet’in ekonomideki ağırlığının azaltılması hedeflendi. Bu kararlar, ekonomide bir kabuk değişimine işaret etmekteydi. Planlı, ithal ikamesine dayalı büyüme yerine liberal ekonomi politikalarının uygulandığı, devletin ekonomideki ağırlığının azaltılamayısa çalışıldığı bir dönem.

1983 seçimlerinden sonra genişletici para ve maliye politikaları ile hızlı bir büyüme sağlandı, fakat enflasyon hızının yükseldiği bir sürece girildi. İç ve dış borçların ivme kazanması ile dış borçlar 1981’de $14.5 milyardan 1991’de $50.5 milyara, iç borçlar ise 1080’de TL 721 milyardan 1983’te 3.2 trilyon TL’ye, 1991’de 98 trilyon TL’ye yükseldi. İç ve dış borç faiz ödemeleri 1981 yılında vergi gelirlerinin yüzde 6’sını oluştururken 1991 yılında bu oran yüzde 30’ugeçti.(Tablo 4)

Artan enflasyon ve borçlanma sonucunda reel faizler yükseldi, döviz açığı nedeniyle devalüasyon beklentisi yaygınlaştı ve 1988-89 yıllarında ekonomik durgunluk sürecine girildi. Durgunluğu aşmak için yürürlüğe konulan 4 Şubat 1989 Kararları ile döviz girişini artırıcı önlemler alındı. Yabancı sermayıse girişi yüksek faizlerle teşvik edildi. 32 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Türk lirasının konvertibilitesi sağlandı. Konvertibilitenin amacı, kaynağı araştırılmaksızın yabancı fonları Türkiye’ye çekebilmekti. Böylece kontrolsüz sermayıse giriş ve çıkışları bir taraftan Türkiye’yi kara paranın aklandığı bir cennete dönüştürürken, diğer taraftan bu istikrarı bozucu spekülatif sermayıse hareketleri, ileriki yıllarda, ekonomi yönetiminin para politikası araçlarını kullanma etkinliğinin giderek azaltmasına yol açmıştır.


1989-1997 Dönemi – 5 Nisan 1994 Kararları

Artan harcamaları karşılamak için içerden ve dışardan yapılan borçlanma ve Merkez Bankası avanslarının kullanılması sonucu ortaya çıkan piyasadan emilememesi sonucu 1993 yılında bir talep patlaması ve enflasyonist süreç başladı. TL’den kaçış başladı ve ticaret dengesinde rekor düzeyde $14 milyar, cari işlemler dengesinde 6.4 milyar TL açık ortaya çıktı. Derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’nin kredi notunu düşürmesi üzerine piyasalarda başlayan karmaşayı, M B’nın $3.5 milyar döviz satması yatıştırmayısa yetmedi. Döviz kuru ve faizler yükselmeye devam etti. Faizleri düşürme çabası mali fonların dövize kaymasına yol açtı. Bu karmaşayı durdurmak amacıyla 5 Nisan 1994 İstikrar Programı açıklandı. Mali piyasalarda tam bir kaos yaşanırken Devlet’te israf ve savurganlık artmaktaydı. Kayıt dışı ekonominin boyutu devletin etkinliğinin ne derece zaafa uğradığı ve yozlaşmanın düzeyini göstermektedir. Kamu borçlanma gereğinin artışı bir taraftan Merkez Bankası kaynakları kullanımını artırmış, borçları borçlanarak ödeme kısır döngüsü sonucu dış borçlarda 1988-93 arasında %65’lik, iç borçlarda 12 kat daha artış ortaya çıkmıştır. 1987-1995 döneminde ise iç borçlardaki artış 80 kattır.

5 Nisan Kararları ile Türk lirasını değeri dolar karşısında 15 bin liradan 32 Bin liraya düşürüldü ve kurun belirlenmesi piyasaya bırakıldı, daha sıkı para ve maliye politikaları uygulamayısa konuldu. Mevduat faizleri yükseltildi, maaş ve ücretlerde ve kamu harcamalarında yüzde 30 kısıntıya gidildi ve KİT’lerin özelleştirilmesi çabalarına hız verildi.

Programın öngördüğü hedefleri gerçekleştirmek mümkün olmadı. Özelleştirme hedefleri tutturulamadı, vergi reformu gerçekleştirilemedi, yapısal önlemler alınmadı.

Sonuçta mali piyasalarda istikrar sağlandı, fakat bu istikrarın bedeli talebin düşüşü, milli gelirde % 6’lık daralma ve işsizliğin büyümesi olmuştur. Enflasyon yüzde 120’lerden iki yıl için yüzde 70’lere geriledi, 27 Aralık 1995’te alınan erken seçim kararı politik belirsizliği artırdı. 1997 yılı her an bunalım çıkacağı endişesiyle geçti.

1995-97 arası yine de ekonominin canlandığı, büyümenin yüzde 7-8’lerde gerçekleştiği yıllar oldu. Bu büyümenin etkisiyle TL’nin değerinin sürekli düşürülmesine rağmen ticaret dengesi 1996 ve 1997 yıllarında 20 milyar TL’nin üzerine açık verdi. Bu arada iç ve dış borç stokları büyümeye devam etti. Dış borçlar 1998 yılında 100 milyar dolar düzeyine yaklaştı.




1998-2000 Dönemi

Türk ekonomisi 1998’in ikinci yarısından itibaren biriken sorunları taşıyamaz hale geldi ve Haziran 1998 tarihinde IMF ile Yakın İzleme Anlaşmasını imzaladı. 1997 yılındaki Asya, 1998’de Rusya krizlerinin etkisiyle ihracat düşmekteydi. 1997’de ihracat artışı yüzde 13’ten 1998’de yüzde 2.7’ye düştü, 1999’da ise yüzde 1.4’e geriledi.(Tablo la). İthalattaki daralmayısa karşın ticaret dengesindeki açık çok yüksek seviyesini devam ettiriyordu. Sürekli kur ayarlamaları liranın değerlenmesini önleyemedi. 1993 yılından itibaren düşüş eğilimine giren kamu borçlanma gereği 1996’dan itibaren tekrar yükselişe geçti.(KBG /GSMH oranı 1999 yılında yüzde 16’ya çıktı).
Alıntı ile Cevapla