PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Fıkıh ansiklopedisi


Syst3m
15 August 2009, 07:44
KONU: ABDEST
Islâm'da bazı ibâdetlerin yerine getirilmesi için yapılan ve bizzat kendisi ibâdet olan temizlenmeye Abdest denir. Abdest kelimesi Farsça'da su anlamına gelen "âb" ile el anlamına gelen "dest" kelimelerinden oluşmuş birleşik bir isimdir. Arapça karşılığı olan "vudû" kelimesi Hadislerde kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerim'de ise temizlik anlamında "tahâret" ve "zekâ" kelimeleri geçmektedir. Vudû' kelimesi güzellik ve temizlik anlamına gelmektedir. Dolayısıyla ibâdete başlanmadan önce insanın iç dünyasını güzelleştirmesi ve dışını da iyice temizlemesi gerekir.
Islâm'da abdestin farziyetine "Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklerinizle birlikte ellerinizi yıkayın. Başınıza meshedin. Her iki topuğunuzla birlikte ayaklarınızı da (yıkayın)..." (el-Mâide, 5/6), âyeti delâlet etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in abdest almadan hiç bir iş yapmadığını görüyoruz (Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 1583). Ancak abdest her amel ve ibâdet için değil başta namaz olmak üzere bazı ibâdetler için farz kılınmıştır. Fakat müslümanın sürekli abdestli bulunması sünnettir.

Abdest her şeyden önce her türlü pislik ve kirlilikten kurtulmak, yani maddî ve manevî bütün pislik ve mikroplardan uzak kalmak için İslam'ın emrettiği önemli bir ibâdettir. Mikrobun en kolay ürediği yer ağızdır. Ağızdan başlayarak el, yüz ve ayakların günde beş defa temizlenmesi İslam'ın temizliğe verdiği önemi gösterir. Böylelikle Islâm yüzyıllar önce temizliğin üzerinde durup insanoğlunu maddî-manevî her türlü pislik ve mikroptan korumayı hedeflemiştir. Bunun yanında abdest alan bir insan, kendini manen temiz ve rahat hisseder ve bu güzel his ve temiz duyguyla Allah'a ibâdete durur. Bu da ruhun temizliğini sağlamaktadır. Insanın yaratılış gayesi olan Allah'a kulluk böyle bir temizleme ameliyesi ile başlayınca insanoğluna vereceği zevk ve rahatlığın değeri sonsuzdur.

Insan abdestle bedenen ve mânen temizlendikten sonra Allah'ın huzuruna çıkar. Böyle bir temizlenme ile günlük bütün yorgunlukları ve yükleri geride bırakır.

Abdest almakla, dünyevî ve uhrevî birçok fazilet ve güzellikler elde edilir. Hz. Peygamber (s.a.s.) abdestle ilgili olarak şöyle buyururlar:

"Bir müslüman abdest alıp yüzünü yıkadığında, yüzündeki âzaların işlediği bütün günahları; el ve ayaklarını yıkadığında el ve ayaklarıyla işlediği bütün hata ve günahları, su damlalarıyla beraber akıp gider ve kendisi de tertemiz olur. Hatta kirpik ve tırnak diplerindeki günahlarından eser kalmaz. Âdâp ve erkânına uymak suretiyle abdest alıp kıbleye dönerek: "Eşhedü en lâ ilâhe illallahü vahdehu lâ şerike leh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasûlühü" diyen bu kul için cennetin kapıları açılmıştır; o, cennet kapılarının dilediğinden içeri girer."(Müslim, Tahare, 32, 33; Tirmizî, Tahâre, 2).

kaynak: islamdünyasi

Nixie
15 August 2009, 07:45
KONU: ABDEST NASIL ALINIR?
Farz, sünnet ve edeplerini yukarıdaki maddelerde verdiğimiz abdesti tertip ve usûlüne göre ancak şöylece alabiliriz:
Abdeste başlarken şu dua yapılmalıdır:

"Bismillâhilazîm ve'l hamdülillâhi alâ dini'l Islâm" .

"Yüce Allah'ın ismini anarak başlarım. Beni Islâm dini ve akidesi üzere yarattığı için hamd ederim."

Abdest almaya niyetlendikten sonra, eûzü besmele çekilerek eller bileklere kadar yıkanır. Parmakta yüzük varsa, kımıldatılır. Altına suyun geçmesi sağlanır.

Uzuvların yıkanması sırasında bizden öncekilerden nakledilen şu duaları okumak abdestin edeplerindendir.

A- Mazmaza=Ağıza su verme sırasında: "Allâhümme einnî alâ tilâveti'l Kur'ân ve zikrike ve şükrike ve hüsn-i ibâdetike."

"Allah'ım, Kur'ân-ı Kerimi okumada, seni zikretme, sana şükretme ve sana güzel şekilde kulluk etmede yardımını istirham ederim."

B- Istinşak = Buruna su verme sırasında: "Allâhümme, erihnî râyihate'l Cenneti verzuknî min neîmihâ."

"Allah'ım, bana Cennetin kokusunu koklat. Cennet nimetlerinden beni rızıklandır."

C- Yüzü Yıkama Sırasında

"Allâhümme, beyyid vechî binûrike yevme tebyaddu vücûhun ve tesveddü vücûh."

"Allah'ım, bir kısım yüzlerin ağarıp nurlandığı, bir kısım yüzlerin ise karardığı gün, benim yüzümü nurlandır, ağart."

D- Sağl Eli Yıkama Sırasında

"Allâhümme, a'tınî kitâbî biyemînî ve hâsibnî hisâben yesîrâ."

"Allah'ım, kitabımı -amel defterimi- sağl elime ver ve hesabımı kolaylaştır."

E- Sol Eli Dirseklere Kadar Yıkama Sırasında

"Allâhümme, lâ tu'tinî kitâbî bisimâlî velâ min verâi zahfi."

"Allah'ım, kitabımı -amel defterimi- sol elimden ve arkamdan verme."

Sonra sıra başı meshetmeye gelir.

Kaplama mesh için, eller ıslatılır, küçük parmakla üç parmak uc uca getirilir. Önden başlayarak başın üstü sıvazlanıp arka ve yan taraflarda böylece meshedilir.

F- Kulakları Yıkarken

"Allâhümmec'alnî minellezîne yestemîune'l-kavle feyettebiûne ahseneh."

"Allah'ım, beni hak sözü dinleyenlerden ve onun en güzeline uyanlardan eyle." denilir ve kulaklar yıkanır.

G- Boyuna Mesh Etme Sırasında

"Allâhümme a'tik unuki (veya rakabeti) mine'n-nâri."

"Allah'ım, boynumu Cehennem ateşinden azad buyur."

H- Ayakları Yıkama Sırasında

"Allâhümme, sebbit kademeyye ales'sırâtı yevme tezûlü Fhi'l-akdâm."

"Allah'ım, Sırat köprüsünde ayakların kaydığı günde ayaklarımı kaydırma, sabit eyle..."

Abdest alıp bittikten sonra Rasûlullah (s.a.s.)'e salavât getirilmeli ve şu dua okunmalıdır:

"Allâhümmec'alnî minettevvâbîne vec'alnî mine'l-mütetahhirîn."

"Allah'ım, beni, tevbe eden ve günahlarından temizlenen kullarından eyle. . ."

kaynak:islamdünyasi

Nixie
15 August 2009, 07:45
KONU: ABDESTİ BOZAN DURUMLAR
1- Idrar veya dışkı yollarından yani ön ve arkadan herhangi bir şeyin çıkması. Mâide sûresi 6. âyetinde "...sizden birisi abdest bozmaktan geri dönmüşse..." ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'e "Hades nedir?" diye sorulduğunda; "Her iki yoldan çıkandır" cevabını vermeleri, ön ve arka yollardan birinden çıkan idrar, dışkı, yel, vedi, mezi, meni, kurt ve diğer hususların abdesti bozduğunu ifâde eder.
2- Aklın idrak gücünü gideren hususlar; uyumak, bayılmak, delirmek, sarhoş olmak vs.'dir. Ancak oturduğu yerde kıpırdamadan uyuyan kimsenin abdesti bozulmaz. (Müslim, Vudû', 2; Ahmed b. Hanbel, 1, 256).

3- Vücudun herhangi bir yerinden kan, irin veya sarı su çıkması ve etrafına yayılması. Ağızdan akan kana bakılır, şâyet bu kan tükrük kadar veya tükrükten fazla ise abdesti bozulur.

4- Ağız doluşu kusmak. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) "Kusuntu abdesti bozar" (Tirmizî, Tahâre, 64) buyurmaktadır. Kusma ağız doluşu değilse abdest bozulmaz.

5- Cinsî münasebette bulunmak.

6- Tam olarak cinsî ilişki olmasa bile kadın ve erkeğin çıplak veya ince bir elbise ile vücutlarının veya tenâsül uzuvlarının birbirine değmesi.

7- Teyemmüm yapan kimsenin su bulması .

8- Namazda sesli olarak gülmek. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: "Sizden biriniz namazdayken kahkaha ile gülerse abdesti ve namazı birlikte iade etsin. " Kahkaha namazın dışında olursa abdesti bozmaz.

Bir kimse abdest alırken bazı organlarını yıkayıp yıkamadığı konusunda endişe ederse, şayet bu ilk defa karşılaştığı bir şüphe ise o organını yeniden yıkar, yok eğer sürekli şüpheye düşüp duruyorsa bu şüpheşinin önemi yoktur. Abdestini tam almış sayılır. Abdestinin bozulup bozulmadığını tam hatırlayamayan kişi kesin olarak abdest aldığını hatırlıyorsa abdestli demektir. Çünkü kesin olarak bilinen bir husus şüphelerle yok olmaz.

Ayrıca namaz haricinde abdestinden şüpheye düşenin abdest almasının takvaya daha yakın olduğu; fakat namaz içinde bulunan kimsenin ise abdestinden şüpheye düşmesi hâlinde namazını bozup abdest alması gerekmediği âlimler tarafından ifâde edilmiştir.


kaynak:islamdünyası

Nixie
15 August 2009, 07:46
KONU: ABDESTİ BOZMAYAN DURUMLAR
1- Kişinin ön veya arka yollarından başka vücudunun herhangi bir yerinden kan çıkıp, bir damla halinde kalması.
2- Kabuk bağlamış bir yaranın kan çıkmadan kabuğunun düşmesi.

3- Yaradan, burundan yahut kulaktan bir vücud kurdunun düşmesi.

4- Tenâsül uzvuna (cinsî organına) el sürmek.

5- Kadın vücudunun herhangi bir yerine dokunmak.

6- Ağız doluşu olmayan kusuntu.

7- Ağızdan çıkan balgam.

8- Oturduğu yerde veya namazda uyumak .

9- Ağlamak.

kaynak:islamdünyasi

Nixie
15 August 2009, 07:47
KONU: ABDESTİN ÇEŞİTLERİ
1-Farz Olan Abdest
Namaz kılmak, Kur'ân-ı Kerim'e el sürmek ve tilâvet secdesi yapmak için abdest almak farzdır. Cünüp veya abdestsiz olan kimsenin Kur'ân-ı Kerim'i eline almasının helâl olamayacağı hususunda Islâm bilginleri arasında ittifak vardır.

2-Vâcip Olan Abdest

Kâbe-i Muazzama'yı tavaf* etmek için abdest almak vaciptir. Bir kimsenin Kâbe'yi abdestsiz tavaf etmesi vacibi terk ettiğinden dolayı sorumlu olmakla beraber yaptığı bu tavaf câiz ve geçerlidir. Ancak bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:

"Tavaf, namaz gibidir. Fakat tavaf sırasında konuşmak câizdir. Tavafta konuşan kimse hayırlı söz söylesin." (Tirmîzî, Hacc, 112; Nesâî, Menasik, 126) .

Farz olan tavaf abdestsiz olarak yapıldığı takdirde bir küçükbaş hayvan kurban etmek gerekir. Cünüb olan kimsenin ise böyle bir farz tavafı yapması hâlinde bir büyükbaş hayvan kurban etmesi lâzımdır. Ancak bu farz tavaf, abdest alınarak yeniden yapılırsa böyle bir kurbana gerek kalmaz. Fakat farz günler dışında tekrar yapılması hâlinde geciktirilmiş olduğundan dolayı kurban kesmek gerekmektedir .

Yapılması vacipolan vedâ tavafını abdestsiz olarak yapan kimse bir miktar sadaka vermelidir. Fakat vacip olan tavafı cünüb olarak yapanın bir küçükbaş hayvan kurban etmesi lâzımdır.

3-Mendup Olan Abdest

Uykudan önce veya uykudan kalktıktan sonra, cenâze yıkamak, cenâze taşımak, cenâzeyi yıkadıktan sonra, cinsel temastan önce, ezberden Kur'ân okumak, hadîs okumak, Cenâb-ı Allah'ı ta'zim veya tesbih etmek için veya kızgınlık sırasında kızgınlığını gidermek gayesiyle abdest almak ve sürekli abdestli olmak niyetiyle abdest almak menduptur.

kaynak:islamdünyasi

Nixie
15 August 2009, 07:52
KONU: ABDESTİN FARZLARI
1-Yüzü Yıkamak
Yüzün bir defa yıkanması farzdır. Yüzün sınırları, saçın bittiği yerden sakal veya çene altına, kulakların köklerine kadar olan bölümdür. Gözlerin içine suyun ulaştırılması gerekmez. Ancak abdest alırken gözler sıkılmaz, tamamen açık bırakılmaz. Normal bir şekilde yüz yıkanır. Dudaklar yumulduğu zaman, dışarda kalan kısımlar yüzün sınırlarıdır. Sakal, bıyık ve kaşın altına suyu ulaştırmak gereklidır.

2-Kolları Yıkamak

Parmak uçlarından kol dirseklerine kadar -dirsekler de dahil- olan kısmı bir defa yıkamak farzdır. Eğer iğne ucu kadar kuru bir yer kalırsa veya tırnağının altına suyu geçirmeyecek (hamur, boya, çamur vb.) bir madde bulunursa, abdest alınmış sayılmaz. Ancak boyacıların tırnaklarındaki boyalardan kaçınmanın mümkün olmamasından dolayı bunlar abdeste zarar vermez. Tırnaklar parmak uçlarından dışarı taşacak kadar uzamış olursa o fazlalığı da yıkamak gerekir. Bir kimse abdest aldıktan sonra bu uzamış tırnağı keserse abdestini yenilemesi gerekmez. Parmakta yüzük var ve bu geniş ise abdest alırken bunu oynatmak sünnet, eğer yüzük dar ve altına su geçirmeyecek kadar parmağa oturmuşsa onu oynatmak farzdır.

3-Başı Meshetmek

Mesh, sözlükte eli bir şeyin üzerinden geçirmek demektir. Ibâdet hukukunda ise suyun bir vücut organına isâbet etmesidir. Başın meshedilmesindeki farz oranı alın miktarıdır. Bu miktar ise başın dörtte biridir. Meshederken üç veya daha fazla parmağı kullanmak gerekir. Iki parmakla yapılan mesh câiz değildir.

Başa giyilen sarık veya takke üzerine meshetmek geçerli değildir. Kadınlar da baş örtüleri üzerine meshedemezler.

4-Ayakları Yıkamak

Sağlam ve çıplak ayakları topuklarıyla birlikte bir defa yıkamak farzdır. Yaralı veya mestle örtülü ayakları yıkamaya gerek olmayıp sadece meshetmek yeterlidir. Mâide Sûresi 6. âyette geçen topuk = ka'b, ayağın iki tarafından inak kemiğine bitişik kemiktir. Rasûlullah (s.a.s.): "Vay ateşten o topukların haline... " (Buhârı, Ilim 30; Vudû', 27,29; Müslim, Tahâre, 25-28,30; Ebû Davud, Tahâre, 46) buyurduğu ve ayakların tamamen yıkanmasını emrettiği bilinmektedir.

Bir kimsenin ayağında yarık varsa ve o yarığa su sızdırmayan bir ilaç sürülmüşse, o kimse ayağını yıkadığı zaman, su yarığın altına geçmezse bu durumda su, ayağa zarar verecekse abdest yerine getirilmiş sayılır ve bu câizdir. Ancak su zarar vermiyorsa abdest tam olarak alınmış sayılmaz. Dolayısıyla zarar vermediği takdirde yarıklara su ulaşacak şekilde yıkamak gereklidır .


kaynak:islamdünyasi

Nixie
15 August 2009, 07:52
KONU: ABDESTİN MEKRUHLARI
1- Abdest alırken gereğinden fazla suyu boş yere tüketmek.
2- Gereği yokken suyu âdetâ âzaları mesheder gibi çok az kullanmak.

3- Suyu abdest âzalarına hızlı çarpmak, etrafa su sıçratmak.

4- Abdest alırken gereksiz yere konuşmak.

5- Ihtiyacı olmadığı halde abdest almak için başkasından yardım ve su dökmesini istemek.

6- Temiz olmayan pis ve kirli bir yerde abdest almak.

7- Abdestin sünnetlerini bilerek terk etmek.

Nixie
15 August 2009, 07:53
KONU: ABDESTİN SÜNNETLERI
1-Niyetle Başlamak
Niyet, bir şeyi yapmayı kalbinden geçirmektir. Kalpden niyet etmeden, yalnız dil ile niyeti söylemek yeterli değildir. Abdest için niyet müstehap bir sünnettir. Ancak Şâfiî mezhebine göre niyet, başlı başına bir ibâdet olduğundan abdeste niyet de farzdır. Bu sebeple niyetsiz abdest olamaz.

2-Abdeste Besmele ile Başlamak

Abdeste başlarken Allah'u Teâlâ'nın ismiyle yani besmele ile başlamak sünnettir. Rasûlullah (s.a.s.): "Allah'u Teâlâ'nın ismini zikretmeyen kimsenin abdesti yoktur." (Ebû Davud, Tahâre, 48; Tirmizî, Tahâre, 20; Ibn Mâce, Tahâre, 41) buyurarak besmelenin faziletini belirtmiş olmaktadır. Besmeleyi abdeste başlarken okumak esastır. Çıplak bir hâlde iken veya tuvalette besmele okunmaz. Bir kimse abdestin başında "Lâilâhe illallah" veya "Elhamdülillah" dese besmele yerine geçer (Fetevâyı Hinddyye, 1,7).

3-Önce Bileklere Kadar Elleri Yıkamak

Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): "Sizden birisi uykusundan uyandığı zaman, kat'iyyen elini yıkamadıkça su kabına daldırmasın. Çünkü o, eli nerede gecelemiştir bilemez" (Buhârî, Vudû', 26; Müslim, Tahâre, 87-88; Ebu Davud, Tahare, 49) buyurmuştur. Ayrıca insanın eli, temizleme hususunda bir araçtır. Dolayısıyla ilkin onu temizlemeye başlamak sünnettir. Bilindiği üzere, elleri, dirseklere kadar yıkamak (dirsekler dahil) farzdır. Fakat önce bileklere kadar yıkamak tertip olarak sünnettir.

4-Misvak Kullanmak

Rasûlullah (s.a.s.): "Eğer ümmetime zorluk vereceğinden çekinmeseydim, her namazdan önce onlara misvak kullanmayı mutlaka emrederdim." (Müslim, Tahâre, 15; Ahmed Ibn Hanbel, II, 250, 400) buyurmaktadır. Dişleri parmakla yıkamak misvağın yerini tutmaz. Ancak misvak bulunmazsa sağ elin bir parmağı ile dişleri temizlemek misvak yerine geçerli olabilir.

5-Ağzı Yıkamak

Abdest alırken Rasûlullah (s.a.s.)'in ağzını üç defa yıkadığı (mazmaza yaptığı) bize ulaşan bilgiler arasındadır. Bunun sınırı, suyun ağzın tamamını kaplamasıdır. Ayrıca her seferinde suyu yenilemek de sünnettir.

6-Burnu Yıkamak

Yine Hz. Peygamber (s.a.s.)'in abdest alırken burnuna da üç defa su çektiği bilinmektedir. Burna su çekerek sol eli ile suyu dışarıya verip yeniden su çekerek burnu sol el ile temizlemek sünnettir.

7-Kulakların Meshedilmesi

Baş meshedilirken kulakların da aynı şekilde sayılarak meshedilmesi sünnettir. Ayrı bir su ile meshedilmesini sünnet olarak kabul edenler de vardır.

8-Yıkanması Gereken Uzuvları Üçer Defa Yıkamak

Yıkanması farz olan yüz, eller ve ayaklar gibi organlarımızı üçer kere yıkamak sünnettir. Bu organlarımızdan her birini yıkamaya başlayınca ilk yıkama farzdır. En sağlam ve geçerli görüşe göre ikinci yıkama ise sünnettir. Abdest alırken, yıkanmakta olan organa su ulaşır ve ondan damla damla dökülüp akarsa, yıkamanın tamam olduğu tam anlamıyla anlaşılır.

9-Parmakların Arasını Yıkamak

"Parmaklarınızın arasını hilâlleyiniz ki onların arasına Cehennem ateşi girmesin ve onları hilâllemesin" (Ebu Davud, Tahâre 56, 59; Tirmizî, Tahâre, 30; Savm 68; Nesâî, Tahâre 91) buyuran Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu buyruklarıyla belirtilen işi yapmak sünnet olmaktadır. Bu aynı zamanda, farz olan yıkamanın da kâmil anlamda gerçekleşmesini sağlar.

10-Sakalı Ovmak

Abdest alırken sakalı bulunanların sakallarını, parmaklarını sakalın içine sokarak alt taraftan üst tarafa doğru hareket ettirmesi hilâllemek olarak tanımlanmaktadır. Rasûlullah (s.a.s.): "Müşriklere muhâlefet edin, bıyıkları kısaltın, sakalı uzatın." (Müslim, Tahâre, 56; Ebû Davud, Tahâre, 29; Tirmîzî, Edeb, 14; Nesâi, Zinet, 1, 56) buyurarak mü'minler için sakalın gerekçe ve önemini belirtmiş olmaktadır. Dolayısıyla mü'minler sakallarını sünnete göre uzatmak ve sakal bırakmak konusunda duyarlı olmak zorundadırlar.

11-Abdest Almaya Sağ Taraftan Başlamak

"Şüphesiz ki Allah'u Teâlâ, her şeye sağldan başlanmasını sever. Hattâ ayakkabılar giyilirken ve çıkarılırken dahi" (Buhârî, Vudû', 31) buyuran Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu uyarısına göre de abdeste sağldan başlamak sünnettir.

12-Tertibe Uymak

Abdest alırken, Mâide Sûresinde beyan buyurulan sıraya uymak ve bu sıraya göre abdest almak da sünnettir. Yani önce elleri ve akabınde yüzü yıkamak, ardından da başı meshetmek ve en son olarak da ayakları yıkamaktır. Imam Şâfiî (rh.a) bu sıraya uymanın farz olduğu kanaatindedir. Şâfiî'nin bu içtihadı ile âlimler abdestin farzının altı olduğunu tesbit etmişlerdir ki bunlar şöylece sıralanmaktadır: Niyet, ellerin yıkanması, yüzün yıkanması, başa meshedilmesi, ayakların yıkanması ve tertibe uymaktır.

13-Başın Tamamını Bir Defada Meshetmek

Abdest alan bir kimse, iki avucunu ve parmaklarını başının ön kısmından başlayarak arka kısmına kadar, başın tamamını kaplayacak bir şekilde arkaya doğru çekerek mesheder. Bu sünnettir. Başın tamamını devamlı olarak meshetmek ve özürsüz bir şekilde terk etmek günah olur.

Muvalât ise, organları ara vermeden birbiri ardında yıkamak demektir. Öyle ki ılıman bir havada ilk yıkanan organ, abdest tamamlanmadan kurumamalıdır.


kaynak:islamdünyasi

Nixie
15 August 2009, 07:53
KONU: ABDESTSİZ OLARAK YAPILMASI YASAK OLAN HUSUSLAR
1- Namaz kılmak.

2- Kur'ân-ı Kerim'e el sürmek.

3- Tilâvet secdesi yapmak.

4- Cenâze namazı kılmak.

5- Kâbe'yi tavaf etmektir.

Nixie
15 August 2009, 07:57
KONU: ADAK (NEZIR)
Allah'u Teâlâ'ya ibâdet maksadıyla mükellef olmadığı halde mübah olan bir işi yapmayı kararlaştırmak, kişinin öyle bir ameli kendisine vâcip kılması ve bunu yapacağına dair Allah'a söz vermesine Adak denir.

Allah rızası için yapılan adaklar Allah katında geçerlidir. Yalnız Allah'ın rızası gözetilirse böyle bir ibâdetten sevap elde edilir. Sırf Allah rızası için oruç tutmak, sadaka vermek, Kur'an okumak namaz kılmak gibi. Ancak sırf dünyevî bir maksat uğruna yapılan adaklar geçerli değildir. "Falan bir işim olursa şu kadar oruç tutacağım", veya şu kadar sadaka vereceğim demek gibi. Buna benzer dünyaya yönelik isteklerin olması halinde yapılan adaklarda sırf dünyevî bir arzu taşıdığından ibâdetlerde aranan ihlâs* ve Allah rızası özelliği kaybolmuş oluyor. Aslında böyle bir adak Allah'ın takdirini değiştirmez. Mukadder ne ise o olur. Fakat her ne olursa olsun "falan işim olsun, şöyle böyle oruç tutacağım, sadaka vereceğim..." gibi adakları yaptıktan sonra mutlaka yerine getirmek vâcip olur.

Allah'ın rızasını ve yardımını istemek maksadıyla yapılan bu ibâdet genellikle bütün semâvî dinlerde vardır. Kur'an-ı Kerim'de Hz. Meryem ile ilgili olarak anlatılan kıssada annesinin şöyle dediği ve adakta bulunduğu ifade edilmektedir: "Hani İmran'ın karısı şöyle demişti: 'Rabbim' karnımda taşıdığım çocuğu sadece sana hizmet etmek üzere adadım. Bunu benden kabul buyur Allah'ım sen her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilensin. " (Âl-i İmrân, 3/35). Ve yine Hz. Meryem'e şöyle hitab edilmişti: "İnsanlardan birini görürsen "Rahman olan Allah'a konuşmama orucu adadım bugün kimseyle konuşmayacağım" de." (Meryem, 19/26). Yalnız Semâvî dinlerde değil, kısmen semâvî din özelliği ve kalıntıları taşıyan bazı toplum ve dinlerde de adak inancına rastlanmaktadır. Yahudi ve Hristiyanların yanısıra eski Çin, Türk ve Arap toplumlarında adakların yapıldığı bilinmektedir.

Kur'an-ı Kerim'de adak ile ilgili olarak bazı hususlar zikredilmişse de bu konuda herhangi bir emir veya nehiy mevcut değildir. Fakat ileride de ele alınacağı gibi adaklar yapıldıktan sonra mutlaka yerine getirilmesi gerekmektedir.

Bazı Hadislerde Rasûlullah (s.a.s.), yapıldıktan sonra Allah'a itaat kabılinden olan adakların yerine getirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. (Tecrid-i Sarih Tercüme ve Şerhi, XII, 226 vd.) Adağın Hz. Peygamber tarafından yasaklandığını ileri sürenler olmuşsa da, bu adaklar insanı kaderden müstağni kılmaya sürükleyen anlayışlara dayalı olan adaklardır. Çünkü yapıldıktan sonra mutlaka yerine getirilmesi kesin olarak emredildiğine ve bu konuda gayet açık hükümler bulunduğuna göre, yasaklanmış bir hususun yapıldıktan sonra yerine getirilmesi isteniyorsa bu yasak ne ile izah edilebilir?

Adak, yemin keffâreti*nde olduğu gibi yerine getirilmesi kişinin İslâmî hükümlere olan sadakatine bağlıdır. Böyle bir adağı yaptıktan sonra onu yapmaması halinde İslâm devleti yetkilileri ibâdeti ihmal ettiğinden dolayı onu bu konuda zorlayamazlar. Ancak Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de "Nezirlerini edâ etsinler" (el-Hacc, 22/29) buyurmaktadır.

kaynaklar:islamdünyasi

Nixie
15 August 2009, 08:02
KONU: ADAĞIN KISIMLARI
Nezir'in şarta bağlı olan ve olmayan şeklinde ikiye ayrıldığı gibi bu türler de ayrıca kendi aralarında çeşitli kısımlara ayrılmaktadırlar.

