Sâdık
Allah (c.c.), Sâdık'tır. Yani sözünde doğrudur, vaadinde sâdıktır, aslâ hulf etmez, hiçbir şekilde vaadinden dönmez, kelâmı haktır.
Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bildirdiği Sâdık ismi, Kur'ân'da da yer almaktadır. Cenâb-ı Hak bir âyette, "Muhakkak ki doğruyu bildiren biziz" buyurur. Bir diğer âyette, "Muhakkak Allah, size verdiği sözde durdu," buyurulurken, bir başka âyette, "Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır?" diye sorulmaktadır. Kur'ân, ehl-i Cennetin şöyle diyeceğini beyan etmektedir: "Onlar, 'Bize verdiği sözde duran ve bizi bu yere vâris kılan Allah'a hamd olsun. Cennette istediğimiz yerde oturabiliriz. Meğer, salih amel işleyenlerin ecri ne güzelmiş!' derler."
Bedîüzzaman'a göre, Cenâb-ı Hakkın, bütün semâvî kitaplarla yaptığı vaatlerin ve tehditlerin doğru olmaması mümkün değildir. Ehl-i hidâyet için Cennetin, ehl-i dalâlet için de Cehennemin bulunduğunda aslâ şek ve şüphe yoktur. Bediüzzaman, Cenâb-ı Hakkın konuyla ilgili sayısız vaatleri bulunduğunu, bu kadar vaatlerini yalancı çıkarmanın, rubûbiyet saltanatının kat'î gereklerini yalanlayıp yapmamak demek olduğunu; bunun ise küfür, isyan, tekzip ve yalanlamada ileri giderek, Cenâb-ı Allah'ın büyüklüğüne ve kibriyâsına dokunan, izzet-i Celâline dokunduran, Ulûhiyetinin haysiyetine ilişen ve şefkat-i Rubûbiyetini müteessir eden ehl-i dalâleti ve ehl-i küfrü Haşrin inkârında tasdik etmek ve peygamberlerini tekzip etmek demek olduğunu; Cenâb-ı Hakkın ise bu hilaftan ve yalancılıktan yüz binler derece mukaddes, hadsiz derece münezzeh ve âlî bulunduğunu belirtir. Cenâb-ı Hak Sâdıku'l-Va'di'l-Kerîm ve Sâdıku'l-Va'di'l-Emîndir.
Bedîüzzaman'a göre, Cenneti ve ebedî saadeti ehl-i îmâna vaat eden Cenâb-ı Hakkın, vaadinde sâdık olmadığını düşünmek aslâ kâbil değildir. Madem vaat etmiştir, elbet yapacaktır. Çünkü vaadinden hulf etmek ve sözünden dönmek Onun için mümkün değildir, vâki değildir, muhaldir. Zîrâ, vaadini îfâ etmemek, gayet çirkin bir noksanlıktır. Kâmil-i Mutlak ise, noksanlıktan münezzeh ve mukaddestir. Bir kimsenin vaat ettiği şeyi yapmaması için iki ihtimal vardır: Ya cehâleti veya âcizliği söz konusu olmalıdır. Halbuki Kadîr-i Mutlak ve Alîm-i Küll-i Şey hakkında cehâlet de, âcizlik de muhâldir, mümkün değildir. Öyleyse, Onun hulfu'l-vaat içinde olabileceğini, yani sözünden dönebileceğini, düşünmek dahi, muhaldir. Hem başta Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm olmak üzere bütün enbiyâ, evliyâ, asfiya ve ehl-i îman, mütemâdiyen o Rahîm-i Kerîmden vaat ettiği saadet-i ebediyeyi ricâ edip yalvarmakta, niyaz edip istemektedirler. Âlemlerin Mâliki olan Cenâb-ı Hak ise, Kendi kudretine pek kolay ve pek ehven, kullarına da fevkalâde mühim ve pek şiddetli ihtiyaç olan haşrin îcat edileceğini tekrar tekrar vaat buyurmuştur. Dahası hulfu'l-vaat, kudretin izzetine de, rubûbiyetin merhametine de zıttır. Zira yukarıda ifâde edildiği gibi, vaadin hilâfını yapmak, cehlin ve aczin alâmetidir. Kadîr-i Mutlak ve Hakîm-i Mutlak olan Zât-ı Zülcelâl ise bundan sonsuz derece münezzehtir.
Bediüzzaman Saîd Nursî'ye göre, insanların haşri, gözümüz önündeki bitkilerin haşri kadar kolaydır. Bunu görenin, onu inkâr etmemesi lâzımdır. Cenâb-ı Allah'ın haşrin îcadına dâir vaadi ise, bütün enbiyânın tevâtürüyle ve yüce ruhlu insanların icmâıyla sabit olduğu gibi, Kurân-ı Kerîm'in lisanıyla da ısrarla te'yit edilmiştir. "Allah ki, Ondan başka İlâh yoktur. Hiç şüphe yok ki, Kıyâmet Günü sizi muhakkak toplayacaktır. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?" âyet-i kerîmesinin, bu te'yidi net bir şekilde dünyaya îlan ettiğini beyan eden Bedîüzzaman, bu âyetin büyük bir şiddet ve kuvvetle haşrin îcat edileceğini söz verdiğini; bütün mevcûdâtın sıdkına ve hak olduğuna şehâdet ettiği Mâlikü'l-Mülkün sözlerini insanoğlunun tasdik etmemesinin, vahim bir hezeyan ve dehşetli bir ahmaklıktan başka bir şey olmadığını kaydeder.