Sâni
Allah (c.c.), Sâni'dir. Yani her şeyin yapıcısı ve yaratıcısıdır. Her şey özüyle, içiyle, dışıyla, her haliyle ve her şeyiyle Cenâb-ı Allah tarafından eşsiz bir san'at, güzellik ve estetikle yaratılmıştır ve yaratılmaktadır.
Hazret-i Ali'nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Sâni ismi, Kur'ân'da mastar hâlinde mevcuttur. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Dağları görürsün de, yerinde donmuş gibi durur sanırsın. Oysa onlar bulutlar gibi (dünya ile birlikte) yürürler. Bu, her şeyi sağlam tutan Allah'ın sun'udur (yapısıdır, işidir)."
Bedîüzzaman'a göre, bütün mahlûkatta görünen güzel san'atlar, intizamlar, ihtimamlar, her şeyde tâkip edilen maslahatlar ve faydalar, kâinatı tasarrufu altında bulunduran Sâni-i Zülcelâlin pek büyük ve umûmî bir hikmetle iş yaptığına delâlet etmektedir. Sâni-i Âlemin gayet yüksek, celâlli ve izzetli bir haysiyeti vardır ki, bu yüksek haysiyet, ibâdetle Sânii tazim etmeyenlerin ve Ona saygı duymayanların terbiye edilmelerini ihmal etmez. Bu güzel, süslü ve aydınlık yüzlü varlıkların Sâniinin soyut, mânevî, sonsuz ve eşsiz bir güzelliği vardır. Onun gizli, ama eşsiz hüsün ve cemâlini kısa akıllarımız ile idrâk edemeyiz.
Her şeyin iç yüzünün, dış yüzünden daha latîf ve daha şeffaf olduğunu, bunun ise Sâniin o şeyden hâriçte olduğunu, ama uzakta da olmadığını gösterdiğini beyan eden Bedîüzzaman; o şeyin sâir eşya ile dengeli olarak yaratılma işinin Sâni' tarafından yapılmasının, Sâniin o şeyde dahil olmadığını gösterdiğini; bir tek masnûun zâtına bakılırsa Sâniin ilim ve hikmetinin görüneceğini, dışı ile birlikte bakılırsa Sâniin her şeyin üstünde bir görme ve işitme sıfatına sahip bulunduğunun anlaşılacağını; dolayısıyla Sâni-i Âlemin âlemde dâhil olmadığı gibi, âlemden hâriçte de olmadığını; ilmi ve kudreti ile her şeyin içinde olduğu gibi, aynı zamanda her şeyin üstünde bulunduğunu; bir şeyi gördüğü gibi, bütün eşyayı da birden gördüğünü kaydeder.
Bediüzzaman Saîd Nursî'ye göre her şeyin sonu, intizam ve güzellikçe başlangıcından aşağı olmadığı gibi, dış yüzeyi de san'at ve hikmetçe iç yüzünden daha câzip değildir. Eşyanın iç yüzlerini ve sonlarını sahipsiz zannedip tesâdüflere havâle etmek büyük gaflettir. Çiçekle, çiçekten çıkan meyvede görünen san'at ve hikmet, çekirdekle çekirdekten çıkan filizde görünen san'at ve nakıştan aşağı değildir.
Îmanın bir bağlılıktan ibâret olduğunu ve insandaki İlâhî san'atların ancak îmanla anlaşıldığını beyan eden Bediüzzaman Saîd Nursî, küfrün o bağı kesip kopardığını ve bundan dolayı kâfirin gözünde san'at-ı Rabbâniyenin gizlendiğini kaydeder. Bedîüzzaman'a göre, maddenin kıymeti ile san'atın kıymeti bir değildir ve maddedeki san'at değeri her zaman maddî değerinden üstündür. Meselâ, antika bir san'at bazen milyonlarca lira kıymet aldığı halde, maddesi beş kuruşa değmeyebiliyor. Böyle bir antika eser, kaba demirciler çarşısına gidilse, demir pahasına alınıp satılırken, antikacılar çarşısına gidildiğinde milyonlarca lira değer biçilebiliyor.
İşte insan da, Cenâb-ı Hakkın böyle antika bir san'at eseridir. Cenâb-ı Hak insanı bütün isimlerinin cilvesine mazhar kılmış, nakışları ile süslemiş ve kâinata bir küçücük misal sûretinde yaratmıştır. Eğer îman nûru insanın içine girse, üstündeki bütün bu mânidâr nakışlar o ışıkla okunacaktır. Yani, "Sâni-i Zülcelalin masnûuyum ve mahlûkuyum" mânâsıyla insandaki san'at-ı Rabbâniye görünecektir. Netice olarak, îmânla Sâniine bağlanan insan, kendi üzerindeki bütün san'at eserlerini okuyacak ve gösterecektir. İnsanın kıymeti de o san'at-ı Rabbâniyeye göre ve Allah'ın Samed aynası olması itibariyle olacaktır.
Ancak küfür bu bağlılığı keserse; insanın içine küfür karanlığı girecek, bütün o mânâlı nakışlar karanlığa düşecek ve hiçbirisi okunmayacaktır. Zira, Sâni' unutulursa, Sânia müteveccih mânevî cihetler de anlaşılmayacak, âdeta baş aşağı düşecektir. Bu durumda, o mânâlı yüksek nakışların çoğu gizlenecek, geri kalan ve göz ile görünen bir kısmı da, sıradan, basit sebeplere, tabiata ve tesâdüfe verilip, nihâyet darmadağın edilecektir. Her biri parlak bir elmas iken, birer sönük şişe olacaklardır.