A- Şarta bağlı olan adaklar

Bunlara ıstılâhî olarak "Muallak Adaklar" denir. Muallak adaklar ikiye ayrılır:

1- Bazı hususların gerçekleşmesine ve yapılmasına bağlanan adaklar. Meselâ 'Hastalığım geçer ve iyileşirsem şu kadar oruç tutacağım' veya 'Şu kadar kurban keseceğim' şeklinde yapılan adak gibi. Bu hastalığı geçerse bu ibâdeti derhal yerine getirmek gerekir. Böyle bir adağı daha sonra yapmak her ne kadar câiz ise de hemen yerine getirilmesi daha sevaptır.

2- Bazı iyi ve güzel hususların gerçekleşmemesi ve yapılmaması için adanan adaklar. Örneğin, 'Falan kimse ile konuşursam şu ibâdeti yapmak üzerime vâcip olsun' şeklindeki adaklar gibi. Burada koşulan şart falan kimse ile konuşmamadır. Bu şarta rağmen o kimse ile konuşulursa adağı yerine getirmek yahut bunun yerine yemin keffâreti ödemek gerekir.

Genel olarak belli bir şarta bağlanan adaklar belirtilen şartın gerçekleşmesinden önce yapılmazlar. Örneğin 'Falan işim olursa şu kadar oruç tutacağım' diye adak yapılıp o işi gerçekleşmeden adadığı orucu tutarsa adağını yerine getirmiş olmaz. Adı geçen işi gerçekleşince yeniden o orucu tutması gerekir.

Aynı şekilde bu tür bir adak belirli bir zaman, yer ve kişilere yahut belli bir şekle bağlanırsa mutlaka bu belirlenen şekilde yapılması şart değildir. Meselâ 'Falan işim olursa falan gün veya falan ay oruç tutacağım, şu parayı falan adama vereceğim', yahut şu kadar namazı falan camide kılacağım' dese belirtilen işi gerçekleşince belirttiği gün veya ayda oruç tutması şart değildir. Zikrettiği kişiye belirlediği parayı vermesi yahut söylediği camide namaz kılması şartı aranmamaktadır. Orucunu istediği bir zamanda tutması, sadakasını istediği kimseye vermesi, namazını istediği herhangi bir camide kılması mümkündür.

B- Şarta bağlı olmayan adaklar

Bunlara da "Mutlak Adaklar" adı verilmektedir. Bu tür adaklar da ikiye ayrılmaktadır.

1- Belirli olan yani muayyen adaklar: Şarta bağlı olmadan yapılan adaklardır. Meselâ 'önümüzdeki perşembe günü oruç tutmayı adamak' gibi.

Belirli olmayan adaklar. Bunlara da 'Gayr-i Muayyen Adaklar' denir. Bu tür adaklar da hiçbir şart ve zamana bağlı olmayan adak türleridir. Meselâ "Şu kadar gün oruç tutacağım" diyerek hiçbir şart ve zamana bağlamadan bir müddet oruç tutmayı adamak gibi.

Bütün bu hükümlere göre Mutlak * yani bir şarta bağlı olmadan adanan oruçların kesin olarak yerine getirilmeleri gerekir. Belirli bir zamanda yapılması adanan adak başka bir günde kaza edilmelidir. Aynı şekilde bu tür mutlak adaklarda belirli bir yer ve kişi ile belirli bir miktar da önemli değildir. Mühim olan bu adakların yerine getirilmesidir. Belirlenen yer, kişi ve miktarlar değiştirilebilir.

Nixie
15 August 2009, 08:04
KONU: ADAĞIN ŞARTLARI
Adağın İslâmî hükümlere göre geçerli olabilmesinin çeşitli şartları vardır:

1- Adanan ibâdetin cinsinden mutlaka bir farz veya vâcibin olması gerekir. Örneğin "üç gün oruç tutacağım.", "Şu kadar namaz kılacağım", "Kurban keseceğim", diye adamak câizdir ve böyle bir adak sahihtir. Fakat "Filan hastayı ziyâret edeceğim", "Aldığım malları sermayesine satacağım", demek adak olmuyor. Dolayısıyla Allah rızası için adanan ibâdetin cinsinden farz ve vâcip olmayan hattâ İslâm dininde yapılması uygun olmayan, İslâm'ın emretmediği kötü geleneklerden ibaret olan türbelere, yatırlara mum yakmak, bu yatırların uğruna bir şeyler yapmak, yatırlara bazı eşyalar adamak câiz değildir. Hattâ bu gibi adaklar kesinlikle haramdır .

2- Adayanın akıllı, bülûğa ermiş yani ergin olması gerekir. Adağı yapan kimsenin aklından hasta olmaması, çocuk yaşta bulunmaması gerekir. Erginlik çağına ulaşmamış olanlarla delilerin* yaptığı adakların yerine getirilmesi zorunlu değildir.

3- Adanan ibâdet o anda veya gelecekte yapılması farz olan bir ibâdet olmamalıdır. Meselâ 'şu işim olursa öğle namazını veya yatsı namazını kılacağım', yahut 'Ramazan'da oruç tutacağım', veya zengin olduğu halde 'Kurban bayramında kurban keseceğim' gibi adaklar sahih değildir. Çünkü bu gibi ibâdetler zaten farz veya vâcip ibâdetler olup yerine getirilmesi gereken ibâdetlerdir. Buna göre bu tür adaklar geçerli değildir.

4- Adanan ibâdet ayrıca bir farz veya vâcip bir ibâdete sebep ve zemin türünden olmamalıdır. Örneğin abdest almayı veya tilâvet secdesi yapmayı adamak da sahih bir adak değildir. Zira bu gibi ibâdetler farz olan ibâdetlere vesiledir, onun için adanmaz.

5- Adanan şey Allah'ın razı olmayacağı, günah özelliği taşıyan türden de olmamalıdır. Meselâ "Şu işim olursa kendimi Allah rızası için kurban edeceğim" diye bir adak yapmak geçerli olmadığı gibi haramdır. Fakat aslında İslâm'ın emrettiği bir ibâdet iken yine İslâm'ın başka bir sebepten dolayı yasakladığı bir ibâdet türü ise geçerli olur. Meselâ bir kimsenin Ramazan Bayramı'nın birinci gününde veya Kurban Bayramı'nın ilk üç gününde oruç tutmayı adaması sahih bir adaktır. Ancak bu günlerde oruç tutmak haram olduğu için, başka bir zamanda bu adağını kaza eder.

6- Adanan şeyin yerine getirilmesi mümkün olmalıdır. Meselâ geçen falan günde yahut falanın geleceği günde oruç tutmak gibi. Geçen bir gün geri gelmeyeceği gibi, falan kimsenin gece veya gündüz zeval vaktinden sonra gelmesi halinde artık oruç tutulamayacağı bellidir. Çünkü oruç gündüz tutulduğu gibi fecirden başlanması gerekir. Dolayısıyla böyle bir adak olmaz.

7- Adanan şey bir malın sadaka* olarak verilmesi ise, adanan mal adağı yapanın malından ve servetinden fazla olmamalıdır. Çünkü adağı yapan kimse ancak mal varlığı kadar bir tasaddukta bulunabilecektir. Ayrıca başkasının malını tasadduk etmeyi adamak da câiz değildir.

Nixie
15 August 2009, 08:13
KONU: ADAĞIN ŞARTLARI
Adağın İslâmî hükümlere göre geçerli olabilmesinin çeşitli şartları vardır:

1- Adanan ibâdetin cinsinden mutlaka bir farz veya vâcibin olması gerekir. Örneğin "üç gün oruç tutacağım.", "Şu kadar namaz kılacağım", "Kurban keseceğim", diye adamak câizdir ve böyle bir adak sahihtir. Fakat "Filan hastayı ziyâret edeceğim", "Aldığım malları sermayesine satacağım", demek adak olmuyor. Dolayısıyla Allah rızası için adanan ibâdetin cinsinden farz ve vâcip olmayan hattâ İslâm dininde yapılması uygun olmayan, İslâm'ın emretmediği kötü geleneklerden ibaret olan türbelere, yatırlara mum yakmak, bu yatırların uğruna bir şeyler yapmak, yatırlara bazı eşyalar adamak câiz değildir. Hattâ bu gibi adaklar kesinlikle haramdır .

2- Adayanın akıllı, bülûğa ermiş yani ergin olması gerekir. Adağı yapan kimsenin aklından hasta olmaması, çocuk yaşta bulunmaması gerekir. Erginlik çağına ulaşmamış olanlarla delilerin* yaptığı adakların yerine getirilmesi zorunlu değildir.

3- Adanan ibâdet o anda veya gelecekte yapılması farz olan bir ibâdet olmamalıdır. Meselâ 'şu işim olursa öğle namazını veya yatsı namazını kılacağım', yahut 'Ramazan'da oruç tutacağım', veya zengin olduğu halde 'Kurban bayramında kurban keseceğim' gibi adaklar sahih değildir. Çünkü bu gibi ibâdetler zaten farz veya vâcip ibâdetler olup yerine getirilmesi gereken ibâdetlerdir. Buna göre bu tür adaklar geçerli değildir.

4- Adanan ibâdet ayrıca bir farz veya vâcip bir ibâdete sebep ve zemin türünden olmamalıdır. Örneğin abdest almayı veya tilâvet secdesi yapmayı adamak da sahih bir adak değildir. Zira bu gibi ibâdetler farz olan ibâdetlere vesiledir, onun için adanmaz.

5- Adanan şey Allah'ın razı olmayacağı, günah özelliği taşıyan türden de olmamalıdır. Meselâ "Şu işim olursa kendimi Allah rızası için kurban edeceğim" diye bir adak yapmak geçerli olmadığı gibi haramdır. Fakat aslında İslâm'ın emrettiği bir ibâdet iken yine İslâm'ın başka bir sebepten dolayı yasakladığı bir ibâdet türü ise geçerli olur. Meselâ bir kimsenin Ramazan Bayramı'nın birinci gününde veya Kurban Bayramı'nın ilk üç gününde oruç tutmayı adaması sahih bir adaktır. Ancak bu günlerde oruç tutmak haram olduğu için, başka bir zamanda bu adağını kaza eder.

6- Adanan şeyin yerine getirilmesi mümkün olmalıdır. Meselâ geçen falan günde yahut falanın geleceği günde oruç tutmak gibi. Geçen bir gün geri gelmeyeceği gibi, falan kimsenin gece veya gündüz zeval vaktinden sonra gelmesi halinde artık oruç tutulamayacağı bellidir. Çünkü oruç gündüz tutulduğu gibi fecirden başlanması gerekir. Dolayısıyla böyle bir adak olmaz.

7- Adanan şey bir malın sadaka* olarak verilmesi ise, adanan mal adağı yapanın malından ve servetinden fazla olmamalıdır. Çünkü adağı yapan kimse ancak mal varlığı kadar bir tasaddukta bulunabilecektir. Ayrıca başkasının malını tasadduk etmeyi adamak da câiz değildir.

Nixie
15 August 2009, 08:15
KONU: ADET GÖRME (HAYIZ)
Genel Olarak Âdet

(Bu başlık altında âdetle ilgili meseleleri bir problemi çözer biçimde, oldukça karmaşık olarak anlatmak zorunda olduğumuzdan, konunun sonuna âdeti kısa ve öz olarak anlatan bir özet ekleyecegiz. Bu konuda kısa ve genel bilgi edinmek isteyenler, öncelikle orayı okumalı, orası ile halledemedikleri problemleri çıktığında, burada ilgili bölüme bakmalıdırlar. Aynı şey lohusalık ve hastalık kanı için de söz konusudur.)

1- Âdet görme, yani hayız, kadının özelliklerinden ve onu erkekten ayıran yönlerinden biridir. Âdet, anormal ve çirkin bir olay değil, normal ve kadının fıtratının, yani yaratılışının gereği olan doğal bir olaydır. Âdet görme, kadının sihhatli ve normal olduğunu gösterir.

2- Islâm bu konuda da aşırılıklardan uzak bir orta yolu öğretir: Cahiliyyet dönemindeki Araplar âdetli kadınlara arkadan cima ederlerdi. Hiristiyanlar âdetli kadınlara, bu hallerinde iken önden cima ederlerdi. Yahudilerle Mecusîler ise, tam tersine, âdetli kadından son derece uzak kalır, hattâ âdetleri bittikten sonra bir hafta daha onlarla bir arada bulunmazlar, onlarla beraber yemezler, içmezler ve oturmazlardı ve kitaplanndaki emrin bu olduğunu söylerlerdi. (Müslim, hayz 16; Ebû Dâvûd, tahâret 103.) Ilk ikisi temizlige dikkat etmeme ve sihhat bozucu bir davranış, diğeri de kadınları küçük düşürücü ve dışlayıcı bir uygulama idi.

3- Islâm geldi, "hayız, eziyet verici bir haldır, dolayısı ile hayızlı iken kadınla cima etmeyin..." (Bakara (2) 222.) âyeti gönderildi. Hiç mi yaklaşmayacağız diye soranlara, bunu Yahudilerden etkilenerek sormuş olabilecekleri için, Peygamber Efendimiz; "her şeyi yapın fakat cima etmeyin" (Müslim, hayz,16; Nesâî, taharet 180; Ibn Mâce, taharet 124; Darimî, vudû 117.) buyurarak, kadının âdetli iken kirli bir çaput gibi bir kenara atılamayacağını öğretti. Çünkü âdetlilik, pislik demek değildi. Kur'ân ondan "pisliktir" diye değil, "eziyettir" diye söz etti. Yani âdetli iken kadınla cima, hem erkek için, hem de kadın için bir eziyettir ve sağlıga zararlıdır.

4- Peygamberimiz bunu, uygulayarak da öğretti: O, annelerimiz olan hanımları âdetli iken göbekle dizkapağı arasını bir peştemal(izar) ile örtmesini söyler ve geri kalan yerlerinden yararlanır, okşar ve ilgilenirdi. (Buharî, hayz 5; taharet 175; Darimî, taharet 108; Muvatta, taharet 102) Bunu elbette kendisi cinsel tatmin aramak için yapmazdı. Çünkü hanımlarının hepsi bir anda âdetli olmayacağına göre cinsel ihtiyacağı âdetli olmayan hanımlarıyla normal yoldan giderebilirdi.

Durum bu iken böyle davranmasının iki önemli nedeni vardı:

a). Bunu yapmakla, bu konudaki batıl inançları yıkmış ve bunun caiz olduğunu bildirmiş oluyordu.

b). Âdetli iken bedensel ve psikolojik rahatsızlık duyan kadını, itilmişlik ve yalnızlık duygusundan kurtarmış ve ona eskisi gibi insan olmakta devam ettiğini göstermiş oluyordu.

Çünkü Peygamberimizin bütün hanımları âdetli iken kendilerine böyle davranıldığını haber vermişlerdir. (bk. Müslim, hayz 3.)

Bunu bir de onların, görüşüp konuştukları her kadına bunun normal ve caiz olduğunu anlatmaları ve yaygınlasması için yapıyordu.

5- Islâm'da âdetli kadının pis olan yönü sadece kanıdır. Nitekim erkeğin de idrarı ve dışkısı pistir. Âdetli kadınla cima dışında herşey yapılır. Onun teri ve tükrügü pis değildir, onunla kucaklasılir, öpülür, beraberce yemek yenir. Hattâ artığı yenilebilir.

6- Aişe Annemiz: "Allah Rasulü söylerdi ve ben âdetli iken onun başını yıkardım. Ben âdetli iken kucağıma yaslanır Kur'ân okurdu". (Buharî, hayz 2, 3; Müslim, hayz 15; Nesâî, taharet 173,174;Müsned V/400, VI/68,117,135,148.) Âdetli iken kemikli haşlamanın etini ısırırdım ona verirdim, alır ve benim ısırdığım yerden ısırırdı. Âdetli iken su içtiğim kabı ona verirdim, alırdı ve ağzını, benim ağzımı koyduğum yere koyar ve içerdi" (Müslim, hayz 14; Izahi için bk. Davudoğlu N/990-91; Ebû Dâvûd, tahâret 103.) demiştir.

7- Âdet görme, Allah'ın bir kanunudur. O, âdetli kadının namaz ve orucunu da bırakmasını emretmiştir. Kadın nasıl namaz kılma ve oruç tutma emrini yerine getirirken sevap kazanırsa, âdetli zamanında yine emre uyarak namaz kılmamak ve oruç tutmamakla da sevap kazanır.

8- Fıkıh kitaplarımızın hemen hemen hepsinde âdetin, en zor meselelerden biri olduğu söylenir. Çünkü gerek âdetin başlangıç ve bitim zamanlarının hesabı, gerek âdet kanının özellikleri ve gerekse âdetli iken yapılabilen ve yapılamayan şeyler, yani, âdeti ilgilendiren gusül, namaz, Kur-ân okumak, oruç, itikâf hacc, cinsel ilişki boşama, iddet, istibra vb. meseleler kolaylıkla bilinebilecek şeyler değildir. Dini titizligi ve gayreti olanlar dışında bu konuyu çok az kimse bilebilir ve Allah'ın arzusuna uygun olarak yaşama derdi olmayan zayıf imanli kimseler bu konuda çok büyük hatalar yaparlar ve bünyelerine de, dinlerine de, eslerine de zarar verirler. Bu yüzden özellikle kadınların bu konuyu çok iyi bilmeleri gerekir. Erkekler de evin reisi ve kadının "kayyum"u olmaları bakımından bundan aynı derecede sorumludurlar.

Âdetin Tanımı

9- Âdet: Hamile olmayan, ergin kadının rahminden (döl yatağından), lohusalık ya, da kan akmasına sebep olan bir hastalıktan ötürü değil de ergin kadınlık gereği, belli sürelerle gelen kandır.

Bu, âdeti bir kan ya da olay görmemiz halinde yapacağımız tariftir.

10- Âdetli olmayı değişik bir durum ve yeni bir hal olarak düşünürsek âdeti; sözü edilen kan sebebi ile ortaya çıkan şer'î bir engeldir, diye tarif ederiz.

Yani birinci tarif, âdet kanının pis bir madde olmasına, ikinci tarif de sebep olduğu hades (hükmî pislik, yani abdestsızlık ve gusülsüzlük) haline göredir.

11- Âdet dediğimiz "hayz" in sözlük anlamı "akmak" tir.

12- Hayız karşılığı olarak dilimizde kullanılan en yaygın kelime "Âdet"tir. "Aybaşı", "kirlilik", "namazsızlık", "ay hali" gibi kelimeler de aynı anlamda kullanılır.

ÂDET KANININ ÖZELLİKLERİ:

Rengi ve Kokusu

"Ümitsızlık" yaşına varmayanlarda saf beyaz akıntı dışında gelen kırmızı, siyah, hakî, bulanık, saman ya dadişsarısi, hatta yeşil gibi her renk âdet kanı olabilir. Ümitsızlık yaşına varanlarda ise âdet kanının rengi sadece koyu kırmızı ya da siyahimsidir. Dolayısı ile ellibeş yaşınıgeçenlerden gelen ve bu iki rengin dışında olan her akıntı âdet değil, hastalık kanıdır.

Kanın rengi konusunda, ilk çıktığı ve bezde belirdigi zamana itibar edilir. Çünkü o anda tazedir ve asıl rengindedir. Kuruduktan sonraki rengine itibar edilmez. Çünkü kuruyunca rengi değişebilir.

Âdet kanının kokusu ağır ve rahatsız edicidir. Hastalıktan dolayı gelen kan ise kokusuzdur.

Âdet Kanının Ilk Çıkışı (Sübûtü)

Ilk âdetini gören ya da ilk doğumunu yapan kadının âdeti ve lohusalığı ile ilgili hükümler değişiktir ve bu durumdaki kadına "mübtedie" yani, yeni başlayan, ilk âdet gören denir.

Âdetin ilk başlama yaşı dokuz yaştır.

Yeni başlayan kadının âdet zamanı gördüğü her kan, üç günden az on günden çok olmadıkça, âdet kanı, doğumunda gördüğü her kan da, kırk günü geçmedikçe lohusalık kanıdır.

Ilk başlayan kadın bir saat (bir süre anlamında) kan görüp arkasından ondört gün temiz kalsa, onun ardından da yine bir süre kan görse ilk on günü âdet sayılır ve bununla ergin olduğuna hükmedilir. Çünkü bu iki kan arasındaki temizlik, onbeş günden az olduğu için anormal bir temizliktir. On günün bitiminde; temizlik halinde de olsa, yıkanır. Ramazan ise, bu on günde tutmadığı oruçlarını kaza eder.

Bu örnekte görüldüğü gibi, yeni başlayanın âdeti temizlikle başlayamaz ama, temizlikle sona erebilir.

Dokuz yaşını tamamlayan kız ilk defa gördüğü kandan dolayı namazını ve orucunu bırakır, evli ise karıkoca ilişkisinde bulunmaz. Kan üç gün tamamlanmadan kesilir ve onbeş gün dolmadan bir daha akmazsa, âdet kanı değil özür kanı olduğu anlaşılır ve bıraktığı oruç ve namazlarını kaza eder. Fakat Imam Muhammed'den nakledilen bir görüşe göre bu durumda olan kadının gelen bu ilk kanın üç gün devam etmedikçe âdet kanı olduğu kesinlesmez, sahibi de namazı bırakamaz ve orucu erteleyemez. Aricak birinci görüş daha sağlamdir. Çünkü Allah Teâlâ Kur'ân'da âdeti "ezâ" diye nitelemiştir (2/222) Kanın çıkmasıyla bu nitelik gerçekleşmiş ve âdet kabul edilmesinin sebebi oluşmustur.(Bu konuda Malıkîlerin de güzel bir değerlendirmesi vardır: Dokuz yaşına girmemiş bir kızdan gelen kan bir illet kanıdır. Dokuz ile oniki yaş arasında bulunan bir kızdan gelen kan, bilen kadınlara ya da doktara gösterilir, kesinlikle âdettir derlerse ya da şüphelenilirse bir illet kanı sayılır. Onüç yaşına gelen bir kadından elli yaşına kadar gelen kan ise mutlaka âdettir. Elli yaşını geçmiş bir kadından yetmiş yaşına kadar gelen kan da yine bilir kadınlara ya da doktora gösterilir. Yetmiş yaşına ulaşmış bir kadından gelen kan ise kesinlikle özür kanıdır.Şâfiîlere göre âdetten kesilmede belirli bir yaşı yoktur. Hanbelîlere göre ise elli yaş âdetten kesilme yaşıdır.)

Âdetin başlaması kanın yuvarlak olan iç ferçte (kadının cinsel organı) belirip, uzunca olan dış ferce geçmeşiyle ya da sadece iç dudaklann ucuna kadar gelmesiyledir. Akşamdan bez ya da pamuk koyup, sabahleyin bezinde ya da pamuğunda kan gören kadının âdeti, kanı gördüğü andan itibaren başlar. Çünkü "olaylan en yakın zamanına bağlamak" bir kuraldır. Pamuğu koyduğu andan itibaren başlar diyenler de vardır.Tersine; âdetli bir kadın, kullandığı bezi sonradan temiz görse, temizliği bezi koyduğu andan itibaren başlamış sayılır.

Âdetin sona erdiği yaş ise ellibeştir. Bu yaşa "iyâs" yani "ümitsizlik" yaşı denir ki, kadın artık hamile kalma ümidini yitirmiş demektir.

Çok nadır olsa bile kadın ellibeş yaşını geçtikten sonra da âdet görebilir. Meselâ bu yaştan sonra gelen kan koyu kırmızı ya da siyah ise âdet kanıdır, değil ise hastalık kanıdır, âdet değildir.

Ellibeş yaş ender durumlar dışında, kadının âdetten kesilmeşinin son yaşıdır. Âdetten kesilmeye başlamanın ilk yaşı ise kırkbeştir.

Burada ve diğer dinî konularda yaş hesaplamasında Güneş Yılına değil Ay Yılı'na itibar edilir.

Âdetin Ölçüsü (En Azı ve En Çoğu)

Âdetin en az süresi üç tam gün, yani yetmiş iki saattır. Ebu Yusuf'a göre iki tam gün ve üçüncü günün de yarıdan çoğu âdetin en azıdır.

Buna göre meselâ pazar günü güneş doğarken bir süre kan görse, arkasından da çarsamba günü şafak sökümüne kadar kan kesilse ve aynı gün güneş doğmadan az önce tekrar kan görse ve güneşin doğumunda kesilse, ya da ikinci doğuşa kadar sürse, bu kan âdet kanıdır. Çünkü yetmiş iki saatlık ölçü (nisab) tamamlanmıştır. Kanın bu ölçünün iki ucunda görülmesi yeterlidir, bu ölçü süresince devam etmesi şart değildir. Arada bir gelmesi, âdet olması için yeterlidir.Yine bu maddeye ve bu örneğe göre kan yetmişıkı saat dolmadan az önce kesilse, arkasından onbeş tam gün temiz kalsa bu kan âdet kanı değildir, çünkü ölçü (nisab) dolmadan normal bir temizlik süresi geçmiştir. Böyle bir temizlik süresinden sonra gelecek kan önceki ile beraber hesaplanamayacaktır.

Fakat kanın kesilmesinden sonra onbeş tam gün dolmadan, meselâ onuncu ya da daha önceki bir gün tekrar kan görse, hepsi âdet kanı olmuş olur. Eğer on günden sonra, onbeş günden önce görecek olsa, düzgün âdeti bulunması halinde âdet günleri kadarı, bulunmaması halinde ise on günü âdet kanı sayılır. Çünkü, ileride de geleceği gibi, âdetin en çoğu on gündür ve âdet günleri içerisinde kanın sürekli gelmesi şart değildir, yani eksik temizlik de kesintisiz kan sayılır.(Imam Şafii ve Ahmed'e göre âdetin en azı bir gün ve bir gece, en çoğu ise onbeş gündür. Imam Malık'e göre ise azı ve çoğu için bir sınır yoktur. Bu görüşlerin de dayandıkları şer'i deliller mevcuttur).

Âdetin en çok süresi on tam gün, yani, ikiyüzkırk saattır. Ancak kadın fetva sorduğu müftüye onbirinci günde temizlendığını bildirse fetva verecek olan, bir kaç saati hesaba katmayıp ona on gün âdet gördüğünü söyler. Âdetin en azı dışında hep böyle davranılıp, yeni güne geçmiş birkaç saat hesaba katılmaz. Ta ki, kadınların bu durumu zor bir problem haline gelmesin.

Bu maddeye göre üç günden az ve on günden fazla gelen kan âdet kanı değil, hastalık kanıdır.

ÂDET GÜNLERİNDE DEĞİŞME (INTİKAL)

Âdet günlerindeki değişme, yani "intikal", âdet meseleşinin en önemli noktasıni oluştuiur. Dolayısı ile bu konuda özellikle kadınların çok dikkatli olması gerektir.

Bazı kadınların âdet günleri düzenlidir. Her ayın belli gününde başlar ve belli gün kadar sürer. Böyle olan kadınlar için âdet hesapları konusunda bir zorluk yoktur. Böyle bir kadına, âdeti belli, anlamında "mu'tâde" denir.

Ancak yaş ve sağlık durumundaki değişmeler, iklim şartları ve doğum gibi bazı olaylar yüzünden çoğu kadınların âdet günlerinde oynama, artma, ya da eksilme olabilir. Bu olaya "intikal" denir.

Düzenli âdeti olan, meselâ her ayın belli gününden başlamak üzere belli gün âdet gören bir kadın, arada bir her nasılsa, yine âdet gününden başlamak üzere on günü aşkınken görse, âdetine itibar eder, sadece on günü aşan günlerde değil, âdet günlerini aşanlarda da temiz sayılır. Kan geldiği için terkettiği ibâdetlerini kaza eder.

