Tekil Mesaj gösterimi
  #1  
Alt 31 October 2008, 20:08
eLanuR eLanuR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Junior Member
 
Kayıt Tarihi: 1 September 2008
Mesajlar: 0
Konular:
Aldığı Beğeni: 0 xx
Beğendiği Mesajlar: 0 xx
Arrow Yaşanan ve yaşayan ramazanlar

“Ekmek yedim kuruca. Su içtim duruca. Niyet ettim yarınki oruca.”

Bu aktardığımız cümle Ramazan’ın manevî bereketine, sürûr ve sevincine ortak olmak isteyen küçük çocuklara öğretilen oruca niyet ifadesi. Şiire benzeyen, bir açıdan da tekerleme şeklinde çocukların hemencecik öğrenebileceği cinsten.

Bu niyette inanç var, ibadet hürmeti ve gayreti var, aile için dinî eğitim var, çocuklara orucu sevdirmek var, çocukların o küçük yaşlardan itibaren geleceğe bir yatırım yapma var.

Belki hâlâ bu niyetleri yapan nice çocuklar vardır Anadolumuzda. Belki yine çocuklara orucu sevdirmek için başka ifadeler, başka yöntemler de bulunmuş ve uygulanmaktadır. Ve bu yolla, şimdi bizim yaptığımız gibi, gelecekte şöyle bir maziye yönelip, derin derin iç çekecekler ve “Neydi o eski Ramazanlar!” diyeceklerdir.

Bizim çocukluğumuzdan daha da gerilere gittiğimizde, özelikle çocukların Ramazanına dair çok ilgi çekici örneklerle karşılaşabiliyoruz. Örneğin, Osmanlı döneminde çocukları Ramazana alıştırmak, Ramazan günlerini çocuklara daha zevkli hâle getirmek için birtakım faaliyetler gerçekleştiriliyordu. Açlık ve susuzluğun peşinden getirdiği zorluklara rağmen, çocuklar bu tür uygulamaları görünce her türlü sıkıntıyı unutuyorlardı. Hayal oyunları, Karagöz-Hacivat gibi kukla oyunları, çocukların iç dünyasında oruç ibadetini çok zevkli hale getiriyordu.

Osmanlı döneminde Ramazana hazırlık, bir-iki ay öncesinden başlanırdı. Hemen her evde yaşanan bu hazırlık ve tedariğin yanında bayram havası eşliğinde tatlı bir telaş başlardı.

Hanedeki sahan, tencere, sini gibi bakır kapların hepsi kalaylanır, hallaçlar çağrılır, yatak takımlarının yün ve pamukları attırılırdı. Hali vakti yerinde olanların hısım ve akrabaya, konu komşuya Ramazanlık göndermesi adettendi.

On bir ayın bir sultanı Ramazan ayının büyük küçük hemen herkesi ilgilendiren ve insanların iç dünyasında birbirinden farklı, birbirinden güzel hatıralar bırakan unsurlardan birisi, hiç şüphesiz Ramazan sofralarıydı.

Günümüzde olduğu gibi, o dönemlerde de her gün iki türlü sofra kurulurdu. Biri iftar sofrası, diğeri sahur sofrası.

Günümüzde çok az uygulanmakla birlikte, Osmanlı döneminde oruç açma zamanı şehirlerde ve kasabalarda toplar patlatarak haber verilirdi. İftariyeliklerle süslenmiş sofra başında, konuklarla birlikte topun sesini ve camilerin kandillerini gözleyen çocuk çığlıklarını beklemek sevap sayılırdı. Top patlamasının ardından iftar sofrasına oturulurdu.

Çoluk-çocuk tüm aile, eğer varsa iftar davetlileri sofraya otururlar, ya bir-kaç yudum suyla, ya bir hurma veya zeytinle oruçlarını açarlardı.

Ramazan sofralarının ilki olan iftar sofrası iki aşamalıydı. Birinci aşama “İftariye” denilen ilk fasıl, ikincisi de yemeklerin yendiği ikinci fasıldı.

İftariyenin en temel özelliği veya gerekçesi, açlığın verdiği hızla yemeklerin üstüne atılmayı önlemek, bir nevi mideyi ve bedeni rahatlatmaktı. Küçük tabaklarda ve sahanlarda reçeller, peynirler, zeytinler ve benzeri yiyeceklerden teker teker alınırdı. Yanında mutlaka Ramazan pidesi olurdu. Ramazan pidesinin meraklıları, susam ve yumurtasını alarak iftardan yarım saat önce fırına giderek pidesini bizzat kendisi yaptırırdı.

İftariyenin ardından çoğunlukla akşam namazları kılınır ve asıl iftar yemeğine geçilirdi.

İftar yemeklerinin ardından da, Ramazanın neredeyse olmazsa olmaz gibi görülen tatlısı, yani güllaç yenirdi.

Ev halkı arasında yenen sahur yemeğinde gündüz, insanı susatmayacak, ama tok tutacak yemekler yenirdi. Bu sofrada çoğunlukla hoşaf olurdu. Çocukların bile bu manevi havadan tat almaları için Ramazan davuluna eşlik eden manilerle tatlı uykularından uyandırılır, sahura kaldırılırdı.

Sahur yemeğinden sonra sabah namazına kadar hatim okunur, sabah ezanı okununca da namazlar kılınıp yatılırdı.

Bu örneklerden de görüleceği gibi Osmanlı döneminde Ramazan ayı, hayatın hemen her yönüne damgasını vurmaktaydı. Ramazan’a mahsus ekmekler, başta güllaç olmak üzere tatlılar, iftar sofrasını süsleyen iftariyeler, büyüklerin konaklarında verilen diş kiralı ziyafetler… Minarelerde kurulan mahyalar, yakılan, hata uçurulan kandiller… Daha ziyade gece bekçileri davul çalarak ve mani söyleyerek halkı sahura uyandıran davulcular…

Sesi güzel müezzinler şehrin uygun camilerinden, zikir, salavât, dua gibi metinlerden oluşan ve adına “temcîd” denilen metinleri okuyarak halkı sahura kaldırırlardı. Bu o kadar yaygın hale gelmişti ki, sahur yerine temcid, sahurda yenilen pilava da temcid pilavı denir olmuştu.

İstanbul birçok şeyin olduğu gibi en zengin Ramazan kültürünün de merkezi idi. Burada yapılan belli camilerin avlularında yapılır, bu sergilerde, çeşitli ülkelerden getirilmiş baharat, şeker, şekerleme, tesbih, ağızlık gibi şeyler sergilenir ve satılırdı. Akşam ezanından önce Ayasofya ve Eyüp Camilerine gelenler burada, türbedarların verdikleri su ile iftar ederler, akşam namazını kıldıktan sonra çevredeki aşçı dükkânlarından birine giderek yemek yerlerdi.

Netice olarak, geçmişten günümüze Ramazanın kadrini, kıymetini bilen insanımız, Ramazanı dolu dolu yaşamanın belki binlerce yolunu bulmuş ve Ramazanı yaşatmıştı. Çoluk-çocuk, genç-ihtiyar herkes bu mübarek ayı en güzel ve en verimli bir şekilde geçirebilmek için her türlü vasıtayı seferber etmişti. İşte bunun içindir ki atalarımız bu aya “On bir ayın Sultanı” unvanı vermişti.
Alıntı ile Cevapla