Düzenli âdetin değişmesi (intikal), âdet gördüğü gün sayısında olabileceği gibi, başlama zamanında da olabilir. Buna göre değişmede (intikalde) su ihtimaller söz konusu olur.

Âdetin zıddına gelen kan, on günü ya aşar veya aşmaz.

Aşması halinde kan gördüğü bu on günü aşkın günler içerisinde önceki düzenli âdetinin günlerine rastlayan en az bir âdet ölçüsü (nisab), yani üç gün bulunur ya da bulunmaz.

Bulunması halinde, bu bulunan günler âdet günlerine ya eşittir veya değildir.

Âdetin zıddına gelen bu kan on günü geçmemesi halinde de ya tam on gün olur ya da daha az olur.

Söz konusu kan on günü aşar ve içerisinde önceki düzenli âdetinin bulunması gereken günlerden en az bir âdet ölçüsü (nisab), yani üç tam gün kadarı bulunmazsa âdet, zaman olarak değişmiştir ancak sayı aynıdır.

Açıklaması: Adeti her (dinî) ayın ilk gününden başlamak üzere beş gün olan bir kadın, ayın âdet görmesi gereken bu ilk beş gününde, ya da baştan üçünde temiz kalsa, sonra onbir gün kan görse, bu durumda bu onbir günün içerisinde ilk ihtimale göre âdetinden hiç bulunmamış ikinci ihtimale göre de sadece iki gün bulunmuştur. Dolayısı ile bu kadının âdeti, kan gördüğü günden başlamak üzere beş gündür, çünkü kan on günü aşmıştır, bu yüzden sayı olarak âdetine döner. Yani âdeti sayı bakımından değil de, zaman bakımından değişmiş (intikal etmiş) olur. Çünkü önceki âdet günleri temiz geçmiş, hattâ öncelerinde de kan görülmemiştir. Dolayısı ile âdet kabul edilmesi mümkün değildir.

On günü aşan bu kan içerisinde, önceki âdet günlerinin en az bir âdet ölçüsü (nisabi), yani üç gün bulunursa, sadece bu üç gün âdettir, geri kalan hastalık kanıdır.

Önceki âdet günlerinin tamamı bu on günü aşan kan içerisinde bulunursa, bu durumda âdet; gün sayısı olarak da zaman olarak da değişmemiş, nerede ise ve ne kadarsa öyle kalmış ve o miktardan fazlası hastalık kanı olmuş demektir.

Açıklaması: Âdeti her (dinî) ayın ilk gününden başlamak üzere beş gün olan bir kadın, bir defasında henüz ayın biri olmadan beş gün kan görse, kan devam edip âdet günleri olan ayın ilk beş gününde de görüldükten sonra, fazladan da bir gün kan görse, toplam onbir gün eder. Esas âdet günleri de onların içerisindedir. Bu durumda önceki âdet günleri olan ayın ilk beş gününde gördüğü kan âdet kanı, önceden beş ve sonradan bir gün gördüğü kan ise hastalık kanıdır.

Yine bu on günü aşan kan içerisine önceki düzenli âdetinden bir âdetin en az ölçüsü rastlasa ve fakat bu rastlayan günler önceki âdet günlerine eşit olmasa, öncekinden az da olsa âdet bu ikinci sayıya geçmiş ve o, âdetin sayısı olmuştur:

Açıklaması: Âdet günleri ayın ilk beş günü olan bu kadın, ayın ilk iki gününde temiz kalsa, arkasından onbir gün kan görse, kan gördüğü günlerin ilk üçü, önceki âdetine rastladığı ve en az âdet ölçüsünü doldurduğu için âdeti sayılır. Bu durumda âdeti sayı olarak değişmiş zaman olarak değişmemiş ve beş günden üç güne intikal etmiş olur. Geri kalan sekiz gün ise hastalık kanıdır.

Kan gördüğü günlerin sayısı on günü geçmedikçe, düzenli âdeti kaç gün olursa olsun, hepsi âdettir.

Ancak bu kurala, arkasından tam bir temizlik süresi geçirirse, kaydını eklemek gerekir. Bir tam temizlik, yani onbeş gün geçmeden tekrar kan görürse yine âdetine döner fazlasını hastalık kanı sayar. Çünkü aralarında bir tam temizlik bulunmayan kan sürekli akmış sayılır.

Açıklaması: Âdet günleri ayın ilk beş günü olan örneğimizdeki kadın, ayın ilk günü kan görse, fakat kan beş gün değil, altı gün sürse altıncısıda âdet kanıdır. Aynı kadın ondört gün temiz kaldıktan sonra tekrar kan görse bu defa ilk âdetine döner ve o altıncı günü âdet değil, hastalık kanı sayar, ibâdetlerini kaza eder. Çünkü normal temizliğin en azı onbeş gündür.

Âdet bir seferle yerleşmiş ve sabitleşmiş olur.

Meselâ ilk defa âdet gören bir kız ilk âdetinde altı gün kan görse arkasından yirmidört gün temiz kalsa âdeti böylece yerleşmiş olur. Dolayısı ile sonraki aylar bir hastalık yüzünden kendisinden sürekli kan gelecek olsa âdetini ve temizlik günlerini önceden sabitleşen bu sayılara göre hesaplar.

Âdetin değişmesi, yani düzgün bir âdetin, sayıca ya da zamanca başka bir düzgün âdete dönüşmesi (intikal), peşpeşe iki âdetin aynı ölçüde ve önceki âdete zit olarak gelmesiyle olur.

Bu son iki maddeyi daha iyi anlayabilmek için şöylece örneklendirebiliriz:

Düzenli âdeti meselâ altı gün olan bir kadın, bir ay yedi gün âdet görse bu yedinci gün hayız olmuş olur, ancak bir sonraki ayda da yedi gün âdet görmedikçe düzenli âdeti yedi güne çıkmış olmaz. Bu sözü edilen yedinci gün hayız olmuş olduktan sonra düzenli olup olmaması ne değiştirir? gibi bir soru akla gelebilir. Bunların farkı su örnekle anlaşılabilir: Düzenli âdeti meselâ altı gün olan bir kadın bir ay yedi gün, onun arkasındaki ay ise onbir gün âdet görse, iki ay peşpeşe aynı sayıda âdet görmediği için düzenli âdeti yine altıdır ve ikinci ayda on günü aşacak gekilde kan gördüğüne göre, yedi günden fazlası değil altı günden fazlası, yani beş günü hastalık kanıdır: Fakat iki ay peşpeşe yedi gün sürmesi, düzgün âdetin yedi güne intikal ettiğini gösterir. Ondan sonraki ay, kanın onbir gün gelmesi halinde, beş değil de sadece dört günün âdet olmadığı anlaşılır. Ama sabit ve düzgün bir âdeti olmayan kadından gelen kan, önceki âdeti kaç gün olursa olsun, on günü geçmedikçe âdet sayılır. Meselâ bir ay altı, bir ay yedi, bir ay sekiz, bir ay dokuz, bir ay on gün âdet görse bunların hepsi âdettir: Ertesi ay onbir gün kan görse, on günü âdet bir günü hastalık kanı olmuş olur.

Kısaca âdet bir defa ile sabit ve yerleşmiş, iki defa ile değişmiş yani intikal etmiş olur.

Kanın Kesilmesi Durumu

Âdetin hakikaten ya da hükmen sona ermesi durumuna kanın kesilmesi adı verilir. Hakikaten sona ermesi kanın artık akmamasıyla, hükmen sona ermesi de âdette on günü Lohusalıkta da kırk günü geçmeşiyle olur. Yani en çok sınırı geçince kan kesilmese de kesildiğine hükmedilir. Bu yüzden bu her iki duruma da "kanın kesilmesi" tabirini kullanacağız.

Kanın kesilmesi, yani âdetin hakikaten yada hükmen sona ermesiyle, kadınla, yıkanmadan bile cinsel ilişkide bulunmak caiz olur. Ancak cinsel ilişkiyi yıkanmasından sonraya ertelemek müstehap (dinen güzel)'dir.

Kan kesildiği anda içinde bulunduğu farz namazın vaktinden bir başlangıç tekbiri alacak, yani "Allah" diyecek kadar zaman kalmışsa o namazı kaza etmesi gerekir.

Meselâ Ramazan'da şafak sökmeden biraz önce kan kesilecek olsa: O geceki yatsı namazını kaza eder, o günün orucunu ise edâ (vaktinde) olarak tutar.

Bütün bu konularda zamanın sonuna itibar edilir. Meselâ, vaktin son anında temizse o vaktin ibâdetini kaza edecek, değilse etmeyecektir.

Bu maddeye göre; vaktin sonunda bir başlangıç tekbiri alacak kadar süre kalmışken ergin olan çocuk ve müslüman olan kâfir o vaktin namazını kaza eder. Kendine gelen deli, ikameye niyyet eden yolcu ve yolculuğa niyyet eden mukim (yolcu olmayan) için de durum aynıdır.

Vaktin sonunda delirse ya da kadın âdet görse o vaktin farzı üzerlerinden düşer.

Düzgün âdeti olan bir kadından kan, en çok süresinden önce ve fakat düzgün âdeti sona erdikten sonra kesilse, yıkanma, ya da o mümkün değilse teyemmüm alma süresi de âdetinden sayılır ve yıkanmadan âdeti bitmiş ve temiz olmuş olmaz, kendisi ile cinsel ilişkide bulunulamaz.

Buna göre; bu durumdaki kadın, ancak yıkanabilecek ya da onun yerine teyemmüm alabilecek bir süre ile beraber bir başlangıçtekbiri de alabilecek kadar bir zamanına yetiştigi vaktin namazını kaza eder.

Bu durumdaki kadın yahudî ya da hiristiyan (yani kitabiyye) ise yıkanmadan da müslüman kocası kendisiyle cinsel ilişkide bulunabilir. Çünkü o yıkanma ile mükellef değildir.

Yıkanabilecek zaman içerisinde; su alıp gözden uzak bir yere çekilmek ve elbiselerini çıkarmak da hesaba katılır.

Âdeti bu şekilde sona eren bir kadın yıkanmadıkça ya da o mümkün değilse teyemmüm alıp namaz kılmadıkça, tam bir namaz vakti geçmeden kocası kendisiyle cinsel ilişkide bulunamaz. Ama yıkanırsa, ya da teyemmüm edecek bir durumda olur da teyemmüm alıp onunla bir namaz kılarsa hemen cinsel ilişkide bulunabilirler.

Bu maddeye göre; güneş doğmadan çok az yani yıkanmadıkça ve başlangıç tekbirine yetmeyecek kadar bir süre önce kan kesilse, yıkanmadan ya da imkân yoksa teyemmüm almadan ikindinin vakti girinceye kadar kocası kendisi ile cinsel ilişkide bulunamaz. Yatsıdan az önce kesilmesi halinde de aynı şartlarla sabahın vakti girinceye kadar cinsel ilişkide bulunamazlar.

Ancak âdetin ya da lohusalığın en çok süresi, yani âdette on gün, lohusalıkta kırk gün dolmuş ise hiçbir şey gerekmeden cinsel ilişkide bulunabilirler. Kırkinci maddede anlatılan duium, budur.

Düzenli âdeti olan da âdeti dolmadan, fakat üç gün tamamlandıktan sonra kanın kesilmesi halinde, yıkanır ibâdetlerini edâ eder, ancak düzenli âdet günleri tamamlanıncaya kadar ihtiyaten cinsel ilişkide bulunmaz.

Meselâ: Düzenli âdeti on gün iken kan üç gün geldikten sonra kesilse kalan yedi gününde ibâdetlerini edâ eder; ancak ihtiyaten cinsel ilişkide bulunmaz. Çünkü âdet günleri içerisinde kanın tekrar gelmesi kuvvetle muhtemeldir.

Lohusada da, düzenli bir âdeti olması, meselâ bir doğumunda kırk gün kan görmüş olması halinde durum aynıdır. Yani sonraki doğumda eğer otuzuncu gün kan kesilirse yıkanır, ibâdetlerini edâ eder ve fakat kırk gün dolmadan ihtiyaten cinsel ilişkide bulunmaz. Ama böyle bir âdeti yoksa, lohusalığın en azı olmayacağı için, kan kesilip yıkanınca cinsel ilişkide bulunabilir.

Kadın -ister yeni başlayan, isterse düzgün âdetli olsun- âdet olabilmesi mümkün olan zamanlarda her kan gördüğünde namazını bırakır ve üç günden önce kanın her kesildiğinde de namazını kılar. Ancak tekrar kan gelme ihtimalınıdüşünerek vaktin sonunu bekler.

Meselâ iki gün kan gördükten sonra bir yatsı vakti girmisken kan kesilse bekler, sahurun bitimine bir süre kalıncaya kadar kan görmezse sadece abdest alırve namazını kılar. Çünkü üç günü doldurmayan o kan âdet kanı sayılmaz. Sonunda bırakacağı süre ise normal yıkanıp bir namaz kılabileceği kadar süredir. Bu durumda namaz için vaktin sonunu beklemek farzdır. Ama üç gün dolduktan ve fakat âdeti tamamlanmadan önce kanın kesilmesi ve yıkanması duiumunda ise namaz için vaktin sonunu beklemek farz değil, müstehap (hoş görülen olur) (38. md. bak).

Kanın kesilmesi dunimu lohusalıkta da her konuda aynen âdette olduğu gibidir. Ancak Lohusa, geçen günlerin azına çoğuna bakmadan kanın her kesildiğinde yıkanır. Bu farzdır. Çünkü lohusalığın en az sınırı yoktur.

Kanın Sürekli Akması Durumu

a) Düzgün Âdetlide (Mu'tâde'de):

Kanın sürekli akması yani, en çok süresi olan on günü geçmesi duiumu, düzgün âdetlide olursa, temizliği ve âdeti, her hükürnde, önceden olduğu gibidir. Ancak temizliği altı aydan fazla idiyse bu durumda altı aydan biraz az olarak hesaplanır.

Meselâ:

a) Her ayın ilk altı gününde âdetli kalan, yirmidört gününü temiz geçiren,

b) On gün âdetli 179 gün, yani altı aydan biraz da olsa az temiz geçiren,

c) On gün âdetli, bir yıl temiz geçiren üç kadın düşünelim.

Bunlardan kanın kesintisiz akması durumunda; birincisi âdeti olduğu üzere her ayın ilk altı günü kendisini âdetli sayar, altı gün dolunca yıkanır, kalan yirmidört günü temiz gibi davranır. Ikincisi de yine aynen kendi âdetini uygular. Üçüncüsü ise on gün âdetli ve altı aydan bir anlık az bir süre temiz olarak davranır. Ta ki, böylece hamilelik temizliği ile âdet temizliği birbirniden ayrılmış olsun. Çünkü hamileligin en az süresi altı aydır.

Bu durumda âdet on gün, temizlik ise iki ay olarak hesaplanır diyenler de vardır, ama dayanagi güçlü olan yukarıda söylenendir.

b) Ilk Âdet Görende (Mübtedie'de):

Kanın sürekli akması durumu âdeti yeni başlayanda olursa dört ihtimal düşünülebilir:

a) Kan, ergin olur olmaz akmaya başlamış ve devam etmiş olabilir.

b) Norrnal bir kan ve nomial bir temizlik gördükten sonra sürekli gelmiş olabilir,

c) Anormal bir kan ve anormal bir temizlik gördükten sonra sürekli gelmiş olabilir,

d) Normal bir kan ve anormal bir temizlik gördükten sonra sürekli gelmiş olabilir. Yeni başlayanda (mübtedie) bir başka ihtimal düşünülemez.

a) Ergin olur olmaz sürekli kan görenin âdeti, devamlı kanın başlangıcından itibaren on gün, temizliği ise yirmi gündür. Kan devam ettiği sürece hesabı böylece yerleşmiş olur. Lohusalığı ise kırk gündür. Arkasından yirmi gün temiz sayılır. Çünkü lohusalığın hemen arkasından âdet kanı gelrriez. Onun arkasından da on gün âdet sayılır ve bu şekilde devam eder.

b) Yeni başlayan normal bir kan normal bir temizlik gördükten sonra sürekli kan görmesi halinde, düzgün âdetli (mu'tâde) olmuş olur ki, onun hükmü daha önce geçti.

Meselâ; ergin olabilecek yaşa gelmiş bir kız beş gün kan, arkasından da kırk gün temizlik gördükten sonra kan sürekli akmaya başlasa âdeti böylece yerlesir. Bu durumda sürekli kanın ilk beş günü âdeti, onu izleyen kırk günü ise temizliği olmuş olur ve kan sümükçe bu da böylece devam eder.

c) Anormal bir kan ve anormal bir temizlik gördükten sonra sürekli kan gören, ilk kan gördüğü andan itibaren sürekli kan görmüş sayılır. Çünkü iki kan arasındaki eksik yani, onbeş günden az olan temizlik de, kanın sürmesi hükmündedir. Yani sürekli kanın ilk on günü -temizlik eksik olduğundan hükmen sürekli de olsa- âdeti, onu izleyen yirmi gün de temizliği olmuş olur ve hesabı böylece yerlesir.

d) Normal bir kan ve anormal bir temizlikten sonra sürekli kan görenin âdetinde, gördüğü temizlige değil de normal kana itibar edilir.

Meselâ; beş gün kan, arkasından ondört gün temizlik gördükten sonra sürekli kan gelse, âdeti beş, temizliği ise ayın geri kalani, yani yirmibeş gün olur. Dolayısı ile temizliği sürekli kan gelmeye başladıktan sonra onbir gün daha sürer ki, yirmibeş gün doldurulmus olsun.

KADINLARLA ILGİLİ KANIN VE TEMİZLİĞİN ÇESİTLERİ

a)Kan ve Çeşitleri Kadınlara özgü üç türlü kan vardır:

1. Âdet kanı (hayız),

2. Lohusalık kanı (nifas),

3. Hastalık kanı (istihaza).

Bunların herbiri kendi başlığı altında detaylıca incelenecektir.

Dübürden gelen kan bu üç kanın dışında bir kandır. Dolayısı ile âdet kanı da değildir. Bu durumda cinsel ilişkide bulunmalarında sakınca yoksa da bulunmamaları ve kan kesildiğinde kadının yıkanması (tibben) güzeldir (Müstehap).

Dokuz yaşını doldurmamış kız çocuklarından ve hamilelerden gelen kan da âdet kanı değil, hastalık kanıdır. Birincisini hastalık (istihaza) kanından ayınp "fesat kanı" diyenler de vardır, ama doğru olan hastalık (istihaza) kanı olmasıdır.

Hünsa'dan (hem erkek hem kadın alâmetleri taşıyan, erdisi, erselik) kan gelmesi halinde, ersuyunun (meninin) da gelip gelmediğine bakılir; geliyorsa, kana değil er suyuna itibar edilir ve erkek sayılır. Kan da, sıradan bir hastalık kanı olmuş olur. Çünkü kanın başka kanlarla karısınıası ihtimalı vardır ama ersuyunun başka şeyle karışma ihtimalı yoktur.

Âdette üç günden az ve on günden fazla, lohusalıkta ise kırk günden fazla olmayan ve her iki ucunda hükmen de olsa başka kan bulunmayan kan, normal (sahih) kandır.

Çünkü üç gün âdetin en azı, on gün en çoğu, kırk gün ise lohusalığın (nifasin) en çoğudur. Kanın bu sınırları içerisinde kalması, gerçekten olabileceği gibi hükmen de olabilir. Meselâ âdette üç ilâ on gün arası gelen kan gerçek anlamda normal kandır. On günü aşan kan ise aslında sınırı astığı için anormal (fasit) kandır, ancak ilk on günü hükmen (sahih) kanıdır.

Kanın iki ucunda başka kan bulunması:

a) Ya uçlarından birinde,

b) Ya da her ikisinde kan bulunan bir temizlik bulunmasıyla olur.

Birinciye örnek: Ilk âdet gören (mübtedie), bir gün kan, ondört gün temizlik ve tekrar bir gün kan görse, bütün bunların ilk on günü âdeti sayılır ve birinci ucunda, yani başlangıcında kan bulunduğu için bu anormal bir kandır. Ikinciye örnek: Düzgün âdetli (Mu'tâde), âdetinden önce bir kan görse, sonra on gün temizlik ve bir gün kan görse bu temiz geçen on günün -eğer eski âdeti günlerine rastlıyorsa- hepsi, rastlamiyorsa rastladığıkadarı âdettir.

Kadından gelen ve normal (sahih) kanın bir önceki maddede belirlenen özelliklerini taşımayan kan anormal (fasit) kandır.

Anormal (fasit) kan, aynı zamanda hastalık kanı, yani istihaze olmuş olacağından, çeşitlerinin neler olduğunu kendi başlığı altında görecegiz.

Temizlik ve Çeşitleri

Genel (mutlak) anlamda temizlik, kadının âdetli ve lohusa olmaması halıdır.

Normal (sahih) temizlik; onbeş günden az olmayan, kendisine kan karısınıayan ve iki normal kan arasında bulunan temizliktir.

Meselâ; ilk âdet gören, onbir gün kan ve onbeş gün temizlik görse, sonra kanı sürekli akmaya başlasa, bu ilk gördüğü kan, on günü astığı için anormal (fasit) bir kandır. Temizlik ise görünüşü bakımından normal (sahih) bir temizliktir. Çünkü onbeş gün hiç kan görülmemiştir. Fakat manası bakımından ise anormal (fasit) bir temizliktir. Çünkü kanın onbirinci günü âdetten sayılmayacağından temizlige karısınıistir ve hüküm bakımından temizliktendir:

Normal temizliğin iki normal kan arasında bulunması; iki hastalık kanı arasında, veya bir lohusalık ve bir hastalık kanı arasında veya tek bir lohusalığın iki ucu arasında bulunmamasıyla olur.

Anormal (fasit) temizlik ise belirtilen niteliklerde normal temizlik gibi olmayan ve Lohusalıkta kırk günden önce arada bulunan temizliktir. Bu durumda başta ve sonda bulunan kanın az ya da çok olması hükmü değiştirmez.

Bu söylediğimiz Imam Ebu Hanife'nin görüşüdür. Imam Muhammed ve Imam Ebu Yusuf ise: Lohusalıkta arada bulunan temizlik, onbeş gün ya da daha fazla ise ve ondan sonra gelen kanın, me'sela en az üç gün olmakla âdet kanı olması mümkün ise, bu temizlikten önce gelen kanın Lohusalık, sonra gelen kanın Lohusalık, sonra gelen kanın ise âdet kanı olduğu görüşündedirler.

Tam temizlik: ister normal (sahih), isterse anormal (fasit) olsun, onbeş gün ve daha fazla süren temizliktir.

Eksik temizlik, onbeş günden az olan temizliktir ve anormal temizlik cinsindendir. Dolayısı ile sürüp giden kan gibidir. Iki, kan arasını. kanlar ister az ister çok olsun, açmis sayılmaz.

Meselâ: Ilk âdet gören; bir gün kan, ondört gün temizlik ve tekrar bir gün kan görse ilk on günü âdet sayılır. Düzgün âdetli, âdetinden önce bir gün kan, on gün temizlik ve tekrar bir gün kan görse, temiz geçen bu on gün, eğer âdeti o kadarsa âdet sayılır. Âdeti o kadar değilse çakistigi kadarı âdet sayılır.

Lohusalıkta da durum aynıdır. Yani doğum yapsa ve kan kesilse, kırkinci gün tekrar aksa, temiz geçen otuz dokuz gün devam etmiş hükmündedir.

Temizliğin en çoğunun sınırı yoktur. Ömür boyu devam edebilir. Ancak kanın sürekli akması halinde bir âdet belirleme ihtiyacı duyulması durumu hariçtir.

Nixie
15 August 2009, 08:24
KONU: BABANIN ERKEK ÇOCUĞUNA BAKMA YÜKÜMLÜLÜĞÜNÜN ŞARTLARI
a) Erkek çocuk büluğ çağına gelmemiş olmalıdır. Ancak çocuk büluğ çağına geldiği halde sakat, kötürüm, felçli ve müzmin şekilde hasta olur ve kazanmaktan aciz bulunursa yine babanın nafaka yükümlülüğü devam eder.

b) Fakir olmalıdır. Çocuğun kendine ait malı varsa, masraflar ondan yapılabilir.

c) Baba, çocuklarına bakmaya muktedir olmalıdır. Bu, babanın ya zengin ya da çalışabilecek durumda olmasıyla gerçekleşir.

d) Babanın ve çocuğun hür olmaları gerekir.

Babanın kız çocuğuna bakma yükümlülüğünün şartları

a) Kızda büluğ ve yaş aranmaz. Evleninceye kadar kız çocuklarının geçimi babaya aittir. Evlendikten sonra bu yükümlülük kocasına geçer. Kocası ölür veya boşanırlarsa kadın yine babasının evine döner. Kadın çalışıp kazanmaya zorlanamaz. Fakat Islâmî ölçüler içinde bir iş veya meslekte çalışıp kazanmak isterse bu da câizdir.

b) Fakir olmalıdır. Eğer kızın malı varsa, geçimi ondan sağlanır.

c) Baba, çalışıp kazanmaya muktedir veya zengin olmalıdır.

d) Babanın ve kızın hür olmaları gerekir.

Bir kimsenin yakınlarının geçimini sağlarken öncelik vereceği kimseler hadis-i şerifte şöyle belirlenmiştir: Ebû Hûreyre (r.a) nakleder: "Bir adam Resûlullah (s.a.s)'a gelerek şöyle dedi: Ey Allah'ın elçisi! Benim yanımda bir dinar para var, nereye sarfedeyim? Hz. Peygamber; "Kendi ihtiyacın için sarfet" buyurdu. Adam: "Yanımda başka bir dinar daha var" dedi. Hz. Peygamber; Eşine sarfet" buyurdu. Adam dedi: "Başka bir dinar daha var". Hz. Peygamber; "Çocuklarına sarfet" buyurdu. Adam:

"Bir dinar daha var" dedi. Hz. Peygamber, onu da hizmetçisine harcamasını söyledi. Son bir dinar daha olduğunu söyleyince de; "Sen onu nereye harcayacağını daha iyi bilirsin" buyurarak, bu konuda onu serbest bıraktı" (Ahmed b. Hanbel, II, 251, 471; Nesâî, Zekât, 54).

Nixie
15 August 2009, 08:26
KONU: BALKONDA TESETTÜR
Balkonda çamaşır asmaya mecburen çıkıyoruz. Nasıl çıkmalıyız? Bol ve uzun bir elbise giyerek çıkabilir miyiz? Ille de çarsaf, abaye, pardesü giymek mi gerekir?

Tesettürün sınırları, sokakta görecek erkekler için ayrı; balkonda iken görecek erkekler için ayrı değildir. Her iki durumda da avret olan yerler aynı ölçüde kapatılmalıdır. Bir defa balkonun alt kısmı özellikle kapalı olmalıdır. Kollar kaldırılınca açılmayacak şekilde dügmeli bulunmalıdır. Çarsafin en hoş olmayan yönü bu tür işlere gelmemesi ve böyle bir is için kollar kaldırıldiginda siyrilip açılmasıdır. Çarsaf giyenlerin bu noktada çok dikkatli olmadıklarını görüyoruz. Göğüslere kadar başı ve omuzlan örten geniş bir başörtü de bazı tefsirlere göre "cilbâb" dışlık sayıldığından, çamaşır asmaya böyle bir başörtü ile de çıkılabilir. Yeter ki, gecelik, sabahlık gibi dikkat çeken süslü elbiselerle çıkılıp fetisistlere malzeme oluşturulmasın, kollar bileklerde ilikli olsun.

Nixie
15 August 2009, 08:27
KONU: BÂTIL DİNLER
Cenâb-ı Hak'ın peygamberlerine indirdiği vahiyle ilgisi olmayan ve insanlar tarafından uydurulan yanlış inançlardan ibaret olan dinler.

Bâtıl, Hakk'ın zıddıdır. Sabit olmayan şey anlamına gelir. "Bunun sebebi şudur, muhakkak ki Allah hakkın kendisidir, bundan başka taptığınız şeyler ise bâtıldır." (Lokman, 31/30). Söylenen söz ve icra edilen iş için de bâtıl kelimesi kullanılır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Yapmakta oldukları şeyler de bâtıl olmuştur" (el-A'raf, 7/139), "Niçin hakkıbâtıl ile karıştırıyorsunuz?" (Âli Imrân, 3/71), "De ki: Hak geldi, bâtıl ortadan kalktı. Zaten bâtıl ortadan kalkmaya mahkûmdur. " (Isra, 17/81), "De ki: Hak geldi; artık bâtıl ne yeniden başlar, ne de geri gelir. " (Sebe, 34/49). Ibtal, bir şeyi bozmak -ister hak olsun ister bâtıl- onu ortadan kaldırmaktır. Kur'an-ı Kerîm'de bu anlamda şöyle buyurulur: Allah hakkıhak kılmak ve bâtılı ibtal etmek için... " (el-Enfâl, 8/8). Gerçek olmayan söze de bâtıl denilir. (Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'an, Mısır, 1970, s. 66).

Tarihi seyir içerisinde dinlerin çeşitli tasnifleri yapılmıştır. Bazı din tarihçileri dinleri; iptidâî dinler, millî dinler ve dünya (evrensel) dinleri olmak üzere üç grupta ele almışlardır. (Annemarıe Schımmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, s. 3). Bir kısım batılı bilginler de dinleri: "Kurucusu bulunan dinler" ve "geleneksel dinler" diye bölümlere ayırırken, diğer bazıları da "milli dinler" ve "evrensel dinler" şeklinde iki grupta ele almışlardır. (M. Şemseddin, Târîh-i Edyân, Dersaâdet 1338, s. 26-34). Islâm bilginleri ise dinleri; Ilâhi vahye dayanan dinler ya da kısaca "hak dinler" ve "bâtıl dinler" yani ilâhi vahye dayanmayan dinler diye; iki kısma ayırmışlardır. Şehristâni gibi bazı Islâm bilginleri de dinleri; "el-Milel ve'n-Nihal" tarzında sınıflamaya tabi tutmuşlar; "hak dinler" karşılığında "el-milel", "bâtıl dinler" karşılığında da "en-nihal" ifadesini kullanmışlardır. (M. Şemseddin, a.g.e., s. 34-36; Ahmet Hamdi Akseki, Islâm Dini, s. 14; Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, Istanbul, 1983, s. 13; Günay Tümer, Çeşitli Yönleriyle Din, A.Ü.I.F. Dergisi, Cilt: XVIII, sh. 213-267).

Islâm bilginlerinin din tasnifi Kur'an-ı Kerîm'e dayanmaktadır, çünkü Kur'an-ı Kerîm'de, Islâm dini için: "Allah katındaki din" (Âli Imrân, 3/19), "dosdoğru din" (er-Rum, 30/30), "hak din" (et-Tevbe, 9/33), (el-Fetih, 48/28; es-Saff 61/19) gibi ifadeler kullanılır. Islâm, "bütün dinler üzerine üstün kılınmak" üzere gönderilmiştir. (et-Tevbe, 9/33; el-Fetih, 48/28; es-Saff 61/19). Dolayısıyla "Kim Islâmiyet'ten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O ahirette de kaybedenlerden olacaktır. " (Âli Imrân, 3/85). Bu son iki ayetten de anlaşılacağı gibi, İslam'ın dışındaki dinlere de "din" denilmektedir. Fakat Islâm, hak din olduğuna göre, diğer dinlerden ilâhi vahye dayanmayanlar "bâtıl" dır. Yahudilik ve hristiyanlık gibi ilâhi vahye dayanmakla beraber, aslî şeklini kaybetmiş ve böylece dini esasları bozulmuş olanlar da "muharref" dinlerdir.

Bu sınıflamalara göre, ahlâkî fazilet üzerine kurulmuş, kudret ve iradesi bütün kâinata hakim, ilmi her şeyi kuşatmış bir tek "Allah'a ve O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine imanı" esas alan (el-Bakara, 2/285) ve "Yalnız Allah'a ibadeti emreden" (ez-Zâriyât, 51/56) dinler hak; bu özellikleri taşımayan dinler de bâtıl dinler grubuna dâhildir.

Islâm'a göre insanlığın ilk dini, tevhîd dinidir. Dinin kurucusu yüce Allah'tır. Allah kâinatı, insanı yaratmış, kitaplar ve peygamberler göndermiştir. Insanlar bir erkek ve bir dişiden yaratılmıştır. Hz. Âdem'e her şeyin ismi öğretilmiş ve kendisi ilk peygamber olarak görevlendirilmiştir. Hz. Âdem de, Allah'dan aldığı vahiy ve ilham ile kendi devrindekileri irşat etmiştir. Sonra insanlar tevhîd esaslarını unutup, Allah'tan başka şeylere, tabiat kuvvetlerine, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapınmaya ve bunları Allah'a ortak koşmaya yöneldikçe, Allah da elçiler gönderip insanları "hak dine", "hak yola" davet etmiştir. Böylece hak din, Allah'ın gönderdiği elçiler ve kitaplar yoluyla akıl ve irade sahibi insanlara bildirilmiştir. Bunun için sapmalar sonradan olmuş, çok tanrıcılık sonradan gelişmiş ve dolayısıyla bâtıl dinler de sonradan ortaya çıkmıştır. Bu gerçek, Kur'an-ı Kerîm'de şöyle dile getirilmiştir:

"Insanlar bir tek ümmetti. Allah peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi; insanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte hak kitaplar indirdi. Ancak kitap verilenler, kendilerine belgeler geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden onda ayrılığa düştüler. Allah, insanları, ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izni ile eriştirdi... " (el-Bakara, 2/213).

"Habibim! Hakk'a yönelerek kendini, Allah'ın insanlara yaratılışta bahşettiği dine ver. Zira Allah'ın yaratışında değişme yoktur. Işte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler. " (er-Rûm, 30/30).

Buna göre bâtıl dinler tevhîd esasına dayanmaz. Ilâhi vahye dayalı bir kitabı yoktur. Peygamber anlayışına fazlaca yer verilmez. Cennet, Cehennem, melek ve ahiret telâkkişi belirgin bir şekilde gelişmemiştir. Devamlı değişmeye ve tahrife elverişlıdır. Çoğu zaman bazı seçkin şahıslar tarafından uydurulmuş veya herhangi bir toplumda zaman içerisinde kendiliğinden ortaya çıkmıştır.

Nixie
15 August 2009, 08:31
KONU: BAYRAM, BAYRAM NAMAZLARI
İslâm ümmetinin iki bayramı vardır. Bunlar bütün İslâm âleminde kutlanan bayramlardır. Biri Kurban Bayramı, diğeri de Ramazan Bayramı'dır. Ramazan Bayramı Ramazan ayının bitiminde, Şevvâl'in birinde; Kurban Bayramı da Zilhicce ayının onuncu gününde olur. Ramazan bayramı üç gün, Kurban Bayramı dört gündür.

İslâmî kardeşliğin perçinlendiği bu mübarek günler, müslümanların sevinç ve mutluluk günleridir. Nitekim Hz. Peygamber Mekke'den Medine'ye hicret ettiği zaman, Medinelilerin iki bayramı olduğunu öğrendi. Medineliler bu bayramlarında oyun oynar ve eğlenirlerdi. Bu durumu gören Hz. Peygamber Allah Teâlâ size kutladığınız bu iki bayrama bedel olarak daha hayırlısını, Ramazan Bayramı ile Kurban bayramını lûtuf olarak vermiştir. " (Ebû Davûd, Salat 239, Neseî, I'deyn, 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 103, 178)

Bu bayramların neşe ve sevinç günleri olduğunu yine bizzat Hz. Peygamber ifade buyurmuşlardır. Buhârî'nin Hz. Âişe'den rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfte Hz. Âişe (r.a.) şöyle anlatmıştır: "Bir defasında, Kurban Bayramı'nın ilk günlerinde Hz. Peygamber yanıma girdi. Yanımda, "Buâs" ezgilerini (def çalarak) okuyan iki kız vardı. Yatağına uzanıp, yüzünü çevirdi. Derken babam Ebû Bekr (r.a.) içeri girdi. "Bu ne! Resulullah'ın (s.a.s.) yanında şeytan çalgıları mı?" diyerek beni azarladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) ona dönerek, "Onlara dokunma" buyurdu. Ben de babam bir şeyle meşgul olunca kızlara işaret ettim, onlar da çıktılar. (Müslim, Salatu'l- îdeyn,16). Yine bir bayram günü Habeşîler kalkan ve mızrak oyunu oynuyorlardı. Bunlara bakmak için ya ben Hz. Peygamber'den izin İstedim veya O "Bakmak istiyor musun?" diye bana sordu (iyice hatırlamıyorum). Ben "Evet" dedim. Bunun üzerine beni arkasında yanağım yanağına değecek şekilde ayak üstü durdurup, oyun oynayanlara "Haydi devam edin Erfideoğulları!" buyurdu. Nihayet ben usanınca Artık yeter mi?" diye sordu. "Evet" dedim. "Öyleyse git!" buyurdular." (Buhârî, îdeyn, 2).

Buhârî'nin diğer bir rivayetinde, söz konusu hâdisede, Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekr (r.a.)'e "Ebu Bekr! her ümmetin bir bayramı vardır, bu da bizim bayramımızdır" buyurmakla, bu günlerde yapılacak meşru eğlence ve sevinç izhar etme keyfiyetine cevaz vermişlerdir. Düğünlerde olduğu gibi, bayramlarda da sevinçli olduğunu açıkça göstermek için, İslâm'a aykırı olmayacak şekilde eğlenmeler tertiplemek caizdir. Hatta bayramlarda sevinçli olduğunu açıkça ortaya koymak İslâm'ın prensiplerindendir. (Tecrîdi Sarîh Tercümesi, III, 157).

Bayramlarda yapılması mendup (dinimizin güzel gördüğü) hususlar vardır, şöyle ki: Bayram sabahında erken kalkmak, yıkanmak, gusletmek; misvak kullanmak, ağızı temizlemek; güzel koku sürünmek; en güzel elbisesini giyinmek; Allah'ın verdiği nimetlere şükretmek için sevinçli ve neşeli görünmek menduptur. Ayrıca: Ramazan Bayramı'nda sabahleyin camiye gitmeden önce tatlı bir şey yemek. Varsa bunun hurma olması ve bir, üç, beş gibi tek adetli olması; Kurban Bayramı'nda kurban kesecek kimsenin onun etinden yemesi için namazdan önce bir şey yememesi güzel bir davranıştır. Sonra namaza erken davranıp sabah namazını mahalle mescidinde kılarak bayram namazı için, varsa namazgâha ve büyük camiye gitmek; namaza giderken Ramazan Bayramı'nda içinden ve Kurban Bayramı'nda açıktan tekbir getirmek; dönüşte mümkün ise başka yoldan gelmek; müminlere rast geldikçe güler yüzlü olmak ve tatlı söz söylemek; gücü yettiğince çok sadaka vermek menduptur. (Meraku'f-Felah, İstanbul 1327, 158).

Bütün bunların dışında çocuklar, bilhassa öksüz ve fakir çocuklar sevindirilir; akraba, eş ve dost ziyaretleri yapılarak, hâl hatır sorulur. En önemlisi, aralarında dargınlık olanlar barıştırılır. Yüce Allah'ın ihsan ve rahmetinin tecellisine de sebep olan bu bayramların diğer yönden sosyal hayatta bu tür faydaları gayet açık görülmektedir. Biteviye akıp giden sosyal hayatın monotonluğu bayram gibi önemli günlerle kesilerek fakirler hatırlanmakta, yetimler sevindirilmektedir. Bu şekilde İslâm'ın emrettiği gerçek kardeşlik sözden fiile geçirilmektedir.

Müslümanlar birbirlerinin bayramlarını, ya karşı karşıya gelerek ya da mektup, tebrik veya telefon gibi haberleşme vasıtalarıyla tebrik ederler. Uzun zaman hatırlanmayan dostlar bu vesile ile hatırlanırlar.

Bayramlar yine, yenilip yedirildiği, içilip içirildiği ikram günleridir. Akraba ve eş-dost ile beraberce bu günün mutluluğu paylaşılır. Bunun için de bayramlarda oruç tutmak Hz. Peygamber tarafından yasaklanmıştır (Buhârî, Savm, 66; Ahmed b. Hanbel III, 34, 35). Fakat bayramlar yukarıda belirtilen hedeflerinden de saptırılmamalıdır. Zira bayramlar sadece yemek, içmek ve tatil yapmaktan ibaret değildir. Bu gerçeği göz ardı edip cemiyet hayatını düzenleyen ve aradaki uçurumları kaldıran böyle bayramlarda, tatil bahanesiyle toplumdan kaçarak bir deniz kenarında vakit öldürmek, her şeyden önce bu bayramların fazîlet ve sevabından mahrum kalmaktır.

Diğer taraftan bu bayramlar İslâm'ın vakar ve şahsiyetini, olgunluk ve yüceliğini gösteren müesseselerdir. Bu hakikati görmek için, Güney Amerika karnavalları ile Avrupa'nın faşinglerini ve yılbaşı (Noel) bayramlarını, İslâm'ın bayramları ile karşılaştırmak yeterlidir. İslâmî bayramlar, arkasında tatlı hatıralar, yetim ve kimsesizlerle, fakirlerin mutluluk gözyaşlarını bırakırken; yukarıda saydığımız diğer milletlerin bayramları, arkalarında sadece, sefalet, içki kokusu, yollarda metrelerle ölçülen pislik ve çöp, hepsinden de vahşisi içki ve alkolün sebep olduğu nice ölüler bırakmaktadır. Ramazan Bayramı, Kamerî aylardan Şevval'in ilk üç gününde; kurban bayramı ise Zilhicce'nin 10,11,12,13. günlerinde kutlanır.

Bayram namazlarına gelince: Kime cuma namazı farz ise; o kimseye bayram namazı kılmak vaciptir. Bayram namazlarından sonra okunan hutbeler sünnettir, cuma hutbesi gibi farz değildir, cuma hutbesi namazdan önce, bayram hutbesi ise namazdan sonra okunur. Bayram namazları hicretin birinci yılında meşru kılınmıştır.

Bayram namazının vakti, güneşin doğup, ufukta bir veya iki mızrak boyu yükselmesinden itibaren başlar ve zevâl vakti denilen güneşin tam tepeye dikilme zamanına kadar devam eder.

Bayram namazları ikişer rekattır. Cemaat şartı vardır. İmam okuduğu sureleri dışından =cehren okur. Ezan ve kamet getirilmeksizin, imam iki rekat Ramazan veya Kurban Bayramı namazına diye; cemaat de aynen imam gibi, hangi bayram namazını kılıyorsa o bayram namazına niyet eder ve imama uyduğunu söyler. Şöyle ki: Niyet ettim Allah rızası için iki rekat Ramazan Bayramı namazını kılmaya, uydum imama der. İmam ve arkasından cemaat "Allâhü ekber" diyerek iftitah tekbiri*ni alır. Arkasından hep birlikte eller bağlanır ve gizlice "Sübhaneke" okunur. Sonra imam açıktan, cemaat sessizce arka arkaya üç tekbir alır. Her tekbirde eller kulak hizasına kadar kaldırılır ve arkasından aşağıya indirilir. her iki tekbir arasında da üç defa "sübhanallah" diyecek kadar durulur. Üçüncü tekbirin ardından eller bağlanır ve imam gizlice "eûzü besmele" çeker. Arkasından açıktan Fatiha ile bir sure okur veya en az Kur'an'dan üç ayet veya üç ayet miktarı bir ayet okur. Bunları okuduktan sonra hep beraber "Allahü ekber" diyerek rukûa gidilir. Normal namazdaki gibi rukû ve secdeler yapıldıktan sonra ayağa kalkılır ve eller bağlanır. Yine imam içinden gizlice besmele çeker. Açıktan Fatiha ve bir zammı sûre okuduktan sonra, tekrar "Allahü ekber" diyerek üç defa tekbir alınır. Her tekbirde, birinci rekatta olduğu gibi eller kaldırılır ve tekbir aralarında yine üç defa 'sübhanallah' diyecek kadar durulur. Tekbir aralarında eller bağlanmayıp aşağıya salıverilir. Dördüncü tekbiri de imam açıktan; cemaat gizli alarak, rukûa giderler. Normal bir namazdaki gibi, rukû' ve secdelerden sonra oturulur. "Ettehıyyatü.." "Allahümme salli ve Bârik" duaları ile "Rabbenâ âtina.." duaları okunduktan sonra iki tarafa selâm verilir.

Namaz bu şekilde tamamlandıktan sonra, hatib hutbeye çıkar ve oturmadan, hutbesine başlar. Bayram hutbelerine tekbir ile başlanır. Hatib Ramazan Bayramı hutbesinde, fıtır sadakasına dair; Kurban Bayramı hutbesinde ise kurban kesmenin adabına ve teşrik tekbirlerine dair bilgiler verir.

Kurban Bayramı namazını vaktinde kılmak için biraz acele etmek; Ramazan Bayramı'nda ise biraz tehir etmek sünnettir.

Bayram namazından evvel gerek evde ve gerek camide; bayram namazından sonra da camide nafile namazı kılmak mekruhtur. Eve gelirse kılınabilir.

Nixie
19 August 2009, 12:08
KONU: BEDDUA VE LÂNET
"Allah belânı versin", "tepe tepe üstüne gidesin" "gidişin olur, dönüşün olmaz" gibi kötü sözler söyleniyor. Bunların hükmü nedir? Böyle şeylere alışık birisi bundan nasıl vazgeçirilir?

Söylenen için fısk ve günah sözlerdir. Söylenene, hak etmemişse herhangi bir zarar yoktur.

Rasûlüllah Efendimiz: "Ben lânetçi olarak gönderilmedim." (Müslim, birr 87) Buyurur. Bir mü'mine lânet (Beddua) etmenin, onu öldürmek gibi olduğunu bildirir. (Buhârî, edep 44) Yapılan bir lânetin (bedduanın) yerine vardığında haksız yere yapıldıgını görünce sahibine döneceğini haber verir. (Tirmizî, birr 48; Ebû Dâvûd, edep 45) Sözünü ettiğiniz kişiye bunların hatırlatılması, yapılacakların en önemli olanıdır sanırız.

Nixie
19 August 2009, 12:24
KONU: BEDEL HAC
Kendisine hac farz olmuş ancak edâ etmesine vücut sağlığı elverişli olmayan bir kimsenin, yerine başkasını göndermekle edâ edilen hac. Nafile hac için hiç bir şarta bağlı olmaksızın; farz olan hac için ise, sağlığının elverişli olmaması şartıyla, bir kimse kendi yerine bir başkasını gönderir ve haccın sevabını alır. Çünkü böyle bir durumda insan malını Allah yolunda hac için harcamış demektir. Böyle bir harcamayı kendisi yapabileceği gibi, başkasına da kendi adına yaptırabilir.

İslâmî kaynaklarda hac için bedel (nâib) tutmaya "ihcac", bedel tutan kimseye "âmir", menûb veya "mahcûcun anh" denir: Ayrıca bedel gönderilen kimseye "me'mûr", yol masrafı olarak verilen mal veya paraya "nafaka" ve haccı ifsad etmesi halinde nafakayı geri ödemesine "tazmin" adı verilmektedir.

İslâm'da ibadet; mal, beden ve hem beden hem de malın birleştirilmesiyle yapılan ibadet olmak üzere üçe ayrılır. Bunlardan mal ile yapılan zekât, kurban, sadaka, keffaret vb. ibadetlerde vekâlet kayıtsız şartsız caizdir. Abdest, namaz, oruç gibi beden ile yapılan ibadetlerde ise hiç bir halde mümkün değildir. Hem beden hem de mal ile yapılan hac veya umre gibi ibadetlerde ise acizlik (sağlığın yeterli olmaması) halinde caiz, yapmaya Kadir olması halinde ise farz olan hac için caiz değil, nafile hac için caizdir. Burada söz konusu edilen acizlik, ölüm veya ölüme kadar süren daimî bir acizliktir.

Aslında bir kimse bütün ibadetlerinde, işlediği amelin sevabını başkasına bağışlayabilir. İbadeti yaparken, görünüşte kendisi için niyet etmiş olsa bile sevabını başkasına hibe edebilir. Allah'u Teâlâ'nın "İnsan için ancak kendi emeğiyle kazandığı vardır." (en-Necm, 53/39) buyurduğu ayet, "ancak sevabını kendine bağışladığı ameli vardır." diye tefsir edilmektedir. (İbn Âbidîn, Haşiyetü Reddi'l-Muhtar, Mısır 1966, II, 596, 597).

Dolayısıyla müslümanların birbirlerinin yerine sadaka vermeleri Allah için kurban kesmeleri hacca gitmeleri veya bedel göndermeleri ve sevabını bağışlamaları caizdir. Mükâfatı görülür ve onların hayırla anılmalarına vesîle olur.

Bedel haccın sahîh olması bazı şartlara bağlıdır. Bu şartlar şöyle sıralanabilir:

1- Hac, âmir üzerine farz olmuş bulunmalıdır. Farz olmadan haccettirecek olursa nafile olarak kabul olur. Daha sonra farz olursa tekrar edâ etmesi gerekir.

2- Âmir, haccını edâdan önce sağlık açısından aciz olmalıdır. Sağlam bir kimse, önce hacca bedel gönderip sonradan âciz duruma düşse haccı makbul sayılmaz.

3- Âmir, bedel gönderdiği adamı, isteyerek ve bunu ona bildirerek göndermelidir. İzinsiz ve gıyabıda yapılan bedel hac caiz olmaz.

4- Bedel giden me'mûr müslüman, akıllı ve hac menasikini gereğince yapabilecek temyiz kudretine sahip olmalıdır. Daha önce hacca gitmemiş kişiyi veya kadını hac için bedel göndermek caiz ise de, daha önce haccetmiş hür bir erkeği göndermek daha iyidir.

5- Âmir normal olarak yol masrafını (nafaka) vermelidir. Yetmemesi halinde, bedel kendi parasından harcar ve dönüşünde âmirden isteyebilir, artmışsa iade eder.

6- Âmir ile me'mûr arasında nafakadan başka bir ücret belirlenemez. Çünkü ibadete -bedel olarak da olsa sadece ibadet maksadıyla gidilecektir.

7- Âmir, hac türlerinden (ifrad,* temettu'* ve kıran*) hangisini emrederse, me'mûr onu edâ eder. Âmirin emrettiği hac veya umreyi edâ ettikten sonra, kendi namına da hac veya umreden birini yapsa caiz olur.

8- Âmirin verdiği nafaka hangi bineğe (vasıtaya) uygunsa me'mûr onunla gider. Binek için nafaka alır da, ucuz olur diye yaya veya daha ucuz vasıta ile giderse caiz olmaz.

9- Âmirin verdiği nafaka yeterli ise kendi ikamet ettiği yerden; değilse yeterli görülen bir yerden yola çıkılır.

10- Bedel hac için niyet edilirken,

"vekâleten haccedileceğine" niyet edilmesi şarttır. Âmirin adını unutursa, kalbî niyet yeterli olur. Fakat kendi adına da veya iki kişinin birden bedel haccına niyet ederse hiçbiri kabul edilmez.

11- Âmir "Benim yerime filân kimse haccetsin, başkası değil." derse belirttiği kimseden başkası bedel gidemez; "...başkası değil" kaydını koymazsa üçüncü bir kimsenin bedel gitmesi caiz olur.

12- Temettu ve kıran hac türlerinden gereken kurban, vekile vacip olur. Cinayet kurbanı da vekîle vacip olur. Hac veya umre erkânından, bir hatasından dolayı vekil "muhsar: manen engellenmiş" olursa ve âmir sağ ise kurban âmire aittir. İmam Ebû Yusuf'a göre bunu da vekil üstlenir.

13- Müteveffa bir âmirin vasiyyeti üzere gönderilen bedel yolda ölürse, ikinci bir vekîl tayin edildiğinde, İmam-ı Âzam'a göre, ölü olan âmirin malının üçte birinden geri kalan ile ve âmirin ikamet ettiği yerden başlayarak hacceder. İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise önceki vekilin öldüğü yerden haccı tamamlar.

14- Me'mur eğer, Arafat'ta vakfeden önce cinsî yakınlıkta bulunursa haccı fâsit olur, üzerine kurban gerekir ve nafakayı âmire veya mirasçılarına geri öder.

I5- Bedel hac, âmirin belirlediği senede yapılmalıdır. Hastalık vb. elde olmayan bir sebeple vekil tarafından tehir edilirse nafakayı iade

Nixie
19 August 2009, 12:48
KONU: BERÂET GECESİ
Şaban ayının ondördüncü gününü onbeşinci gününe bağlayan gece.

Bu gece, değişik adlarla da anılmaktadır:

Bu geceye, bereketli ve feyizli bir gece olması sebebiyle ‚Mübârek'; kulların günahlarının affolunması ve temize çıkmaları sebebiyle ‚Beraet'; kulların ihsana kavuşmaları nedeniyle ‚Rahmet', geceyi iyi değerlendiren kulların seçilerek salih kullar arasına alınması sebebiyle ‚Berae veya Sakk' adı da verilir.

Bu gecenin beş özelliği vardır:

1) Bu gecede önemli işlerin seçimi ve ayırımı yapılır.

2) Bu geceyi ibadetle geçirenlere yardımcı olması amacıyla Allah tarafından melekler gönderilir.

3) Bu gece bağışlanma ve af gecesidir.

4) Bu gecede yapılan ibadetlerin fazileti çok büyüktür.

5) Bu gecede Peygamberimize şefaat yetkisinin tamamı verilmiştir. Bu yetkinin üçte biri Şaban'ın onüçüncü günü, üçte biri Şaban'ın ondördüncü günü, geri kalan üçte biri de Şaban'ın onbeşinci günü verilmiştir.

Anne ve babasını incitenler, büyücüler, başkalarına kin besleyenler içki düşkünleri bu gecenin faziletinden yararlanamazlar.

Bu konuyla ilgili olarak şu hadisler rivayet edilmektedir:

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bu geceyi Hz. Âişe validemize tanıtırken şöyle buyurmuştur:

"Bu gece Şaban'ın onbeşinci gecesidir. Allah Teâlâ bu gecede Benü Kelb kabilesinin koyunlarının tüyleri sayısınca insanları Cehennem'den kurtarır. Ancak kendisine şirk koşanların, müslümanlara karşı kin ve düşmanlık besleyenlerin, akrabaları ile münasebeti kesenlerin, gururlu ve kibirlilerin, ana-babasına asî olanların ve içki içmeye devam edenlerin yüzüne bakmaz. " (Buhârî, et-Tergîb ve't-Terhib, II, 118).

Insanların bir sene içerisindeki rızıkları, zengin veya fakir olacakları ve ecelleri gibi mühim hususlar o gece içerisinde meleklere bildirilir. O geceyi ibâdet ve tâatla geçirmek ve nafile namaz kılmak sevaptır. Fakat o geceye mahsus belirli bir namaz şekli yoktur. Nitekim Peygamber Efendimiz bu geceyi ibadetle geçirmiş ve Allah'a şöyle dua etmiştir: "Azabından affına, gazabından rızana sığınır, senden yine sana iltica ederim. Sana gereği gibi hamdetmekten âcizim. Sen seni senâ ettiğin gibi yticesin. " (et-Tergib, II, 119, 120).

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bizlere de şöyle buyurmuştur:

"Şaban ayının yarısı (Berâet gecesi) gelince: gecesini namazla, gündüzünü oruçla geçiriniz. Cenâb-ı Allah o gece güneşin batmasıyla dünya göğüne iner ve şöyle der: Benden af dileyen yok mu; onu affedeyim. Rızık isteyen yok mu; rızık vereyim. Şifaâ dileyen yok mu; şifâ vereyim. "

"Allah Teâlâ Şaban'ın onbeşinci geresi (Berâet gecesi) tecelli eder ve ana-babaya asi olanlarla Allah'a ortak koşanlar dışında bütün kullarını bağışlar. " (Ibn Mace, Ikametü's-Salât, 191; Tirmizî, Savm, 38).

Nixie
21 August 2009, 08:46
KONU: BÜYÜ, BÜYÜCÜLÜK
Buna Arapça'da "sihir" adı da verilir. Bir insanı istenilen şeyi yapmağa sevk eden gizli kuvvet, tabiata aykırı haller vücuda getiren etkiler. Bunları yapanlara "büyücü" denilir. Büyüyü şöyle tarif etmek mümkündür. Herhangi bir çıkar uğruna başkasına zarar vermeye yönelik meşru olmayan yollarla bir takım gizli kuvvetleri yönlendirerek yapılan ve gerçeğe uymayan gözbağcılık, düzenbazlık, oyunculuk şeklindeki işler. Gözbağcılık, düzenbazlık gibi oyunlarla insanları aldatan kişiye büyücü, bu kişilerin yaptığı işe büyü, bu işin meslek haline getirilmesine de büyücülük denir. Büyücülük, İslâm'dan önce Araplar'da, Rumlar'da, Hintliler'de, Mısırlılar'da yaygın idi. Özellikle Hz. Musa zamanında büyücülük itibarlı bir meslek idi. Hz. Süleyman zamanında da yaygındı. Büyünün kendine göre özellikleri ve çeşitleri vardır.

Kara büyü: Asıl sihir bu olup bazı kimseler, perilerin ve özellikle şeytanların müdahalesiyle, tabiatüstü bir takım fiiller yapabilecekleri iddiasındadırlar.

Mecaz yoluyla büyü: Anlaşılamaz, akıldan hariç şey demektir.

Beyaz yahut (tabii) büyü: Zahiren acaip, fakat aslında tabii sebeplerle meydana gelmiş bir takım fiiller yapmak sanatıdır. Hokkabaz kuleleri gibi.

İslâm toplumlarında sihir: Müslümanlardan bazıları büyüde Yahudilerden, Suriyeliler'den, İranlılar'dan, Keldânîler'den ve Yunanlılar'dan ders almışlardır. Tütsü, tılsım, muska, cadılık, fala bakmak vs. hep oralardan gelmiştir. Müslümanlar cinlere inandıkları için bu inanç sihre inanmaya da yolaçabiliyordu. Rasûlullah (s.a.s.) "isabet-i ayn"a, yılan sokması ve genellikle hastalıklara karşı rukyayı yani duayı caiz görmüştür. Fakat büyü ile Hz. Peygamber'in (s.a.s.) duası arasında hiçbir ilişki yoktur. Bir takım fal kitapları vardır ki kelime ve harflerin suretiyle geleceği bilmeye çalışırlar.

Büyü ve büyücülük İslâm'da yasaklanmıştır. Kur'an-ı Kerîm'de büyücülerin iflah olmayacağı (Tâhâ, 20/69) belirtilmiştir. Kâfirler, kendilerini haklı çıkarabilmek, Allah'ın elçilerini yalanlamak için onları büyücülükle, büyü yapmakla suçlamışlardır. Büyücülükle suçlananlar arasında Hz. İsa (es-Sâf, 61/6); Hz. Musa (ez-Zuhruf, 43/49); (ez-Zâriyat, 51/39), Hz. Süleyman (el-Bakara, 2/102), Hz. Muhammed (el-Hicr, 15/6) zikredilmektedir. Başka bir ayette, inanmayan kişilerin bütün peygamberleri büyücülükle suçladıkları görülmektedir (ez-Zâriyat, 51/52). Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde yedi şeyden sakınınız" buyururken ikinci sırada "sihir yapmayı" zikretmiştir. (Buhârî, Iiasâya 23; Müslim, İman,144). Başka bir hadiste büyü yapan kişinin küfre girdiğini belirtmiştir. Muhabbet için efsun yapmanın, ipliğe okumanın, büyü yapmanın şirk olduğunu da belirtmiştir (Nesâî, Tahrim 19). Büyüye inanan kişinin Cennet'e giremeyeceği de (Ahmed İbn Hanbel, II, 83; IV, 399) belirtilmiştir.

Başka bir hadiste de büyücüye, müneccime, gaibden haber veren kimseye inanan kişinin Kur'an'ı inkâr etmiş olduğu belirtilmektedir. (Ebû Davûd, Tıp, 21).

Nixie
21 August 2009, 08:47
KONU: BÜYÜK GÜNÂHLAR (KEBÂİR)
Allah'ın emirlerine aykırı davranış, kötü amel, isyan, karşı gelme, suç, kabahatlerin büyükleri. İslâm literatüründe bu tür fiillerin bir kısmı büyük günah, bir kısmı da küçük günah olarak adlandırılır. Bu tabirin geçtiği ayetlerde şöyle denilmektedir: "Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız bir yere sokarız. " (en-Nisâ, 4/31)

"Büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar, kızdıkları zaman onlar, affederler." (eş-Şurâ, 42/37)

"O (muhsin ola)nlar ki günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar işleyebilirler... " (en-Necm, 53/32).

Aynı ifadenin geçtiği Hadislerden bir kısmında ise Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

Abdullah b. Mes'ud anlatıyor: Rasûlullah'a "Allah indinde en büyük günah nedir?" dedim. "Seni yaratan Allah'a Şirk koşmandır." buyurdu.

"Bu gerçekten pek büyük, bundan sonra nedir?" dedim. "Seninle beraber yemek yemesinden, tüketici olmasından korkarak evlâdını öldürmendir. " dedi. "Ondan sonra nedir?" dedim. "Ondan sonra komşunun hanımı ile zina etmendir" buyurdu.

Yine Abdullah b. Mesud'dan değişik bir senetle aynı hadis rivayet edildikten sonra şu ayetin nazil olduğu ilâve edilmiştir.

"Allah'ın (halis) kulları o kimselerdir ki, Allah'tan başka ilâha dua etmezler; Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmezler; meğer ki hakla ola. Zina da etmezler. Her kim de bunları yaparsa ağır cezaya çarptırılır. " (el-Furkan, 25/68).

Abdurrahman b. Ebû Bekr, babasından, şöyle dediğini rivayet ediyor:Rasûlullah (s.a.s.)'ın yanında idik. Üç defa şöyle buyurdu: "Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi? Allah'a Şirk koşmak, anaya babaya itaatsizlik etmek ve yalancı Şahitliği yapmak... " (Buharî, Edeb 6; İman, 16)

Başka bir hadiste, büyük günahlar, "el-Mubîkât: helâk edici" kelimesiyle ifadelendirilerek şöyle buyurulmuştur: "Yedi helâk edici Şeyden kaçının." Bunlar nedir yâ Rasûlallah diye sorulunca: "Allah'a şirk koşmak; sihir yapmak; Allah'ın haram kıldığı halde bir kimseyi haksız yere öldürmek; yetim malı yemek; faiz yemek; düşmana hücum anında harpten kaçmak: namuslu, kendi halinde mümin kadınlara zina iftirası atmaktır" buyurdular. Diğer bir hadiste ise: "Büyük günahlar dokuzdur: Allah'a şirk koşmak; haksız yere adam öldürmek; temiz bir kadına kötülük isnat etmek; zina yapmak; düşmana hücum esnasında firar etmek; sihirbazlık; yetim malı yemek; müslüman ana babaya asî olmak; emredilenleri yapmamak ve yasakları yapmak sûretiyle aileye karşı doğruluğu terketmektir. " Diğer Hadislerde yukardaki maddelere faiz yemek, hırsızlık ve şarap içmek de ilâve edilmiştir. (Buhârî, Vasâya 23; Müslim, İman 141-146; Ebû Davûd, Vasâya 10)

Kebâir kelimesiyle ifade edilmediği halde, yukardaki Hadislerde bildirilen fiillerin dışında bir çok suçlar daha vardır ki, onlar İslâm âlimlerince, ayet ve hadisler doğrultusunda, büyük günah kabul edilmiştir: Bilerek ve kasten İslâm'ın şartlarını terketmek; içki içmek; kumar oynamak; hırsızlık yapmak; adaletten ayrılmak gibi. İslâm âlimlerinden bir kısmı genel hatlarıyla "büyük günah"ları şöyle tarif etmişlerdir:

İbn Abbâs'a göre: "Allah'ın yasak ettiği her şey büyük günahtır. Ayrıca büyük ve küçük günah arasındaki fark şudur: Allah'ın Cehennem, gazap, lânet, veya azap gibi ifadelerle sona erdirdiği her günah büyüktür. Diğerleri küçüktür." Hasan Basrî de buna yakın bir ifade kullanmıştır.

Ebû Amr İbn Salâh'a göre: "Büyük ismi verilecek şekilde büyük olan ve mutlak surette büyüklükle vasıflanan her günah büyüktür." Buna göre büyük günahların bazı alâmetleri vardır.

"Şer'i cezayı icab ettirmek; Cehennem azabıyla tehdit olunmak; yapana fasık denilmek; lâ'net olunmak."

Cumhûr-ı ulemaya göre; günahlar büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır. Beş vakit namaz, Ramazan orucu, hac, umre, abdest gibi hayırlı amellerin kendilerine keffaret olabileceği günahlar "küçük günah"; bu tür ibadetlerin keffâret olamadığı günahlar ise "büyük günah"lardır. Mesela: "İki umre, aralarında yapılan günahlara keffarettir. (Ahmed İbn Hanbel, II, 461). "Kabul edilmiş bir hac, o yıl ki hatalara keffarettir. " (Ahmed İbn Hanbel, II, 348), "Şehidden akan ilk damla kan, onun bütün günahları için keffarettir." (Ahmed İbn Hanbel, IV, 300), "Allah, cuma'yı kılanın iki cuma arasındaki günahlarını örter." (Ahmed İbn Hanbel, V, 181). Hadislerde, başka ibadetlerin kendilerine keffaret olduğu bildirilen cinsten günahlar küçük günahtır. Ancak herhangi bir ibadetin, kendisi hakkında keffaret kabul edilmediği günahlar ise büyük günahlardır. Meselâ: hiç bir ibadet adam öldürmeye, zina yapmaya, içki içmeye ve benzeri günahlara keffaret olarak kabul edilmez; bunlara ancak Şerîat'ın, haklarında takdir ettiği cezalar tatbik edilir.

Hz. Ömer'le İbn Abbas (r.a.) "İstiğfarla büyük günah, ısrarla da küçük günah kalmaz" demişlerdir. Yani (Şerîat'in verdiği cezalar tatbik edildikten sonra) istiğfarla büyük günahlar affedilir. Fakat küçük günahlar ısrarla işlenmeye devam edilirse, onlar da büyük günah olur. Bu ifadelere göre büyük günahlara sayısal açıdan sınır koymak mümkün olmaz.

Büyük günahların başında gelen ve en büyük günah olarak kabul edilen "şirk"in küfür olduğu muhakkaktır. Diğer günahların, onu işleyen mümin bir kulu imandan çıkarıp çıkarmayacağı hususunda İslâm Kelâm âlimleri ihtilaf etmişlerdir.

Özetle, Şerîat'ın hakkında tehdit edici bir nass (korkutucu bir delil) tahsis ettiği veya büyük günah olarak bildirdiği bir günahı işleyen hakkında Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşü şudur: Büyük günah mümini imandan çıkarmaz ve onu küfre sokmaz. Ancak böyle bir mümin asi sayılır. Ameller imandan bir cüz (parça) değildir. Ancak işlenen günahı helâl saymak, onu hafife ve alaya almak, kesinlikle küfürdür.

Mu'tezile mezhebinin görüşü: Büyük günah işleyen ne mümin, ne de kâfirdir. O fasıktır ve iki menzil arasındaki bir menzildedir. Bu mezhep, imanı kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve amellerin yapılması şeklinde tarif ettikleri için; büyük günah işleyenleri mümin kabûl etmemişlerdir. Ancak kâfir de kabul etmemişlerdir. Çünkü, Peygamber (s.a.s.) asrında ve takip eden dönemlerin hiçbirinde büyük günah işleyenlere, dinden çıkanlara verilen ölüm cezası verilmemiştir. Eğer kâfir olsalardı, imandan sonra küfre gitmenin cezası olarak öldürülmeleri gerekirdi. Bu yapılmamıştır, onun için bunlar iman ile küfür arasındadırlar. Bunlara "fâsık" denir.

Haricîlere göre; büyük ve küçük günah işleyen kimse kâfir olur. İslâm'ın, yapılmasını emrettiği ameller imanın bir parçasıdır. Yani amel imandan bir cüz'dür.

Hasan el-Basrî'ye göre; büyük günah işleyen kimse "münafık"tır. Kalben inanmadığı halde dıştan inanmış gibi görünenlere münafık denildiği halde Hasan Basri nifâkı; imanı gizleyip büyük günahı işlemek suretiyle küfrü açığa çıkarmak, şeklinde kabul etmiştir.

Haricîlerden bir fırka olan el-Ezârika'nın görüşü: Büyük günah işleyen kimse "müşrik"tir. Çünkü böyle kimse hem Allah için, hem de Allah'tan başkası için amel etmektedir. Yaptığı büyük günah ile Allah'tan başkasını (nefsini veyahut şeytanı) ona ortak koşmuştur.

Yukarda belirlenen bütün görüşler, sahiplerince bir takım delillere dayandırılmıştır. Biz bunlardan sadece Ehl-i Sünnet'in deliline bakacağız. Diğerleri için akaid kitaplarında geniş malûmat verilmiştir; oraya bakılabilir.

1. Delil: İman, kalp ile tasdiktir. Mümin'in imandan çıkması için kalbindeki tasdikin değişmesi gerekir. Hangi beşerî zaaflardan kaynaklanırsa kaynaklansın, işlenen büyük günahlar, tasdiki değiştirecek mahiyette olmadığı sürece işleyenini imandan çıkarmaz. Kalpteki tasdiki değiştirme ise ancak yapılan günahı helâl sayarak veya o hükmü alaya alarak meydana gelir. Şer'i hükümlerle alay etmedikçe, hafife almadıkça ve helâlleri haram, haramları da helâl kabul etmedikçe; kalpteki tasdik değişmemiş olur. O değişmedikçe de kâfir olunmaz.

"Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun dışındaki (günahları) dilediğine affeder. " (en-Nisa, 4/116) ayeti, ancak şirkin affedilmeyeceğini, diğer günahların ise -eğer Allah dilerse- affedebileceğini ifade etmektedir. Eğer büyük günahlar da küfür kabul edilseydi, ayetin ikinci bölümünde "ma dûne zâlik = bunun dışındakiler.." ifadesinin kullanılmasına gerek kalmazdı.

2. Delil: "Asi" denilen büyük günah sahiplerinin gerçekte mümin olduklarını belirten bir çok ayet vardır:

"Ey iman edenler, şarap, kumar, dikili taşlar, şans okları, şeytan işi pisliklerdir. " (el-Mâide, 5/90)

"Eğer müminlerden iki zümre birbirleriyle savaşırlarsa.. " (el-Hucurât, 49/9)

"Ey iman edenler, yürekten, hâlis (samimi) bir tevbe ile tövbe ederek Allah'a dönün. " (et-Tahrim, 66/8)

"Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. " (el-Bakara, 2/178) Ayetlerde görüldüğü gibi büyük günah işleyenlere "Ey inananlar" diye hitap edilmiştir.

3. Delil: Mümin bir kimse öldüğü zaman cenaze namazı kılınır ve müslüman kabristanına defnedilir. Asr-ı saadetten bugüne kadar büyük günah işlemiş ve tövbe etmemiş olsa bile (gizli halleri Allah'a ait olmak üzere), ölen her müslüman için, günahkâr veya günahsız ayrımı yapılmaksızın cenaze namazı kılınmış ve müslüman kabristanına defnedilmiştir. Peygamber'in tatbikatı böyle olmuştur ve İslâm âlimleri bu konuda icmâ* etmişlerdir.

"Kendisine emanet edilemeyen kimsenin imanı yoktur. "Zina eden kimse, mümin iken zina etmez, mümin iken hırsızlık yapmaz, mümin iken içki içmez... " (Buhârî, Mezalim 30; Müslim, İman 100,104; Ebû Davûd, Sünnet, 15; Tirmizî İman, 11). Şeklinde varid olan hadisler, büyük günah işleyenlerin kâfir olduklarına delil değil; ancak imanlarının kâmil olmadığına delildir. Kâmil bir iman, büyük günahların işlenmesine engeldir.

Hepsi bu kadar olmamakla birlikte aşağıda sıralayacağımız suçlar, İslâm'da büyük günahlar olarak kabul edilmiş ve bunlardan bir kısmına İslâm hukukuna göre bazı cezalar takdir edilmiştir:

" Allah'a şirk koşmak, içki içmek, kumar oynamak " (el-Bakara, 2/219); haram aylarda harbetmek (el-Bakara, 2/217); bakmakla yükümlü olduğu yetimin malını kendi malına katarak O'nun rızası olmaksızın yemek (en-Nisa, 4/2; İsra, 17/34); fakirlik korkusuyla kendi çocuğunu öldürmek (İsra, 17/31); insanlar arasında fitne çıkarmak (el Bakara 2/217); faiz yemek (el-Bakara, 2/275); Allah'tan başkasına ibadet etmek (İsra,17/23); ana-babaya isyan etmek (İsra,17/23), akrabaya miras hakkını vermemek (en-Nisa, 4/7, 13; İsra, 17/26); malı gereksiz yere israf etmek (İsra, 17/27); zina yapmak (İsra 17/32; en-Nisa, 4/15-16); haksız yere adam öldürmek (İsra, 17/33); ölçü ve tartıyı tam yapmamak (İsra, 17/35); kibirlenmek (İsra, 17/37); iffetli kadına zina isnat etmek (en-Nisa, 4/23); tesettüre riayet etmemek (en-Nur, 24/31 ); yalan yere yemin; Peygamber'e (s.a.s.) yalan hadis uydurmak (Peygamber'e yalan yere hadis uydurmak, büyük günah olmanın ötesinde, küfür sayılabilir. Çünkü şerîat'ın temel kaynaklarından ikincisi "sünnettir". Sünnete yalan isnat etmek; bazı konularda İslâm'ı temelinden yıkabılir); insanları diliyle çekiştirmek; kaş göz hareketleriyle alay etmek

Nixie
21 August 2009, 08:47
KONU: CAMİLERDEKİ BİD'ATLAR
Mahallemizdeki camide namaz bittikten sonra cemaat teker teker ellerini bağırlarına koyuyor ve imamı adeta selâmlayıp öyle ayrılıyorlar. Imam da buna aynıyla mukabale ediyor. Bu hareket doğru mudur? Değilse, böyle doğru olmayan cami içi hareketler nelerdir?

Yerleşen her bid'at karşılığında bir sünnet gider. Bu gerçeği hiç unutmamak gerekir. "Her bid'at da dalâlettir." "Resûlullah'ın getirdiği dinde bulunmadığı halde, dindenmiş gibi yapılan her davranış merduttur", yapanın yüzüne çarpılır. Maalesef, camilerimizde, mescidlerimize çeşitli bid'atler işlenmektedir ve muhtemelen çoğu iyi niyetle yapılan bu bid'atlar, sünnetlerin oralardan çıkarılmasından başka da bir şeye yaramazlar. Bunlardan bazılarını saymaya çalışalım.

1. Dediğiniz gibi, namazdan sonra, Imam henüz mihrapta iken, eli göğüse getirmek suretiyle selâmlama faslı. Bu, bid'atliğinin yanında başka dinlerde ibadet olan bazı haraketleri de akla getiriyor. Ayrıca yapmayanlar, Imam efendiye dargınlığı var, zannedilecek diye sıkıntıya düşüyorlar. Bu davranış namaz sonrası serbestliği ortadan kaldırarak, ibadete bir merasim havası veriyor.

2. "Kâmetten" önce "Ihlas suresi" ya da daha başka şeyler okumak. Camide Kur'an okumak ve dinlemek elbette güzel bir davranıştır ve bu sadece camiye de has değildir. Ama sünnetle farz arasında, sanki namazın ya da müezzinliğin gereklerindenmiş gibi okunması bid'attır. Bu tür okuyuşlar zaten kliseleşmis hale geldikleri için kimse onları, şuuruna vararak Kur'an gibi dinlememektedir. Bazı yerlerde buna başka ayetler veya başka sureler de eklenir. Bunların bid'at olduğunun en açık delili; bunlara alışılan camilerde bir defa terkedilecek olsalar, hemen tepki görmeleriyle müezzinliğin eksik olduğu sanılmasıdır.

3. Farzdan sonra müezzinlerin -Istanbul'un bazı büyük camilerinde olduğu gibi- koro halinde tesbihleri okumaları, "âmin, âmin, âmin" diye bağırmaları, mesnun ve me'sür olmayan bir takım nakaratlar söylemeleri, Hatta "Ayetel-Kürsî" ve herkesin kendi başına yapması gereken tesbihati yüksek sesle ve bağırarak okumaları, böylece cemaati bunları okumaktan mahrum etmeleri ve onları kendi gürültülü seslerini dinlemek zorunda bırakmaları. 4. Namazlardan sonra, namazın bir tetimmesi olarak, herkesin herkesle musafaha etmesi. Musafaha aslında sevgi doğurucu bir sünnet olmakla beraber, namazlardan sonra, namazın bir parçası ve bütünleyicisi gibi icra edilmesi, ibadete bir katma anlamı taşıdığından bid'at olmuş olur.5. Cumanın iç ezanından önce çeşitli salatü selamlar ve temennalar okumak.6. Erzurum ve havalisinde olduğu gibi, ezanlardan sonra "salâ" okumak. (Bunun bid'at haline geldiğinin güzel bir delili, bir hatıramdır: 70'li yılllarda Erzurum'da talebe iken, bir gün müezzin bulunmadığı için, muhterem Hocam Mehmet Tavlas'ın imamlık yaptığı Gez Camiinde bir ezan okumuş ve beceremem endişesiyle "sala"yı terketmiştim. Namazın hemen peşinden ve caminin içinden cematten biri tarafından "Sen bu dini bozmak mı istiyorsun!?" diye ciddi bir hücüma uğradım. Milletin araya girmesiyle tartaklanmaktan kurtuldum.) Bunlar camilerimizde işlenen bid'atların ilk aklımıza gelenleridir. Başka münasebetle, başkalarından da söz edeceğiz. Ancak şunu da bilmek gerekir ki, Kâtip Çelebi'nin de israrla anlatmaya çalıştığı gibi, avam bunlara farzdan daha çok değer verirler ve kaldırılmalarına asla müsaade etmezler. Bu yüzden adeta "dinde devrim" gibi gelecek tarzda bunların üzerine sertçe gitmeli, şuurlu imam ve müezzinlerin bunları yavaş yavaş, tedricen kaldırmaları gerekir. Bir büyüğümüzün dediği gibi, "Bunlar folklor müslümanlığı çıkıncaya kadar olmayan, ondan sonra ortaya çıkan adetlerdir." Ve ibadetlerin adeta dönüşmüşlüğünü gösterirler. Bu konularla ilgili olarak şu kaideyi akılda tutmak yararlı olur: "Eşyada aslolan ibahadır, ibadetlerde aslolan ise men'dir. Çünkü ibadet koyma yetkisi sadece şarı'e has bir keyfiyettir.

Nixie
21 August 2009, 08:48
KONU: CEBEL-İ NÛR (NUR DAĞI)
Mekke'de bir dağ. Nûr dağı anlamına gelmektedir. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in evine bir kilometre uzaklıktadır. Hz. Muhammed (s.a.s.)'e ilk vahiy Nûr dağının tepesinde bulunan Hira mağarasında gelmiştir. Nûr dağı, kendisini çevreleyen dağlar arasında uzaktan farkedilmekte olup, özel bir yapı arzeder.

Bu tepeye niçin Nûr dağı denildiği bilinmiyor. Mekke'den Mina'ya giden yolun yakınındadır. Hacılar Mina'da birkaç gün geçirirler. O dönemde tatbik edilen bir adete göre, yolunu kaybedenlere yardım için bu dağın tepesinde ateş yakılmış olması ve bu nedenle Nûr dağı denilmiş olması mümkündür. Nitekim o dönemde Müzdelife'de bir tepe üzerinde ateş yakıldığı bilinmektedir. Başka tepelerde ve bu arada Cebel-i Nûr üzerinde de ateş yakılmış olması mümkündür. (M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 64-65).

Cebel-i Nûr ve onun üzerinde bulunan Hıra mağarası Hz. Muhammed (s.a.s.)'e inen, insanlara ilim ve medeniyet yolunu gösteren ilk vahye beşiklik yapmıştır: "Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı alâkdan (kan pıhtısından) yarattı. Oku, Rabbın en büyük kerem sahibidir. O, (insana) kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti." (el-Alâk, 96/1-5) ayetleri burada inmiştir.

Hz. Muhammed (s.a.s.) kendisine peygamberlik gelmeden önce de putperestlikten nefret ederdi. Ramazan ayı gelince erzakını alır, Cebel-i Nûr'daki Hıra mağarasına çekilir, orada günlerce kalarak tefekküre dalardı. Bundan büyük bir zevk alır ve manevi teselli bulurdu. Cebel-i Nûr üzerinde bulunan ve günümüzde de varlığını koruyan Hıra mağarası ancak bir insanın ayakta durabileceği kadar yükseklikte ve yatabileceği kadar uzunluktadır.

Nixie
21 August 2009, 08:49
KONU: CEHENNEM
Derin kuyu, ahirette kâfir ve günahkâr kimselerin azap Cekecekleri ceza yeri. Kur'an-ı Kerîm'de inanan ve güzel amel işleyen kimselere Cennet* vadedildiği gibi (el-Kehf 18/107); kâfir ve günahkâr kimselere de Cehennem vâdedilmiştir. Kâfir, münâfık ve müşrikler Cehennem'de ebedî kalırlar, orada ölmezler ve azabları hafifletilmez. Tövbe etmeden günahkâr olarak ölen ve Allah'ın kendilerini affetmediği mü'minler ise Cehennem'de ebedî kalmazlar. Kendilerine günahları kadar azap edilir. Sonra oradan kurtulup Cennet'e girerler ve orada ebedî kalırlar. (Alâuddin Âbidîn, el-Hediyetü'l-Alâiyye, 468).

Allah Cehennem'i diğer yaratıklardan önce yaratmıştır ve şu anda mevcuttur, yok olmayacaktır. Nitekim şu ayet bu durumu gayet açık ifade eder:

"Artık o ateşten sakının ki, onun tutuşturucu odun (kâfir) insanlarla taşlardır. O (ateş) kâfirler için hazırlanmıştır. " (el-Bakara, 2/24) "Kâfirler için hazırlanan ateşten korkun. " (Âli İmrân, 3/131).

Enes b. Mâlik'ten rivâyet olunan bir hadiste de Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır: "Demin Cennet ile Cehennem şu duvarın yüzünde bana arz olundu. " (Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, II, 483).

Ateş, insan cismine çok büyük acı ve ızdırap verdiği için ahirette kâfir ve münâfıkların cezası ateşle verilecektir. Böylelikle Cehennem, Allah'nı tutuşturulmuş ateşinin ismidir (Râğıb el-İsfahani, el-Müfredat, I02).

İşte Cehennem'in en açık vasfı ateş olduğu için bazen, Cehennem yerine ateş manasına "nâr" kullanılır: "Şüplıesiz ki münâfıklar nâr (Cehenneın)'ın en aşağı tabakasındadırlar. " (en-Nisâ, 4/145).

Kur'an-ı Kerîm'de Cehennem'in yedi kapısının olduğu belirtilmektedir.

"Cehennemin yedi kapısı olup, her kapıdan onların girecekleri ayrılmış bir kısım vardır. " (el-Hicr, 15/44). Bu ayet iki şekilde tefsîr edilmiştir:

a- Cehenneme girecekler çok olduğu için;

b- Cezalandırma azgınlığın çeşit ve derecelerine göre olacağı için Cehennem'in yedi kapısı veya tabakası vardır. Bu kapı veya tabakalar şunlardır:

1- Cehennem; yukarıda söz konusu edildiği şekilde Kur'an-ı Kerîm'in yetmişyedi ayetinde geçmektedir.

2- Lâzâ (alevli ateş): "Hayrı' (Allah onu azabdan kurtarmaz) Çünkü o Cehenneın alevli bir ateştir" (el-Meâric, 70/15).

3- Saîr (pılgın ateş): "O şeytanlara (ahirette) çılgın ateş azabı hazırladık. " (el-Mülk, 67/5). Ayrıca on beş ayette daha bu isimle geçmektedir. (22/4; 31/21; 34/12 vs.)

4- Sakar (kırmızı ateş): "Hem ey Rasûlüm bilir misin, nedir o sakar (Cehennem). " (el-Müddessir, 14/27)

5- Hâviye (uçurum): "O, kızgın bir ateştir " (el-Kâria, 101/9-11).

6-Hutame (kalbleri saran ateşli kaygı): "Şüphesiz o, Hutame ye (ateşe) atılacaktır." (Hümeze, 104/4).

7- Cahim (yanan kızgın ateş):

"Küfredenler ve ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar Cahim'in yarânıdırlar. " (el-Mâide, 5/10).

Cehennem'de görülecek azabın miktar, şiddet ve şekillerini ancak Allah ve Rasûlü'nün bizlere bildirmesiyle ve bildirdikleri kadarıyla bilebiliriz. Kur'an-ı Kerîm'de belirtildiğine göre;

a- Cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatır: "Cehennem inkâr edenleri şüphesiz çepeçevre kuşatacaktır. " (el-Tevbe, 9/49).

b- Cehennem ateşi sönmez: "Biz sapık kimseleri kıyamet günü yüzü koyun, körler, dilsizler ve sağırlar olarak haşrederiz. Varacakları yer Cehennem'dir. Onun ateşi ne zaman sönmeye yüz tutsa hemen alevini artırırz. " (İsrâ, 17/97).

c- Cehennem dolmak bilmez: "O,gün Cehennem'e: "doldun mu?"deriz. O! " Daha var mı?" der. " (Kaf, 50/30).

d- Kaynarken çıkardığı ses: "Rablerini inkâr eden kimseler için Cehennem azabı vardır. Ne kötü bir dönüştür. Oraya atıldıkları zaman onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler. Nerede ise öfkesinden çatlayacak gibi olur. İçine her bir topluluğun atılmasında bekçileri onlara: "size bir uyarıcı gelmemiş miydi" diye sorarlar. Onlar evet, doğrusu bize bir uyarırı geldi; fakat biz yalanladık ve Allah hiç bir şey indirmemiştir, siz büyük bir sapıklık içerisindesiniz, demiştik " derler. " (el-Mülk, 67/6-9).

e- "Ateş onların yüzlerini yalar, dişleri sırıtıp kalır. " (el-Mü'minün, 23/104).

f- "Boyunlarında halkalar ve zincirler olarak kaynar suya sürülür, sonra ateşte yakılırlar. " (el-Mü'min, 40/70-72).

g- İnkâr edenlere ateşten elbiseler kesilmiştir-. Başlarına kaynar su dökülür de bununla karınlarındakiler ve derileri eritilir. Demir topuzlar da onlar içindir. Orada uğradıkları gamdan ne zaman çıkmak isteseler, her defasında oraya geri çevrilirler. Ve kendilerine "yakıcı azabı tadın"denir. (el-Hâcc, 22/19-22).

h- Derileri yandıkça azabı tatmaları için yeniden başka derilerle değiştirilir. (en-Nisâ, 4/56).

i- Ölümü isterler fakat azabları devamlıdır, ölmezler. (bk. 43/74-77; 35/36).

Hz. Peygamber'in ifadesine göre:

"Cehennem ateşi (miktarca ve sayıca) dünya ateşleri üzerine altmış dokuz derece fazla kılınmıştır. Bunlardan her birinin harareti bütün dünya ateşinin harareti gibidir. " (Tecrîd-i Sârih Tercüme ve Şerhi, IX, 50).

Kur'an-ı Kerîm, Cehennem ehlinin çekeceği azap ve yiyecekleri hakkında da bir takım tasvir ve izahlarda bulunur: "(Nasıl) ağırlanmak için bu (nimet) mi hayırlı yoksa zakkum ağacı mı? Biz onu zalimler için bir fitne (sınama vesilesi veya azap) kıldık. O, Cehennem'in dibinde çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları şeytanların başları gibidir. Onlar ondan yiyecekler ve karınlarını onunla dolduracaklar. Sonra onların, bunun üzerine kaynar su karıştırılmış bir içkileri vardır. (Yedikleri zakkum, boğazlarını yakar) Yanan boğazlarını dindirmek için içecek bir şey ararlar. Ama kaynar su katılmış kusuntu ve irinden başka içecek bulamazlar." (Sâffat, 37/62/67). "O ayetlerimizi inkâr edenleri yakında bir ateşe sokacağız, (öyle ki) derileri piştikçe azabı tatsınlar diye onlara başka deriler vereceğiz! Şüphesiz Allah daima üstün ve hikmet sahibidir." (en-Nisâ, 4/56).

Cezalar, işlenen suçlar cinsinden olacaktır. Dilleriyle suç işleyenlerin cezaları dillerine; elleriyle günah işleyenlerin cezaları ellerine vs. tatbik edilecektir.

Cehennem'in yakacağı hakkında da Kur'an'da bilgi verilmekte ve şöyle denilmektedir: "Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki, onun yakıtı insanlar ve taşlardır. " (et-Tahrîm, 66/6).

Kur'an'da Cennet ehli ile Cehennem ehli arasında konuşmalar yapılacağı da belirtilerek bu konuşmalardan nakiller yapılmaktadır: "O gün münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (sür'atle Cennet'e girmekte olan) müminlere derler ki: "(Ne olur) bize bakın da sizin nurunuzdan alalım." Onlara: "Arkanıza dönün de nur arayın!" denilir (Kendileriyle alay eden bu ses, onlara diyor ki: Arkada kalan dünyaya dönün nur orada aranır. Nurun kaynağı, dünyada yapılan işlerdir. Böyle denilir ve müminlerle münafıkların) aralarına kapılı bir sur çekilir ki, onun içinde rahmet vardır. Dış yönünde de azap. (Münafıklar), onlara seslenirler: "Biz de sizinle beraber değil miydik" Müminler derler ki: "Evet ama, siz kendi canlarınıza kötülük ettiniz. (İnananların başlarına felaket gelmesini) gözlediniz. Şüphe ettiniz, kuruntular sizi aldattı. Allah'ın emri (olan ölüm) gelinceye kadar (böyle hareket ettiniz). O çok aldatıcı (şeytan) sizi Allah hakkında aldattı. " (el-Hadîd, 57/13-14). Başka bir yerde de şöyle anlatılır:

"Cennet halkı, ateş halkına seslendi: Rabbimiz'in bize vadettiğini biz gerçek bulduk. Siz de Rabbiniz'in size vadettiğini gerçek buldunuz mu? (Onlar da): Evet dediler ve aralarında bir ünleyici: Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun! diye ünledi." (el-Â 'raf, 7/44-45).

İnsanın eğitimi ve iyi davranışlara yönlendirilmesi açısından Cennet ve Cehennem inancının dünya hayatına etkileri açıktır. Kişi, gizli ve açık yaptığı her şeyin karşılığını, bulacağını ve Cehennem'deki cezânın dehşetini hatırladığında, elbette hareketlerine çeki düzen verme ihtiyacını duyacaktır.

Nixie
21 August 2009, 08:53
KONU: CENAZE NAMAZI
Gusledilmiş, yıkanmış, temizlenmiş, musalla taşına konulmuş müslüman bir ölü için müslümanların, abdestli ve Kıble tarafına yönelerek kıldıkları bir namaz ve ölü için yapılan bir duadır. Cenaze namazı farz-ı kifâyedir. Yani bir beldede bir kısım müslümanların bu namazı kılmalarıyla, diğerlerinin üzerinden yükümlülük kalkar. Cenaze namazı hiç kılınmazsa, o beldedeki bütün müslümanlar sorumlu ve günahkâr olur.

Cenaze namazının şartı niyettir. Bu niyette, ölünün erkek veya kadın, küçük erkek veya kız çocuğu olduğu belirtilir. İmam olan kimse; Allah Teâlâ'nın rızası için hazır olan cenaze namazını kılmaya ve o cenaze için dua etmeye niyet ederek, namaza başlar. Ayrıca imamlığa niyet etmesi gerekmez. Cemaatten her biri de Allah rızası için o cenaze namazını kılmaya ve onun için duaya ve imama uymaya niyet eder. Ölü, erkek ise: "şu hazır erkek için", kadın ise; "şu hazır kadın için" diye niyet edilir. Çocuklar için de bu şekilde niyet edilir. Cemaatten biri, cenazenin erkek mi, kadın mı olduğunu bilmezse, "üzerine imamın namaz kılacağı ölüye, imam ile beraber namaz kılmaya ve dua etmeye" niyet eder.

Cenaze namazının rüknü tekbirler ve kıyâm'dır. Bu namazda rukû ve secdeler bulunmadığı gibi Kur'an okumak ve teşehhüd de yoktur. Şartları altıdır: Ölünün müslüman olması, kendisinin ve konulduğu yerin temiz olması, cemaatin önünde bulunması, vücut azalarının çoğunun veya başıyla beraber yarısının mevcut olması, arz üzerine konulmuş olması, namaz kılacak kimsenin özürsüz olarak bir şeye binmiş veya oturmuş olmaması. Cenaze namazında cemaat şart değildir. Yalnız bir müslüman erkek yahut bir müslüman kadının kılması ile farz yerine getirilmiş olur. Cenaze namazının sünnetleri dörttür.

1-İmam cenazenin göğsü hizasına durur. Bu namazda erkek, kadın, büyük ve küçük arasında fark yoktur

2-Birinci tekbirden sonra "sübhâneke allâhümme" duasının "ve celle senâüke" kısmı ile birlikte okunması lâzımdır. Dua kasdıyla fatiha okunması da caizdir. İbn Abbâs cenaze namazında Fâtiha okumuş ve "bunun sünnet olduğunu" bildirmiştir. (Buhârî, Cenâiz, Kıraetu Fâtihati'l-Kitab). İmam Şâfiî'ye göre Fâtiha okumak farzdır.

3- İkinci tekbirden sonra, Peygamber (s.a.s.)'e salât getirmek: "Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, Kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdun mecîd." Sonra "bârik" duâsı okunur.

4- Üçüncü tekbirden sonra ölüye, kendi nefsine ve müslümanlara dua etmek. Duânın ahirete ait olmasından başka bir şart yoktur. Fakat Hz. Peygamber'den nakledilen duâları yapmak daha güzeldir. Bu duâ da şudur:

"Allâhumma'ğfirlî hayyina ve meyyitinâ veşâhidinâ ve gâibinâ ve zekerinâ ve unsânâ ve sağîrinâ ve kebîrinâ. Allâhumme men ahyeytehû minnâ fe ahyihî ale'lislâm ve men tevef feytehü minnâ feteveffehû ale'l-imân ve hussa hâza'l-meyyite birravhi ve'rrâhati ve'f-mağfireti ve'r-rıdvân. Allâhümme in kâne muhsinen fezid fî ihsânihî ve in kâne musîen fetecâvez anhu ve lakkıhi'l-emne ve'l-büşrâ ve'lkerâmete ve'z-zülfâ bi rahmetike yâ erhame'r-râhimîn."

Manası: "Allah'ım, dirimizi, ölümüzü, burada olanımızı, olmayanımızı, erkeğimizi, kadınımızı, küçüğümüzü, büyüğümüzü bağışla. Allah'ım, bizden yaşattığını İslâm üzerine yaşat; öldürdüğünü iman üzerine öldür. Bu ölüye de sevinç, rahat, mağfiret ve rıza ihsan eyle. Allah'ım, eğer (bu kimse) iyi idiyse iyiliğini artır, eğer kötü idiyse kötülüklerinden geç. Onu güven, müjde, ikram ve rahmetine yaklaştır. Ey merhametlilerin en merhametlisi."

Eğer cenaze kadınsa, "ve hussa dan sonraki zamirler müennes okunur." Hâzihi'l-meyite... in kânet muhsineten fe-zid fr-ihsânihâ ve in kânet musîeten fe-tecâvez an seyyiâtihâ ve lakkîhâ'l-emne... " gibi.

Duâyı bilmeyen kimse, sadece "Allâhümmağfirlî ve lehû ve li'lmü'minîne ve'l-mü'minât (Allâhım, beni, onu ve bütün inananları bağışla" der. Akıl hastası ve küçük çocuklar için istiğfar edilmez. Çünkü onların günahı yoktur. Onlara Feteveffehû ale'l-imân "dan sonra şu duâ ilâve edilir. "Allâhümme'c'alhu lenâ feratan ve'c'alhulenâ ecran ve zuhran ve'c'alhu lenâ şâfian müşeffean" Manası: "Allah'ım, onu bize ecir; mükâfat, ahiretimiz için yararlı kıl, onu bize âhirette sözü geçen bir şefaatçı eyle."

Bu duâlardan sonra imam dördüncü tekbiri alır, sonra önce sağ tarafa, sonra da sol tarafa sesli olarak, cemaat ise gizlice selâm vererek namaza son vermiş olurlar. Bu vacip olan selâm ile ölüye, cemaate ve imama selâm verilmesine niyet edilir. Cenaze namazının başına yetişmeyen kimse hemen iftitah tekbirini alıp imama uyar ve diğer tekbirleri imamla beraber almaya devam eder. İmam selâm verdikten sonra geçirdiği tekbirleri birbiri ardınca kaza eder, bu tekbirler esnasında herhangi bir dua okunmaz. Birkaç cenaze varsa hepsine ayrı ayrı namaz kılma daha iyidir. En erken getirilenin namazı önce kılınır. Hepsi birlikte gelmiş ise halk nazarında daha faziletli olanın ki önce kılınır. Hepsine bir tek namaz kılmak da yeterli olur. Bu takdirde cenazeler, geniş bir sıra halinde dizilir ve imam bunlardan birisinin göğsü karşısında durarak namaz kıldırır. Yahut cenazeler tek sıra hâlinde kıbleye doğru uzunlamasına da konulabilir.

Namaz kılmak mekruh olan üç vakitte, yani; güneş doğarken, tam tepedeyken ve batarken cenaze namazı kılınmaz. Ancak, bu vakitlerde kılınmışsa kazası da gerekmez. Kabristanda ve cami içinde cenaze namazı kılınmaz, ancak; imam ve cemaatin bir kısmı cami dışında, bir kısmı da cami içinde olarak kılmalarında bir mahzur yoktur. Namazı bozan şeyler cenaze namazını da bozar.

Sağ doğup ölen çocuğun adı konulur, yıkanıp kefenlenir ve namazı kılınır. Ölü doğan çocuğun adı konulur, yıkanıp bir bezle sarılır ve cenaze namazı kılınmadan defnedilir. Ölen gebe kadının karnındaki çocuk hareket ederse, kadının karnı yarılarak çocuk alınır. Kasden ve zulmen ana veya babasını öldürenlerin, öldürülmüş eşkıya ve yol kesicilerin namazları kılınmaz.

Cenazede cemaat şartı olmamakla birlikte, cemaat sayısı ne kadar çok olursa, sevap da çoğalır. Hz. Âişe, Rasûlullah (s.a.s.)'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Bir cenazenin namazını yüz müslüman kılarak hepsi ona şefaat dilerse, kendilerine o kimse hakkında şefaate izin verilir. " (Müslim Cenâiz, 58).

İbn Abbas (r.a.), Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Bir müslüman öldüğü zaman, cenazesini, Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmayan kırk kişi tutup kaparsa, Allah kendilerine o kimse hakkında şefaate izin verir. " (Müslim, Cenâiz, 59).

Namaz kılınıncaya kadar cenazede hazır olan kimseye bir kırat, gömülünceye kadar hazır bulunana da iki kırat sevap vardır. " İki kırat nedir?" diye sorulunca, Hz. Peygamber (s.a.s.) "İki büyük dağ gibi" diye cevap verir, yani iki büyük dağ kadar sevap verilir. (Müslim, Cenâiz, 52).

"Cenaze defninde acele ediniz. Eğer bu ölü iyi bir kişi ise, bu bir iyiliktir. Onu (bir an evvel kabırdeki) hayır ve sevabına ulaştırmış olursunuz. Eğer bu cenaze iyi bir kişi değilse, bu da bir ferdir. Bir an evvel omuzlarınızdan atmış olursunuz. " (Buhârî, Cenâiz, 52).

"Ey mü'minler! Siz ölüyü teşyî ediyorsunuz. Onun önünde, arkasında sağında, solunda yürüyünüz. "

Yukarıda naklettiğimiz Hadislerden de anlaşılacağı gibi, cenazeyi bekletmeden en kısa zamanda toprağa vermek gerekir. Ölü hakkında iyi ve kötü şahitliği Cenâb-ı Allah kabul eder. Bu münasebetle ölüleri hayırla anmak sünnettir. Bir müslümanın cenazesinde bulunmak herkese farz-ı ayın değilse de; mümkün mertebe çok sayıda cemaatin bulunması ölü için rahmet ve bağışlanma vesilesidir. Ayrıca cenazeye katılan müslümana da çok büyük bir sevap vardır.

Ebû Hüreyre'den rivayet edildiğine göre, "Peygamber (s.a.s.), Necâşî'nin vefat haberini öldüğü gün vermiş, ashabını namazgâha çıkartarak saf bağlatmış ve dört defa tekbir almıştır." (Buhârî, Müslim),

Burada Necaşi, Habeş imparatoru Ashama olup, Hicret'in dokuzuncu yılında vefat etmiş ve Allah Rasûlü Medine-i Münevvere'de onun için ashabıyla, gıyabıda cenaze namazı kılmıştır. Bu uygulama, zaruret sebebiyle vukû bulmuştur. Hanefî ve Mâlikilere göre gâibin cenaze namazını kılmak mutlak olarak caiz değildir.

Hanefilere ve bazı fâkîhlere göre ölüm haberini hısım ve akrabaya, eşe dosta bildirmek caizdir. Günümüzde bu duyuru, müezzinlerin "salâh" okuyuşları ile yapılmaktadır.

Nixie
21 August 2009, 08:54
KONU: CENNET
Peygamberlerin davetine uyarak iman edip, dünya ve ahirete ait işleri, kulluk vazifelerini elden geldiği kadar güzel bir şekilde yapan temiz ve müttakî kişiler için hazırlanmış bir huzur ve saadet yurdudur. Kısaca ahiretteki nimetler yurdunun adıdır. Çoğulu Cinân ve Cennât'tır.

Kur'an-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde Cennet, çeşitli şekillerde tasvir edilmiştir. Bilhassa Kur'an-ı Kerîm'de ağaçları altından ırmaklar akan Cennetler şeklinde anlatılmaktadır:

"Cennet takva sahiplerine, uzak olmayarak yaklaştırılmıştır. İşte size va'dolunan, gördüğünüz şu Cennet'tir ki, O, Allah'ın taatına dönen onun (hudud ve ahkâmına) riayet eden çok esirgeyici Allah'a bütün samimiyetiyle gıyâben saygı gösteren, hakkın taatına yönelmiş bir kalble gelen kimselere aittir. " (Kâf, 50/31-33).

"Tövbe edenler, iyi amel ve harekette bulunanlar öyle değil. Çünkü bunlar hiç bir şeyle haksızlığa uğratılmayarak Cennet'e, çok esirgeyici Allah'ın kullarına gıyâben va'd buyurduğu Adn Cennet'lerine gireceklerdir. Onun vadi şüphesiz yerini bulacaktır. Orada selâmdan başka boş bir söz işitmeyeceklerdir. Orada sabah, akşam rızıkları da ayaklarına gelecektir. O, öyle Cennet'tir ki biz ona kullarımızdan gerçekten müttakî olanları vâris kılacağız. " (Meryem, 18/60-63).

Cennet, bu dünyada yapılan iyiliklerin ahirette Allah tarafından verilen karşılığıdır. Kur'an'da Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır:

"Adn Cennetleri vardır ki altlarından ırmaklar akar. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. İşte günahlardan temizlenenlerin mükâfatı." (Tâhâ, 20/76).

Kur'an'da Cennet'in niteliklerinden bazılarına şu şekilde değinilir:

1- Altlarından ırmaklar akan, birbiri üzerine bina edilmiş yüksek köşkler (ez-Zümer, 39/20), güzel meskenler (et-Tevbe, 9/72)

2- Türlü ağaç ve meyvalara, akar kaynaklara, görünüş ve kokusu güzel, isteyenlerin yanına kadar sarktığından koparılması kolay, türlü bol meyvelere sahip (er-Rahmân, 55/58-54)

3- Gönlün çekeceği her türlü yemek ve etler, türlü kokulu içecekler, temiz şaraplar ve çeşit çeşit tükenmez nimetleri içeren bir mekân.

"Onlara Cennet'te bir meyve, içlerinin çekeceği bir et verdik (vereceğiz)" (et-Tûr, 52/21).

"Canların isteyeceği ve gözlerin hoşlanacağı ne varsa, hepsi oradadır. Siz de orada devamlı olarak kalacaksınız. İşte bu, sizin çalıştığınız ameller sebebiyle mirasçı kılındığınız Cennet'tir. Sizin için orada çok meyveler vardır, onlardan yiyeceksiniz." (ez-Zuhruf 43/71-73).

"Cennet şarabından (dünya Şarabı gibi) mide ızdırabı yoktur" (Saffât, 37/47).

4- Cennet'te hayat sonsuzdur, kin yoktur, boş lâf ve günah'a sokacak söz işitilmiş. "Biz o Cennetliklerin kalblerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar. Orada kendilerine hiç bir zahmet dokunmaz ve onlar oradan çıkarılacak da değillerdir" (el-Hicr, 15/47-48).

"Onlar Cennet'te ne bir boş laf işitirler ne de bir hezeyan. Ancak bir söz işitirler: Selâm.. (birbirleriyle selâmlaşır dururlar)." (el-Vâkıa, 56/25-26).

5- Cennet nimetleri insan hayalinin erişemeyeceği güzelliktedir. Cennet'i aslında dünya ölçüleriyle tarif etmek mümkün değildir. Bununla beraber Cennet'teki eşsiz nimet ve saltanatı anlayabilmemiz için Allah Teâlâ onu bize şu şekilde tasvir etmiştir:

"İşte bu yüzden Allah onları o günün fenâlığından esirger. (Yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir. Sabretmelerine karşılık onlara Cennet'i ve oradaki ipekleri lütfeder. Orada koltuklara kurulmuş olarak bulunurlar. Ne yakıcı sıcak görürler orada, ne de dondurucu soğuk. Ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkar; kolayca koparılabilen meyveleri istifadelerine sunulur. Yanlarında gümüş kaplar ve billür kaselerle, gümüşî beyazlıkta (billûr gibi) şeffâf kupalarla dolaşılır ki (Cennet sakinleri bunlara dolduracakları Cennet şarabını Cennet'teki insanların iştahları) ölçüsünde tavin ve takdir ederler. Onlara orada bir kâseden içirilir ki karışımında zencefil vardır. (Bu şarap) orada bir pınardandır ki adına Selsebil denir. Cennettekilerin etrafında öyle ölümsüz genç nedenler dolaşır ki, onları gördüğünde kendilerini etrafa saçılıp dağılmış inciler sanırsın. Ne yana bakarsan bak, (yığınla) nimet ve ulu bir saltanat görürsün. Üzerlerinde ince yeşil ipekli, parlak atlastan elbiseler vardır. Gümüş bilezikler takınmışlardır. Rableri onlara tertemiz içecekler içirir. Onlara: "İşte bu sizin işlediklerinizin karşılığıdır, çalışmalarınız şükre değer" denir. " (el-İnsan, 76/11-22).

Cennet'in tasviri konusunda söylenecek son söz şu kudsî hadis*in ifade ettiği durumdur: Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: "Salih kullanım için ben, Cennet'te hiç bir gözün görmediği hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir insan gönlünün hatırlamadığı bir takım nimetler hazırladım." (et-Tâc, el-Câmiu li'l-Usül, fî ahâdisi'r-Rasul, V, 402).

Başka bir hadislerinde de, Rasûlullah (s.a.s.) Cennet'in gümüş ve âltın kerpiçten yapıldığını, harcının misk, taşlarının inci ve yakut olduğunu, oraya girenlerin bolluk ve refâh içinde, üzüntüsüz ve kedersiz yaşayacağını ebedî kalacaklarını, ölmeyeceklerini, elbiselerinin eskimeyeceğini ve gençliklerinin yok olmayacağını ifade eder (et-Tâc, aynı yer).

Ehl-i Sünnet inancına göre mü'minler Cennet'te Allah'ı görecekler, bu onlar için en büyük nimet olacaktır. Buna "Rü'yetullah*" denir. Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm'de: "O gün Rablerine bakan ter-ü tâze (ışık saçan) yüzler vardır. " (el-Kryame, 75/22-23) buyrulur. Rasûlullah da bir hadislerinde şöyle buyurur: "Siz gerçekten tıpkı şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi gözle (açıkça) göreceksiniz. Onu görmekte haksızlığa uğramıyacak, izdihâma düşmeyeceksiniz. " (Buhârî, Mevâkıt 16, 26). Suheyb (r.a.)'ın rivayetine göre Peygamber (s.a.s.): "iyi iş ve güzel amel işleyenlere daha güzel karşılık ve bir de ziyâde (Allah'ı görmek) vardır. " (Yunus, 10/26), ayetini okuduktan sonra şöyle buyurdu: "Cennetlikler Cennet'e girdiği zaman Allah (c. c.) şöyle buyuracak: " Size daha da vermemi istediğiniz bir şey var mı?" Cennetlikler de Şöyle derler: "Yüzlerimizi ak çıkarmadın mı, bizi Cennet'e koymadın mı, bizi Cehennem'den kurtarmadın mı? (o yeter)." Rasûlullah sözlerine devam buyurarak: "Cenâb-ı Hak perdeyi kaldırır, Cennetliklere artık Rablerine bakmaktan daha sevimli gelecek hiç bir şey verilmiş olmaz. " (Müslim'in rivayeti, et-Tâc, V, 423).

Müminlerin Allah'ü Teâlâ'yı Cennet'te görmeleri, herhangi bir yön, yer ve şekilden uzak olarak vukû bulacaktır. Bunun keyfiyeti bizce meçhuldür. "Allah bilir" deriz. Kur'an ve Sünnet'te bildirildiği için kesinlikle böyle inanırız. Ehl-i Sünnet inancına göre, Cennet halen vardır, yaratılmıştır, hazırlanmıştır. Nitekim şu ayet bunu açıkça ifade eder: "Rabbinizin mağfiretine ve eni göklerle yer kadar olan Cennet'e koşun. O Cennet takva sâhipleri için hazırlanmıştır. " (Âli İmrân, 3/133).

Enes b. Mâlik (r.a.)'den rivayet olunan bir hadiste de Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır:

"Demincek Cennet ile Cehennem şu duvarın yüzünde bana arz olundu. " (Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, II, 483).

Başka bir hadislerinde şöyle buyururlar: "Cennet bana yaklaştı, (yaklaştı), o kadar ki, eğer cür'et edeydim salkımlarından bir tânesini (alıp) size getirebilecektim. " (Aynı eser, II, 713).

Bu Hadislerden de anlaşılacağı gibi, Cennet yaratılmış olup hâlen mevcuttur.

Cennetlikler: Kur'an ve Sünnet'te ifade buyrulduğuna göre, peygamberlerin davetine uyup iman eden ve amel-i sâlih işleyen kimseler Cennet'e gireceklerdir. Bu kimseler Cennetliktir. Esasen Allah'a ve insanlara karşı görevlerini yerine getirmekle insan daha dünyada iken manevî bir huzura kavuşur, maddî refah sağlanır ama tam manasıyla huzur ve kardeşlik Cennet'te gerçekleşir: "Takva sahipleri, elbette Cennet'lerde ve pınarlardadırlar. Girin oraya selâmetle, emin olarak. Biz, O Cennetliklerin kalblerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar. Orada kendilerine hiç bir zahmet dokunmaz ve onlar oradan çıkarılacak da değiller. " (el-Hicr, 15/45-48).

Kur'an-ı Kerîm namazını eksiksiz kılanların, malından bir kısmını yoksullara ayıranların, ceza-hüküm gününe inananların, Allah'ın gazabından korkanların, ırzlarına sahip olanların, sözlerine ve emânete sadık kalanların, doğru şahitlikte bulunanların Cennete gireceklerini bildirmektedir. (el-Meâric, 70/23, 24, 25, 26, 27, 29, 33). Ayrıca Cenâb-ı Hakk'ın rızasını dileyerek sabredenlere (er-Ra'd, 13/20, 21, 22, 23); şükredenlere (el-Ahkâf, 35/15-16) yürekten tövbe edenlere (et-Tahrim, 66/8); Allah yolunda canını feda eden şehitler (el-Bakara, 2/154) ve Allah'a yönelmiş bir kalble idealize olmuş müslümanlara "Allah'ın ölçüsünde Allah'a yönelenlere" (Kaf, 50/31-34) içinde ebedî kalınacak Cennet'e girecekleri yüce Rabbimiz tarafından müjdelenmiştir.

Cennetliklerin hallerini dile getiren Kur'an ayetlerinden bazılarında şöyle buyrulur:

"İman edip sâlih amel işleyen kimseleri, Rableri, imanları sebebiyle, ağaçları altından ırmaklar akan, nimeti bol Cennetler'e hidâyet buyurur. Bunların, Cennet'te duâları: Allah'ım, seni tesbih ve tenzih ederiz. sözüdür ve aralarındaki dilekleri de hep selâmdır. Duâlarının sonu ise; "Bütün hamdler, âlemlerin Rabbine mahsustur." gerçeğidir" (Yunus, 10/9-10).

"Kim de O'na bir mümin olarak sâlih ameller işlemiş olduğu halde varırsa, işte onlara en yüksek dereceler var. "

" Adn Cennetleri vardır ki, (ağaçları) altından nehirler akar, orada ebedî kalacaklar. İşte böyle Cennetler' de ebedî kalış, küfür ve isyandan temizlenenlerin mükâfatıdır" (Tâhâ, 20/75-76).

"İmran b. Husayn (r.a.)'dan rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.s.) Cennet ehlinin çoğunun fakirler olduğunu ifade buyurmuşlardır (Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, 40). Hadis yorumcuları bunu şöyle açıklarlar. Bir çok kötülükleri insana mal işletir. Çoğu insan mal yüzünden azar. Onun için maldan mahrum fakirler çoğunluğu oluşturduğundan bunların Cennet ehlinin çoğunluğunu teşkil etmesi de olağandır.

Cennet'e ilk giren bir cemâatin yüzleri ayın ondördüncü gecesindeki gibi berraktır. Onlardan sonra girenler de en keskin ışık yayan yıldızlar gibidir. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in ümmetinden yetmiş bin, yahut yediyüz bin kişi hesap ve ikap görmeksizin ilk olarak Cennet'e girecektir. (Tecrid-i Sarih Tercemesi, IV, 41-43).

Hadislerden öğrendiğimize göre (Tecrid-i Sarih Tercemesi, II, 845). Cennete en son girecek kimseye, bu dünya kadar, bu dünyanın on misli kadar Cennet verilecektir. Çeşitli rivayetlerle sabittir ki, son sözü Kelimei Tevhîd olan kimsenin mükâfatı Cennet'tir (Tecrid-i Sarih Tercemesi, IV, 264-275). Bu durumu hadisçiler şöyle yorumlarlar: Lâ ilâhe illallah, Cennet'in anahtarıdır, ancak bu anahtarın dişleri vardır, onlarda ilâhi emirlere bağlı olmak itaat ve ibadet etmektir. Bir de "Lâ ilâhe illallah" demekle, birinin müslümanlığına hükmedilmez, "Muhammedün Rasûlullah" (Muhammed Allah'ın peygamberidir) sözünü de eklemesi gerekir. Hatta İslâm dininden başka bütün dinlerden uzak olması icab eder. Bu inançta olan kimse, ehl-i kebâir (büyük günah işleyen) de olsa, günahı kadar Cehennem'de ceza gördükten sonra Cennet'e girecektir. Nitekim Muaz b. Cebel (r.a.)'ın Hz. Peygamber (s.a.s.)'den rivayet ettiği şu hadis meseleyi açıklığa kavuşturur:

"-Hiç bir kimse yoktur ki, kalben tasdik ederek Allah'dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.s.)'in, Allah'ın kulu ve resûlü olduğuna Şehadet etsin de, Allah ona Cehennem'i haram etmiş olmasın (herhalde harâm eder)" (Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, IV 271).

Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat inancına göre, "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah" diyen ve bunun gereğince iman edip salih amel işleyen her kimse Allah'ın izniyle mutlaka Cennet'e girecektir. Cennetlikler, hastalık, sakatlık, ihtiyarlık, huysuzluk vs. hallerden uzak olarak yaşayacaklardır.

Nixie
21 August 2009, 08:55
KONU: CİHAD ALLAH İÇİNDİR VE ALLAH YOLUNDADIR
Islâm'da cihad, hedefsiz, gayesiz bir savaş değildir. Islâm'da cihad yalnız Allah yolunda olur. Bu şart, cihaddan ayrılmaz. İslam'ın kendi hedeflerine varmak için niçin harp veya başka bir kelimeyi değil de; "cihad" kelimesini seçtiğini belirtirken, cihadın diğer kelimelerden farklı olduğunu ifade ettik. Bu farklılığı sağlayan bir hususiyet de "Allah yolunda" ifadesinin ve kavramının cihad kelimesinin içinde bulunmasındandır. "Allah yolunda" tabiri de Islâm'ın kendi mefkûresi için kullandığı terimler sözlüğünden bir terimdir. Bu terimi de bir çok kişi yanlış anlamış, halkı Islâm inancına boyun eğdirip, Islâm'ı kabul ettirip bunun için zorlamak olduğu düşüncesini "Allah yolunda cihad" olarak düşünmüşlerdir.

Gerçekte, "Allah yolunda" terimi, Islâm kavramları içinde onların düşündüğünden çok geniş bir anlam belirtir. "Allah yolunda cihad" batılıların anladığı manada kutsal bir savaş değildir. Islâm nazarında, toplumun fayda ve mutluluğu için, geçici dünya arzusunda bulunmadan yapılan her hareket "Allah yolunda"dır.

Allah'ın sana verdiği malları geçici dünyalık faydalar umarak sarfedersen bu "Allah yolunda" olmak değildir. Ama sırf Allah rızası için, bildiğin muhtaçlara yardım edersen şüphesiz ki bu "Allah yolunda" bir iştir. Işte bu "Allah yolunda" terimi, yalnız Islâm'a mahsus; maddi menfaat ve arzulardan uzak, sırf Allah rızası umulan davranışlar için kullanılır. Bunu yapan kimse bilir ki mümin. kardeşlerinin saadeti için yaptığı her iş Allah rızası içindir. Müminin geçici dünya hayatında istediği tek husus Allah Teâlâ'nın rızasını kazanmaktan başka bir şey değildir. Işte yüce Allah, bu anlama işaret etmek için cihadı, "Allah yolunda" kaydıyla sınırlamıştır. İslam'ın istediği de budur. Müslüman topluluk veya fert, batıl ve beşerî sistemleri yıkıp, yerine Islâm akîdesine dayalı bir sistemi getirirken, harcayacakları çabaları ve yapacakları her türlü fedakârlıkları, kişisel çıkarlardan, nefsânî arzulardan uzak tutmalıdır. Bütün çırpınmalarının karşılığı olarak, hak ölçülerine uygun, adaletli bir sistemi getirmekten başka bir şey gözetmemelidirler. Mümin, yaptığı şeylerin karşılığını bu dünyada beklemez. Allah'ın kelâmını yüceltmek için, bu bitmeyen mücadelenin, dinmeyen savaşın karşılığında; mal, mülk, şan, şeref, rütbe, geçici dünyalık elde etme düşüncesi aklından geçmez.

"Inananlar Allah yolunda savaşırlar, küfredenler ise tâğût yolunda savaşırlar..." (en-Nisâ, 4/76).

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah, ancak kendi rızası için olan cihadı kabul eder. Nefsânî arzulardan, kavmiyetçi kinlerden, kabilecilik taassubundan kopan savaşı değil... Yeryüzündeki her canlı, hayatını devam ettirmek için çırpınıp durur. Fıtrî gayesine ulaşmak için gece gündüz demeyip çalışır. fakat müslümanın çırpınış ve çalışması başka gayelere yöneliktir. O, yani, Islâm'a inanıp, onun sistemine bağlanan kimse, her şeyden önce Islâm inkılâbının gayesi olan Hakkıgetirmek için canla başla, malla Allah yolunda cihad eder. Bütün gücüyle şer güçleri yıkmak, fitne ve fesat tohumlarının yeryüzünde yayılmasına engel olmak için çalışır. "Fitne yok olup din ve hâkimiyet yalnız Allah'ın oluncaya kadar" cihad eder. Işte Islâmî cihad budur.

Nixie
21 August 2009, 08:56
KONU: CİLBAB" NEDİR?
Islâmî kadın elbisesi tipi sözkonusu olunca, günümüzde en çok tartışılan konulardan biri de, "cilbab" ın ne olduğu konusudur. Biz bu konuyu en geniş şekliyle araştırıp anlatmayı deneyecegiz. Ta ki, bu konuda artık tartışma olmasın ve müslümanlar bu doğrultuda bir adım daha ilerlesinler.

Bilindiği gibi Kur·'ân-ı Kerîm'de erkek elbisesi konusunda detaylı açıklama bulunmadığı halde, kadın kiyafeti konusunda detaylı sayılacak emir ve yasaklar vardır: Kadınlara zinetlerini ve zinet yerlerini açmamaları, başörtülerini yakalarını kapatacak biçimde üzerlerine atmaları, zinetlerini duyurmak için ayaklarını yere vurmamaları, "cilbablarını" üzerlerine sarkıtmaları ve süslü püslü sokaga çıkmamaları emredilmiştir ki, bunlar işin teferruatına kadar belirtilmesi anlamını taşır. Bunlara bir de Resûlullah Efendimizin açıklamaları eklenirse. kadın kiyafetinin, üzerinde ne kadar önemle durulması gerektiğini anlamış oluruz.

Nûr Sûresi'ndeki bir âyette Allah (c.c.): "Kadınlar, başörtülerini, yakalarını örtecek biçimde başlarına örtsünler" (Nûr (24) 31.) emrini vermiştir. Bu âyetten daha sonra gelen "Ahzâb" âyeti ile de Allah "...Mü'minler'in kadınlarına da söyle, cilbablarını üzerlerine sarkıtsınlar, yaklaştırsınlar." (Ahzâb (33) 59.) emrini vermiştir. Işte daha sonra gelen bu "cilbab" âyeti, önceki ile aynı şeyi anlatmış olmayacağına göre, birincisinde anlatılan başörtüsüne ilâve bir örtü ve elbise emrediyor demektir. İşte Islâm bilginleri bu noktadan ve bu âyetin işin başında anlaşılıp uygulanma biçiminden hareket ederek, "cilbab" hakkında çeşitli yorum ve tanımlamalar getirmişlerdir. Biz önce onları görecek, sonra da bir sonuca varmaya çalışacağız.

Tefsirlere ve klasik Arapça sözcüklere baktığımızda, "cilbab" için şu değişik tanımların yapılmış olduğunu görürüz: Kamîs (üstlük), kadınların başlarını ve göğüslerini örttükleri ridadan küçük, başörtüden büyük elbise; milhafe yani çarsaf, milhafeden küçük geniş elbise, kadının normal elbiselerini örttüğü üst elbise, vücudu baştan ayağa örten elbise; mikna'a, yani peçe, başörtünün üzerinden örtülen rida; peştemalve rida, kadının bulüzünün ve başörtüsünün üzerinden büründüğü çarsaf.. (Örnek olarak bk. Zâdü'I-mesîr VN/422 ve Sabunî N/382. Bu tanımlar "cilbâb" kelimesinin pekçok tefsirden çıkarılan tarifinin özetidir. Öyleki, bunların dışında bir tanımı yok gibidir.) "Cilbab" için söylenenlerin farklı olanları bunlardan ibarettir.

Görüleceği gibi bu tanımlarda genellikle belirlenen ortak özellik "cilbab"ın giyilenden çok, bürünülen ve normal giysinin üzerine atıverilen bir üstlük olduğudur.

Tefsircilerimiz bize cilbab'ın nasıl giyildiğini ve uygulama biçimini de anlatırlar. Meselâ:

Ibnü'1-Cevzî: Başlarını ve yüzlerini örterler.

Ebû Hayyân: "cilbablarını idnâ etsinler" ifadesi, bütün bedenin örtülmesini anlatır. "Üzerlerine" denmekle de yüzleri kastedilmiştir. Çünkü Cahiliyyet Döneminde kadınların açık olan yerleri yüzleri idi.

Ebu's-Su'ûd: Kadın cilbabı başına atar, ve kenarını da göğsüne sarkıtır. Bu âyet; kadınlar herhangi bir sebeple çıkarlarsa, yüzlerini ve bedenlerini örterler anlamına gelir.

Süddî de: Bir gözleri hariç, bütün yüzlerini kapatırlar, demiştir.

Ibn Kudâme: Cilbab (giyilmeyerek) entari üzerinden kuşanılır.

Ibn Abbas: Kadınlar hür olduklarının bilinmesi için tek gözleri hariç, başlarını ve yüzlerini örterler.

Ibn Şîrîn: Ubeyde es-Sem'ânî'ye cilbabın niteliğini sordum: Bir çarsaf alıp kuşandı. Başının tamamını kaşlarına kadar örttü. Sol gözünü açık bırakarak yüzünü de örttü: (İşte cilbab böyle kuşanılır demiş oldu.) (bk. Zâdü'I-mesîr V/250; Ebu's-suûd VI/81; ibn Kudâme, el-Mugnî I/602; Ebû Hayyân, el-Bahru'l-muhît V/250; Sabûnî, Ravâyi N/283, 381.)

Elmalılı, âyette geçen: "cilbablarını sarkıtsınlar, yaklaştırsınlar" ifadesini anlattıktan sonra şunları ekler:

"Bu açıklamada da iki şekil vardır: Birisi, kaşlarına kadar başlarını örttükten sonra, büküp yüzünü de örtmek ve sadece tek bir gözünü açık bırakmak. (Bizler yetiştiğimiz zaman validelerimizin tesettür tarzı bu idi.) Ikincisi de, alnının üzerinden sıkıca sardıktan sonra burnunun üzerinden dolayıp, gözlerinin ikisi de açık kalsa bile, yüzünün ekserisini ve göğsü tamamen örtmüş bulunmakdır. (1310'da Istanbul'a geldiğim zaman, Istanbul hanımlarının, bir peçe eklemek ve elde açık bir şemsiye bulunmak şartıyla tesettür tarzları da bu idi). (Elmalılı, Hak Dinî V/3928.)

Cilbabda renk önemli midir? Ne örtünme âyetleri, ne de onları açıklayan hadîsler, kadınların, şu, ya da bu renkte cilbab giymeleri gerektiğini söylememişlerdir. Buna göre kadın ister siyahtan, isterse beyazdan cilbab edinir.

Ancak ilk müslüman hanımlar ve özellikle de Resûlullah'ın dönemindeki sahabî kadınlar cilbabın görev ve esprısını çok iyi kavradıklarından olacak ki, genellikle siyah rengi tercih etmişlerdir. Meselâ Ümmü Seleme Annemiz: "Cilbab âyeti indigi zaman, Ensâr kadınları siyah giysilere büründüklerinden ötürü, başlarında kargalar. varmış gibi çıktılar" (Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân NI/372; Sabûnî N/382.) demiştir.

Şairler de cilbabı hep siyah olarak düşünmüş olacaklar ki, siyah ve koyu renkli konuları cilbaba benzetegelmişlerdir.

Sonra, cilbabın verdiğimiz tariflerinden de anlaşılacağı gibi, cilbabın asıl görevi kadının zinetlerini örtmesi ve dışarıda kadının çekiciliğini azaltmasıdır; bunu ise koyu renkler daha güzel yaparlar. Buna göre; farz ya da vâcip veya sünnet değildir ama, cilbabın koyu renkten olması daha güzeldir, denebilir.

Bundan olacak ki, büyük Tefsirci Alûsî şunları söyler:

"Sonra bilesiniz ki, bana göre günümüzde ileri düzeyde (müreffeh) hayat süren bir çok kadının, evlerinden çıkarken, üst elbise olarak giydikleri örtülerde (cilbab olamayacakları gibi), gösterilmesi yasaklanan zinetler türündendir. Çünkü bunlar nakışlı desenli ve göz alıcı giysilerdir. Bana göre erkeklerin, kadınlarına böylece çıkma izni vermeleri, bundan hoşlanmaları ve kadınlarının yabancı erkekler arasında bu şekilde dolaşması, gayret, yani övülen kıskanma azlığındandır. Bu, yaygın bir musibet halini almıştır. Böyle yaygın musibet haline gelen şeylerden biri de, kadınların, kayınbiraderlerinden sakınmamaları, kocalarının da buna aldırmamaları, hattâ çoğu zaman da bunu bizzat kandilerinin emretmeleridir... Bütün bunlar Allah'ın Resûlü'nün müsaade etmediği şeylerdir. Lâhavle ve-lâ kuvvete illâ billah..." (Alûsî, XVNI/146.)

Bütün söylenenleri gözönünde bulundurduğumuzda, sonuç olarak cilbab için şunlar söylenebilir:

1. Cilbab, kadının evinden çıktığında başörtüsünün de üzerinden büründüğü bir dış elbisesi ve üstlüktür.

2. Cilbab'in bütün vücudu örtmesi, genellikle en uygun model olarak görülmüştür. En azı, yakaları örtecek kadar büyük bir başörtüsü olmasıdır.

3. Cilbab'ın asıl fonksiyonu, kadının vücut hatlarını ve süsünü örtmek suretiyle, bakanlara iffetli ve namuslu bir kadın olduğunu hatırlatmasıdır.

4. Cilbab'da renk emredilmiş olmamakla beraber, siyah ya da koyu renkli olması daha makbuldur.

5. Yurdumuzda giyilen kadın giysisi modellerinden cilbabın târifine en uygun olanı, çarşaf ve Doğu'daki "ihram"dir. Atkı ve omuzlarla beraber belden yukarısını örten geniş başörtüler ve Karadeniz Bölgesinin mendilleri de bazı tariflere göre cilbab sayılabilir.

6. Çünkü cilbab, atılan, sarkıtılan ve bürünülen bir giysi olarak tanımlanmış ve uygulanmıştır.

7. Kara çarsaf iyi bir cilbab olmakla beraber, cilbab sadece kara çarşaftır, demek yanlıştır. Koyu renkli ve vücut hatlarını belli etmeyecek kadar geniş abaye gibi pardesüler de bele ve göğüslere kadar sarkan koyu bir başörtüsü ile birlikte "cilbab" sayılabilir. Cilbabin ilk uygulamalarından anlaşılan sekle göre kolsuz ve bürünülen bir elbise olduğu görülürse de böyle olması zorunda değildir.

d) Kadın Elbisesinde Aranan Özellikler

Islâm bilginleri kadının avreti ve elbisesi ile ilgili olan bütün âyet ve hadisleri gözönünde bulundurarak kadın elbisesi için aşağıdaki özelliklerin şart olduğunu belirlemişlerdir:

l. "Cilbab" âyetinde anlatılan biçimde bütün bedeni örten bir elbise olmalıdır: Bundan sadece, fitne olmadığı zamanlarda eller ve yüz istisna edilebilir.

2. Ince ve şeffaf olmamalıdır: Çünkü giyinmekten maksat, bedeni göstermemektir. Halbuki seffaf bir elbise vücudu gösterir, hattâ bazan daha câzip hale getirir. Dolayısı ile bu tür bir elbise giyen bayan "zinet yerlerini göstermesinler" emrine uymuş olmaz. Resûlullah Efendimiz, ince bir elbise ile yanına giren baldızı Esma dan yüzünü çevirmiştir. (Ebû Dâvûd.) Âişe annemiz, ince bir başörtüsü ile gördüğü Abdurrahman kızı Hafsâ'nın başörtüsünü yırtmış ve ona kalın bir başörtü örtmüştür. (Ibn Sa'd, Tabakât VllI/71-72; Muvatta' Lebs 6.) O zamanın imkânları ve kalın iplikleriyle örülen kumaşlar ince sayılabileceğine göre, günümüzde özellikle ilgi çekmek için yapılan şeffaf bezlerin durumu daha iyi anlaşılır.

3. Dar olup, vücut hatlarını belli etmemelidir: Dar elbise giyen kadını Resûlullah Efendimiz çıplak saymış ve cehennemlik olduğunu bildirmiştir. (el-Câmiu's-sağîr 332.) Yine Efendimiz (s.a.s.) bazı "giyen çıplak" kadınlardan söz etmiş ve bunların Allah'ın lânetine ugrayacaklarını ve Cehenneme gireceklerini bildirmiştir. "Giyen çıplak" terimini Şerahsî:"Ince elbiseler giydiklerinden dolayı çıplak gibi olan kadınlardır", diye açıklamıştır. (Serahsî, Mebsût VNI/155.)

Hz. Ömer Halife iken halka dağıttığı bir çeşit elbisenin, vücut hatlarını belli edeceği için kadınlara giydirilmemesini emretmiştir.(Beyhakî N/234-35; Serahsî, Mebsût X/155.)

Kadının vücut hatlarını dışarı vuran elbiseye bakmak o uzuvlara bakmak sayılmıştır.

Ibn Âbidin; "Kim bir kadını arkadan hayâle dalar ve kemiklerinin şekli belirecek derecede elbisesini görürse, Cennetin kokusunu duyamaz" hadisini delil tutarak, uzuvların şeklini belli eden elbise, kalın olsa ve cildi göstermese bile yasaktır, demiştir. (Ibn Âbidîn.)

4. Kokusunu yabancılar duymamalıdır: Yerinde de gördüğümüz gibi, Allah Resûlü Efendimiz, kokuyu çok övmek ve tavsiye etmekle beraber, başkalarının duyacağışekilde koku sürünüp çıkan kadının zina etmiş gibi günah alacağını bildirmiştir. Koku sürünüp camiye giden kadının namazının kabul olunmayacağını haber vermiştir. (Ebû Dâvûd, teraccul 7; Tirmizî, edep 35; Nesaî, zîne35; Dârimî, isti'zân 18.)

5. Erkek elbisesine benzememelidir: Allah Resûlü Efendimiz, "erkeğe benzeyen kadına ve kadına benzeyen erkeğe Allah lânet etsin" buyurmuş ve böyle olanları evlerinize sokmayın, diye emir vermiştir. (Buhârî, Libas 62; Ebû Dâvûd, edep 53; Tirmizî, edep 34. )

Modern tıp da bu tür görünümlerin dengesizlik olduğunu ve gerek giyim kuşamda, gerekse tuvaletinde karşı cinse benzeme eğilimini "homoseksüellik"le açıklayarak, "seksüel stimulus bozuklukları" türünden değerlendirmesi, bu maddenin anlaşılması için çok ilginçtir. (Ayhan Songar, Psıkıyatri, Psikoloji ve Ruh Hastalıkları.)

6. Elbisenin kendisi de süslü olmamalıdır: Çünkü kadınların yabancılara zinetlerini göstermeleri âyetle yasaklanmıştır. Allah Resûlü kendisine bîat eden kadınlardan, cahiliyye kadınları gibi, zinetlerini göstererek çıkmamaları üzere bîat almıştır. (Taberî I/79; Heysemî, Mecma'ur-zevâid VI/42.) Kadının yabancıya göstermediği elbisesi istediği kadar süslü olabilir.

7. Gayrı müslimlerin özel elbiselerine benzememelidir: Çünkü Efendimiz: "Kim hangi millete benzerse ondandır" (Ebû Dâvûd, libâs 4; Müsned N/50; Benzer bir hadîs için bk. Tirmizî, isti'zân 7.) buyurmuş ve müslümanları devamlı, başkalarından ayrı olmaya çağırmıştır.

8. Üzerinde Kur'ân-ı Kerîm âyetleri işlenmiş olmamalıdır. (bk. Kal'acî, Mevsû'atü-fıkh-ı Ibrahim en-Nehaî N/590-91. )

9. Ayakkabılar dikkat çekilecek derecede ses çıkaracak türden olmamalıdır. Allah (c.c.); "... Gizlediklerinin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar.." (Nûr (24) 31.) buyurmuştur.

Kadın süslü püslü elbiselerini namahremi olmadığı yerde, evinde, kocasının yanında giyecektir.

Islâm sanıldığı gibi kadının süslenmesini ve güzel giyinmesini yasaklamamış, tersine izin vermiştir. Hattâ altın ve ipek gibi değerli takı ve kumaşları erkeğe yasaklarken kadınlara serbest etmiştir. Çünkü kadınlar tabiaten süslenmeye eğilimlidir.

Nixie
21 August 2009, 08:56
KONU: CİN VE ŞEYTAN
Göremediğimiz manevi varlıklar sadece melekler değildir. Cinler ve şeytanlar da bizim görememize rağmen vardır.

Cinler Allah'a ibadet, yani kulluk konusunda insanlar gibidirler. Ancak onların zamanı ve mekânı da bizimkinden ayrıdır. Meselâ kendi yıllarına göre yirmi yaşındaki bir cin bizim zamanımızla bin, hattâ binbeşyüz yıl öncesinden beri var olmuş olabilir. Meselâ Peygamberimizle görüşen cinin hâlâ yaşadığı söylenir. Yine bizim mekânımız, yani maddemiz onlar için boşluk hükmündedir. Onun için onların nüfûz edebilen, yani sizabilen ateşten yarâtıldıkları bildirilmiştir. (bk. er-Rahmân (55) 15)

Cinler de evlenir, ürer ve çoğalırlar.

Bazı kötü ruhlu insanların sihir konusunda cinlerden yararlandıkları doğrudur. Ancak bu, sanıldığı ve korkulduğu ölçüde değildir. Inancı güçlü insanlara cinlerin zarar veremeyeceği bir gerçektir. Zaten Kur'ân-ı Kerîm'de sihirle ugraşanlar için: "Allah'ın izni olmadan onlar kimseye zarar veremezler" (Bakara (2) 102) denir. Onların, çoğu zaman yalan söylediklerini de yine Kur'ân-ı Kerim'den öğreniyoruz. Bu sebeple piyasada cinlerle sihir yaptığını veya yapılanları etkisiz hale getirdığını söyleyenlerin çoğunun, aslında böyle birşeyle ilgisi yoktur. Cinlerle ilişki kurabilenleri, onların en fazla binde biri kadardır. Bunların çoğu da cinler tarafından kandırılmakta ve yanlış bilgi vermektedirler.

Zamanımızda cahil kesim insanları ve özellikle de kadınlar bu tür insanlara akın etmekte, onlara milyonlar akıtmakta ve onları bir kâhin sayıp, gaybı bilebileceklerine inanmaktadırlar. Halbuki, bunların hepsi büyük günahtır. Hattâ bazıları insanı küfre, yani dinden çıkmaya kadar götürür.

Ancak her nasılsa cinlerin etkileyebildiği bir takım insanlar ve cinleri etkileyip onların etkilerini zararsız hale getiren bir takım insanlar da yok değildir. Ama bu ikinciler yaptıkları karşılığında para almazlar ve bunun istismarını yapmazlar.

Şeytan da insanları sürekli Allah'a başkaldırmaya çağıran bir kötü ruhânîdir. En büyük özelliği, inatçılığı yüzünden Allah'ın dediğini yapmamasıdır.

Cinlerin de şeytanların da varlığını Kur'ân-ı Kerîm haber vermektedir. Bu yüzden onlara inanmamak da küfrü gerektirir. Çünkü özellikle cinlerden sözeden başlı başına bir cin sûresi dahi vardır. Artık onların varlığını mikrop gibi şeylerle açıklamak yanlış bir yoldur.

Şeytan, Allah'a rakip olabilecek bir güç değil, insanlardan kimin iyi, kimin kötüyü seçeceğinin belli olması için Allah tarafından yaratılıp, eylemlerine izin verilen bir varlıktır. Allah isteseydi onu yaratmayabilirdi. Ancak o zaman kötülüklerden kaçınmanın önemi kalmazdı.

Nixie
21 August 2009, 08:57
KONU: CİZYE NE DEMEKTİR?
İslam'ın hakimiyyeti altında yaşayan gayr-i müslimlerin mal, namus ve canlarını korumak karşılığında devlete verdikleri bir çeşit vergidir. Cizyenin meşru'iyyeti Kur'an-ı kerim, sünnet ve icma-ı ümmet ile sabit olmuştur. Cenab-ı hak şöyle buyuruyor: "kendilerine kitab verilenlerden Allah'a ve ahiret gününede inanmayan, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle küçülerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın" (Tevbe).

Hazreti Peygamber (sav) de "Hecir" ahalisinden cizye aldı (Buhari).

Hazret-i Ömer (ra) İran halkından cizye aldı (Tirmizi).

İslam dini müslümanlardan zekat alınmasını emrettiği gibi müslüman olmayanlardan da cizye alınmasını emretti. Çünkü her iki cemaat da İslam bayrağı altında yaşıyor. İslam devleti müslümanları himaye ettiği gibi zimmileri de himate eder.

Nixie
21 August 2009, 08:57
KONU: CUM'A NAMAZI
Cum'a Arapça bir isim olup, "toplanma, bir araya gelme, toplu dostluk" anlamlarına gelir. Sözlükte cumua ve cumea şeklinde de okunur. Bir terim olarak perşembe günü ile cumartesi arasındaki günün adı olduğu gibi, aynı gün öğle vaktinde kılınan iki rekat farz namazın da adıdır. Cum'a gününe, müslümanların ibadet için mescidde toplanmaları sebebiyle bu isim verilmiştir (Zebidî, Tâcu'l-Arüs, V, 306; Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'ân, XVIII, 97, 98).

Hafta günlerine İslâm'dan önce verilen isimler şimdiki isimler olmayıp cum'a gününe "yevmu'l-arube" denirdi (Kurtubî, Tefsir, XVIII, 99). Süheylî'ye göre bu isim süryânîce olup "rahmet" manasına gelmektedir. Cum'a'dan sonraki günler de "şeyar: cumartesi", "evvel: pazar", "ehven: pazartesi", "cebar: salı", "debar: çarşamba", "mûnes: perşembe" idi. Araplar'da günlerin bu eski isimlerinin ne zaman değiştirildiği konusunda şu bilgiler vardır; Arûbe yerine cum'a adını veren, bir rivayete göre Hz. Peygamber'in (s.a.s.) dedelerinden Ka'b İbn Lüeyy'dir. İbn Sîrîn'den gelen bir başka rivayete göre de bu ad cum'a namazı henüz farz kılınmadan evvel Medine'de bulunan müslümanlar tarafından verilmiştir. İbn Sîrîn'in rivayeti şöyledir: "Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine'ye hicret etmeden ve cum'a ayeti nazil olmadan önce Medineliler cum'a namazı kılmışlardı." Ensâr: "Yahudilerin bir günü var, her yedi günde biraraya toplanıyorlar, hristiyanların da öyle. Bizim de bir toplanma günümüz olsun, o günde Allah'ı zikredelim; şükredelim." dediler. Bunun üzerine: "sebt: cumartesi günü yahudilerin, ahad: pazar günü hristiyanların, o halde bunu arube: günü yapalım." demişlerdi. Bu suretle Es'ad İbn Zürâre'nin yanında toplandılar, Es'ad b. Zürâre (r.a.) onlara iki rekat namaz kıldırdı ve vaaz etti. Toplandıkları ana "cum'a" adını verdiler. O da onlara bir koyun kesti, ondan kuşluk ve akşam vakti yediler. Daha sonraları da cum'a ayeti nazil oldu (Cum'a Suresi, 62/9)

İbn Hazm da: "Cum'a ismi, İslâmî olup, İslâm'dan evvelki günlerde kullanılmazdı. Câhiliyye devrinde o güne arube denilirdi. İslâm döneminde o gün namaz için toplanıldığından "cum'a" ismi verilmiştir." der. İbn Huzeyme'nin Selmân-ı Fârisî'den yaptığı bir rivayete göre, bir defa Peygamberimiz (s.a.s.) Selmân'a: "Selmân, sen Cum'ayı ne zannediyorsun?" diye sorunca o da: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir." der. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.) "Senin atan Âdem (a.s.)'in yaratılışı işte o gün oldu, yani vücudunun bütün parçaları o gün bir araya getirildi." buyurmuştur. Ebu Hüreyre'den rivayet edilen başka bir hadiste de: "Üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı Cum'a günüdür: Âdem (a.s.) o gün yaratıldı, o gün Cennet'e girdi, yine o gün Cennet'ten çıkarıldı. Bir de kıyamet Cum'a günü kopacaktır." buyurulmuştur. (Müslim, Cumua, 5) Diğer bir rivayette de, yukardaki sözlere ilâveten şu cümleler yer almıştır: "..O gün tövbesi kabul olundu ve o gün vefat etti. Kıyamet de o gün kopacaktır. İns ve Cin'den başka hiçbir mahluk yoktur ki, Cum'a günü tan yeri ağardıktan gün doğuncaya kadar -kıyamet belki bu gün kopar korkusu ile- kulak kabartmasın. Bir de o günün içinde öyle bir saat vardır ki, hiçbir müslüman kul tesadüfen o esnada namaz kılıp Allah'tan bir hacetini dilemez ki, onu Allah O'na vermesin. "

İbn Hacer'e göre Cum'a Mekke'de farz olmuştur. Fakat müslümanların azlığı ve açıktan namaz kılacak derecede güçlü olmamaları nedeniyle Mekke'de Cum'a kılmak mümkün olmamıştır. Ancak şartlar tahakkuk etmeden Cum'anın farz kılınması garip görünmektedir. Bu nedenle diğer âlimler, Mekke'de Cum'a için sadece izin verilmiş olabileceği kanaatindedirler. İbn Abbas'ın şu rivayeti de bu görüşü desteklemektedir: "Rasûlullah (s.a.s.), hicret etmeden önce Cum'a namazının kılınması için izin verilmiştir. Fakat Mekke'de Cum'a kıldırmaya gücü olmadı. Onun için, daha önce Medine'deki müslümanlara İslâm'ı öğretmek için gönderilmiş olan Mus'ab İbn Umeyr'e mektup yazarak: "Yahudilerin açıktan Zebur okudukları güne bak, siz de kadınlarınızı ve oğullarınızı toplayın da zeval vaktinden sonra Allah'a iki rekat (namaz) ile takarrub edin." Bu emir üzerine Mus'ab, Medine'de ilk Cum'a kıldıran kişi olmuştur. Bu görevi Peygamber Medine'ye gelinceye kadar sürdürmüştür." (Suyütî, ed-Dürru'l-Mensûr, VI, 218, Dâre Kutnî'den naklen: İbn Sa'd, Tabakat, III, 118). Mus'ab (r.a.)'ın Cum'a namazı kıldırdığı ilk cemaatin sayısı, oniki idi.

İbn Hacer'in Cum'a namazının Mekke'de farz kılındığı halde, orada kılınmayışını sayı azlığına bağlanmasının geçerli olabilmesi ihtimali uzaktır. Çünkü Cum'a namazının kılınabilmesi için kırk kişinin varlığı gerekecek olsa bile, bu sayıda müslüman o tarihlerde bir araya rahatlıkla gelebilirdi. Ancak Cum'a namazının açık kılınması gereği ve Rasûlullah ile müslümanların o sıralarda gizlenmiş bulunmaları nedeniyle kılamamış olmaları düşünülebilir. Kanaatimize göre bu, sıradan bir izin olarak da değerlendirilemez. Çünkü Yüce Allah'ın ve Rasûlü'nün izinleri bile emir gibi uyulması gerekli hükümlerdir. Özellikle bu konu ibadetlerle ilgili olursa emir durumu daha güçlüdür. Bu konuda cihada izin veren (el-Hacc, 22/39) ayetini gözönünde bulundurabiliriz.

Diğer taraftan Cum'a namazının farziyetini bildiren ayet (Cumâ, 62/9-11) bilindiği gibi Medine'de ve Hicret'ten sonraki yıllarda nazil olmuştur. Bu durum ise bizlere abdestin farziyeti ile ilgili ayetin nüzulünü hatırlatmaktadır. Namaz için abdest almak bilindiği gibi peygamberliğin ilk dönemlerinde farz kılındığı halde, ilgili âyet daha sonraları Medine'de nazil olmuştur. Demek oluyor ki bazı hükümler teşrî edilirken, ilgili olan âyet, daha sonra inmiş olabilir. Bu, hükmü pekiştirmek için olabildiği gibi, nüzül için gerektirici bir münasebete kadar bekletilmesi ve böylece daha etkileyici bir hal alması hikmetine de dayalı olabilir.

Cum'a'yı ilk kıldıranların Es'ad İbn Zürâre ile Mus'ab İbn Umeyr oldukları hakkındaki rivâyetlerin arasını birleştirmek gerekirse; Mus'ab'ın, Medine'nin merkezinde ve Peygamber'in (s.a.s.) emri üzerine Cum'a namazı kıldırdığı; Es'ad'ın ise Medine yakınında bir yerde ve Peygamber'in (s.a.s.) emri gelmeden kıldırdığı söylenebilir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in kıldırdığı ilk Cum'a namazı, Ranuna' denilen yerde Sâlim İbn Avf mescidindedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine'ye hicret buyurduğunda ilk olarak Kuba'da Amr İbn Avfoğullarına misafir oldu. Orada pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günleri kalıp, Kuba Mescidi*nin temelini attı; sonra Cum'a günü Medine'ye gitmek için yola çıktı. Benu Sâlim yurduna gelince Cum'a namazı vakti girmişti. Orada hutbe okuyup ilk defa Cum'a namazını kıldırdı. Bu, Hz. Peygamber'in kıldırdığı ilk Cum'a namazıdır. Cum'a'yı farz kılan âyet bundan önce nâzil olmuştur. Medine haricinde ilk Cum'a namazı kılınan yer de Bahreyn'de "Cevâsa" da Abdi Kays Mescidi'dir.

İslâm'da Cum'a gününün dünyanın başlangıcına, sonuna ve âhirete kadar uzanan bir yeri ve değeri vardır. Diğer semâvi dinlerde de Cum'a gününe dikkat çekilmiş, fakat onlar bunu terkederek başka günlere yönelmişlerdir. Ebû Hüreyre'den Allah Rasûlû'nün şöyle dediği nakledilmiştir: "Bizler, bizden önce kitap verilenlere göre en sonuncusuyuz. Kıyâmette ise en öne geçeceğiz. Onlar, Allah'ın kendilerine farz kıldığı bu Cum'a gününde ihtilafa düştüler. Allah onu bize gösterdi. Diğer insanlar bu konuda bize uyuyorlar. Ertesi gün yahudilerin, daha ertesi gün ise hristiyanlarındır. " (Buhârî, Cum'a, 1; Müslim, Cum'a hadis no: 856. Müslim'in lafzı az farklıdır).

Yine Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Rasûlullah (s.a.s.)'a Cum'a gününe niçin bu adın verildiği sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir: "Babanız Âdem'in yaratılışı o günde oldu. Kıyâmet o günde kopacak, yeniden dirilme ve insanların hesap için yakalanması o günde olacaktır. Cum'a gününün üç saatinin sonunda öyle bir an vardır ki, o anda dua edenin duası kabul olunur. " (Ahmed b. Hanbel, İstanbul 1981, II, 311)

"Her kim Cum'a günü, cenâbetten gusül eder gibi güzelce gusleder, sonra da ilk saatte yola çıkarsa bir deve kurban etmiş gibi olur. İkinci saatte yola çıkarsa bir sığır kurban etmiş gibi olur. Üçüncü saatte yola çıkarsa bir koç kurban etmiş gibi olur. Dördüncü saatte yola çıkarsa bir tavuk kurban etmiş gibi olur. Beşinci saatte yola çıkarsa bir yumurta tasadduk etmiş gibi olur. İmam Cum'a namazı için iftitah tekbiri alınca melekler hazır olur, okunan Kur'ân-ı dinlerler. " (Müslim, Cumua, 2, hadis no: 850)

Cum'a namazını terk edenler için de hadis-i şeriflerde şu tehditler varid olmuştur: "Birtakım insanlar ya Cum'a namazını terk etmeyi bırakırlar, yahutta Allah onların kalplerini mühürler artık gafillerden olurlar. " (Müslim, Cumua, 12, hadis no: 865)

"Her kim önemsemediği için üç Cum'a yı terk ederse, Allah onun kalbini mühürler. " (Ebû Davûd, Salât 210)

"Bir kimse Cum'a günü gusleder, elinden geldiği kadar temizlenir, yağ veya koku sürünür, sonra mescide gider bulduğu yere oturur ve namazını kılar, hutbeyi dinlerse; geçen Cum'a'dan o Cum'a ya kadar işlemiş olduğu günahları affolunur. " (Buhârî, Cumua, 6)

Cum'a namazının farziyyeti Kitab, Sünnet ve icmâ-i ümmet ile sabittir. Cum'a sûresinin dokuzuncu âyetinde Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:

"Ey iman edenler, Cum'a günü namaz için çağrıldığınız zaman, Allah'ı anmağa koşun; alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. "

İbn Mâce'de mevcut Hz. Câbir (r.a.)'den rivâyet edilen şu hadis, Cum'a'nın farziyyetinin sünnetle delilidir:

"Ey insanlar, ölmeden önce Allah'a tövbe ediniz. (Başka işlerle) meşgul olmadan önce de sâlih ameller işlemeye çalışınız. Allah'ı çokça zikretmek ve gizli ve açık olarak çokça sadaka vermek suretiyle sizin ile Rabbiniz arasındaki bağı güçlendiriniz. (Böyle yaparsanız) hem rızıklanırsınız. hem de (Allah tarafından) hatırınız hoş tutulur. Şunu biliniz ki: Yüce Allah şu bulunduğum makamda, şu günümde, şu ayımda ve şu yılımda sizlere Cum'a'yı farz kılmış bulunuyor. Ve bu kıyâmete kadar böylece devam edecek. Benim hayatımda, ya da benden sonra adaletli yahutta zâlim bir imamı bulunduğu halde, onu hafife alarak yahut ta inkâr ederek kim terkederse; Allah, onun iki yakasını bir araya getirmesin, hiç bir işini mübarek kılmasın. Haberiniz olsun, böyle bir kimsenin ne namazı vardır ne zekâtı, ne haccı, ne orucu ve ne de iyiliği Tâ ki tövbe edinceye kadar. Artık kim tövbe ederse, Allah, onun tövbesini kabul etsin. Şunu da biliniz ki: Hiç bir kadın bir erkeğe imam olmasın. (Okuması düzgün olmayan bir bedevî) Arap, bir muhacirin önüne geçip imam olmasın. Fâcir bir kimse de, kılıcından ya da copundan korktuğu bir zorbanın kendisini zorlaması hali dışında da mü'min bir kimseye imam olmasın. " (İbn Mâce, Sünen, İstanbul 1401, I, 343, Hadis no: 1081).

Hz. Peygamber'in Benu Sâlim yurdunda kıldırdığı ilk Cum'a namazında cemaatin kırk veya yüz kişi olduğu söylenir. Bu mescide sonradan "Mescid-i Cum'a" adı verilmiştir. Cum'a âyetinin Mekke'de nâzil olduğu da ihtimal dahilindedir. Peygamber (s.a.s.) Cum'a hutbesi için bir hurma kütüğü edinmiş, ensârdan bir kadının aynı zamanda marangoz olan köleşinin ılgın ağacından yaptığı üç ayaklı minber, mescide konuncaya kadar onun üzerinde Cum'a hutbelerini okumuştur. Yeni minber gelip de Peygamber (s.a.s.) hutbe için üzerine çıkınca eski hurma kütüğünden deve iniltisi gibi bir ses çıkmış, Peygamber de inerek elini üzerine koyunca susmuştur. Bu hâdise Hz. Peygamber'in bir mucizesi olarak "Cizu'n-nahle" adıyla meşhur olmuştur.

Peygamber (s.a.s.) camiye girince, cemaata selam verir; minbere çıkınca, onlara döner ve ikinci bir selamdan sonra otururdu. Bu oturuşa "Celsetu'l-istiraha" denir. Bilâl ezan okumağa başlar; bitirince, Peygamber (s.a.s.) kalkarak hamd ve senâdan sonra, vaaz ve nasihatı muhtevî bir hutbe okurdu. Bir müddet oturduktan sonra tekrar kalkıp, ikinci hutbeyi de okur ve minberden inerdi. Kamet getirildikten sonra iki rek'at olarak Cum'a namazını kıldırırdı. Cum'a namazının ilk rek'atında ekseriyetle Cumu'a sûresini ve ikinci rek'atta da Münâfıkun sûresini yüksek sesle okurdu. Cemaat en fazla Cum'a namazında toplandığı için, Cumu'a sûresini okumakla, onlara cum'a'nın âdâb ve erkânını öğretmiş ve Münâfıkûn sûresini okumakla da, münâfıklardan sakınmaları lüzumunu ihtar etmiş oluyordu. Sonraları ilk rek'atta A'lâ ve ikincide de Câşiye sûrelerini okuduğu rivâyet edilmiştir.

Halife Hz. Ebû Bekir ve sonra Hz. Ömer (r.a.) zamanında bu şekilde Cum'a namazı kılındı ise de; Halife Hz. Osman (r.a.) zamanında şehrin nüfusunun arttığı ve halkın câmiden uzak yerlerde ikâmet ettiği gözönünde tutularak, namaz vaktinin geldiğini ilân için mescidin dışında bir ezan okutturulmağa başlandı. Bu ezan Zavra'da okunuyordu. Hz. Osman'ın okuttuğu bu ezan (dış ezan) diğer memleketlerde de okunmağa başlandı. Kendisinden seksen sene sonra Hişam b. Abdu'l-Melik de bu dış ezanın hariçte, mesela Medine'nin Zavra'sı gibi şehrin ortasında okunacak yerde, camiin minaresinde okunmasını emretti.

Böylece kitap, sünnet ve icmai ümmet ile sabit olan Cum'a namazı gücü yeten ve şartları kendinde bulunan her mükellef müslümana farz-ı ayındır. İki rek'at olan Cum'a namazını herhangi bir sebepten kılamamış olanlar, öğle namazını dört rek'at olarak kılarlar. Bütün namazlarda şart olan İslâm, akıl, büluğ, tahâret şartlarından başka Cum'a namazının farziyet ve edâsının şartları vardır.

Nixie
28 August 2009, 14:10
KONU: CÜZ'İ İRÂDE
İstemek, arzu etmek, tercih etmek, insanın Allah'a itaat veya ona isyan etmesi ile ilgili olan sınırlı iradesi. Alternatiflerden birine meyletme kabiliyeti bulunanın, iradesi vardır demektir. Yaptığı işlerde insanın böyle bir tercih kabiliyeti var mıdır? Varsa, sınırları nelerdir? İslâm düşünürleri bu sorulara ne cevap vermişlerdir?

İslâm düşünürlerini meşgul eden ve hakkında farklı görüşler ileri sürülen en önemli konulardan biri de, insanın iradesi konusudur. Mesele, kaderle yakından ilgilidir.

Her şeyin yaratıcısının Allah olduğu, O'nun irade ve maşietinin mutlaka olup bunun hilâfına bir şeyin vuku bulmasının mümkün olmadığı, Kur'ân'da açık açık ifade edilmektedir. Buna rağmen kul, yaptıklarından dolayı hesaba çekilecek; mükâfat ya da ceza görecektir. Kulun sorumluluğunun gerekçe ve dayanağı nedir? Kulun davranış hürriyeti var mıdır ki sorumlu tutulmaktadır?

Bu konuda üç temel görüş ileri sürülmüştür. Bu görüşlerden birini, kader konusuyla çok meşgul olmaları sebebiyle olacak ki, Kaderiyye diye isimlendirilen Mutezile; diğerini Cebriyye; üçüncüsünü de Ehl-i Sünnet temsil etmektedir.

Bu mezhepler, ileri sürülen görüşlerin odak noktalarıdır. Çünkü bu görüşler arasında, şuna ya da buna yakın görüşler ileri süren kişi ya da fırkalar varolagelmiştir. Biz burada olanlardan sarfı nazar ederek bu üç mezhebin temel görüşlerini ve dayandıkları delilleri özet olarak incelemeğe çalışacağız.

Kaderiyye (Mutezile) mezhebinin görüşü

Kullar, iradelerinde tamamen hür ve bağımsızdır. Zira Mutezileye göre irade fiildir. Bunda Allah'ın bir rolü yoktur. Bir bakıma insan, fiillerinin yaratıcısıdır; onları işleyip işlememekte tamamen serbesttir. Özellikle kötü fiiller açısından bu böyledir. "Allah'ın iradesi kötü fiillere taalluk etmez. O sadece iyiyi diler" (Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu Usüli'l-Hamse, Kahire 1965, 431)

Kaderiyyeyi bu görüşe sevk eden âmil, beş temel prensiplerinden biri olan "Allah'ın adaleti" ne bakış açılarıdır. Onlara göre, Allah'ın kullarının fiillerinde bir etkisinin olmaması, adaletinin ve kullara zulm etmemesinin bir gereğidir. Eğer Allah, kulun kötü bir fiilî yapmasında bir katkısı varsa, sonra da kulu bu kötü fiilinden dolayı cezalandırıyorsa, bu, O'nun adaletiyle bağdaşmaz. O halde kul, tamamen bağımsız olmalı ki, yaptıklarından dolayı hesaba çekilebilsin.

Bu görüşleri için ileri sürdükleri delillerden birkaçı şöyledir:

"Bu bir öğüttür. Dileyen, Rabbine varan bir yol tutar." (el-Kehf 18/29) ".... Eğer (o süre) içinde dönerlerse Allah bağışlayan, merhamet edendir." (el-Bakara, 2/226). "İşte bu ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah, kullara zulm edici değildir. " (Enfal 8/51). "Bir millet, kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez" (Ra'd 13/11).

Görüldüğü gibi bu âyetlerde kulların fiilleri kendilerine isnad edilmektedir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) de bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra ana-babası onu ya yahudileştirir, ya Mecusileştirir, yahut hristiyanlaştırır... " (Müslim, Kader 25).

Hatta kaderi mazeret olarak ileri sürenlere karşı Allah, bu mazeretlerinin doğru olmadığını, yaptıklarının kendilerine ait olduğunu söylemektedir:

"(Allah'a) ortak koşanlar: Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız O'ndan başka hiç bir şeye tapmazdık ve O'nsuz hiç bir şeyi haram kılmazdık dediler. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Peygamberlere düşen yalnız açıkça tebliğ etmek değil mi" (en-Nahl, 16/35).

Mûtezile içerisinde kaderi inkâr etmekte o kadar aşırı gidenler vardır ki, bunlar, insanların ne yapacakları konusunda Allah'ın önceden bir bilgisinin bulunduğunu dahi inkâr ederler ve kul, kendi iradesiyle karar verip o fiili işledikten sonra ancak Allah'ın o şeyden haberdar olduğunu söylerler.

Cebriyye mezhebinin görüşü Kaderiyye mezhebine reaksiyon olarak ortaya çıkan Cebriyye mezhebine göre, insanın hiçbir irâdî hürriyeti yoktur. Allah önceden her şeyi takdir etmiştir. Kul, bu takdir edilmiş şeyleri yapmak zorundadır. Yukarıdan gelen su nasıl aşağıya doğru akmağa, yukarıya fırlatılan taş nasıl geri dönmeğe mahkûm ise, insan da kaderinde yazılı olan şeyleri yapmağa mahkûmdur. İnsan âdeta önceden programlanmış bir robot gibidir. Nasıl programlanmışsa, onu yapar.

Cebriyye'nin bu görüşlerine dayanak olarak ileri sürdükleri naslardan bir kısmı şöyledir:

"Allah birini şaşırtmak isterse, sen onun için Allah'a karşı hiç bir şey yapamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki Allah, onların kalblerini temizlemek istememiştir." (el-Mâide, 5/41). "Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar." (el-En'am 6/125). De ki: " Size bir kötülük istese veya size rahmet dilese sizi Allah'tan kim korur?" (el-Ahzâb,.33/17). "Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz." (Tekvir 81/29).

Kulun iradesizliği yanında, sorumluluğunu hangi temele dayandıracağını izah etmekten aciz kalan Cebriyye, zamanla bilgin ve düşünürler arasında yok olup gitmeğe mahkûm oldu. Ancak zaman zaman ümmetin bu düşüncenin etkilerinden kurtulduğu söylenemez.

Ehl-i sünnet mezhebinin görüşlerini incelerken göreceğimiz gibi, bu fırkaların her ikisi de nassları tek yönlü almış; karşı tarafın ileri sürdüğü delilleri görmezlikten gelmiştir.

Ayrıca iki fırkanın da Emevîler döneminde ortaya çıkmış olması dikkat çekicidir. Belki o dönemde İslâm ümmeti yabancı kültürlerle karşılaşmaya başlamış ve bu durum fırkaların ortaya çıkmasında etkenlerden birini teşkil etmiştir. Ama hiç şüphe yok ki Râşid Halîfelerin adil idaresinden sonra İslâm ümmetine hâkim olan zorba Emevî idareşinin de etkisi az değildir.

Baskı ve zulme dayalı idareler, birbirine zıt olan bu iki görüşün de toplumda yayılmasına zemin hazırlar. O günkü toplum içinde bir tarafta kural-kaide tanımayan ve işi anarşizme kadar götüren insanlar; diğer tarafta da köşesine sinmiş, iradesini yitirmiş, olayların akıntısına kendisini salıvermiş bedbin miskinler vardı. Nitekim günümüzde de her zaman bu gibi zorba yönetimlerin egemen olduğu toplumlarda bu iki sınıf insanla karşılaşıyoruz.

Ehl-i sünnetin görüşü Ehl-i sünnetin ilk dönemlerini temsil eden selef âlimleri, başlangıçta böyle bir problem üzerinde detaylı bir şekilde durmamışlardır. Belki de böyle bir konu üzerinde durma ihtiyacını duymamışlardı. Onların mesele üzerinde durmaları, Kaderiyye ve Cebriyye'nin görüşlerini reddetmekle başlar.

Selef, hem Kaderiyye'nin, hem de Cebriyye'nin görüşlerini naslara uygun görmemişlerdir.

Onlar, bu konudaki nassların hepsini bir bütün olarak değerlendirmişlerdir. Böylece ileri sürdükleri görüş de, her iki fırka arasında orta yolu takip eden bir görüş olmuştur.

Buna göre Allah'ın iradesi mutlak ve küllî bir iradedir. İradeşinin hilâfına hiçbir şey meydana gelmez. O'nun saltanatında irade etmediğinin vuku bulması, ya unutma ve gafletinden, ya da acizlik ve zaafından kaynaklanır ki; haşa Allah hakkında böyle bir şey sözkonusu olamaz.

Kula irade ve seçme hürriyetini veren, bizzat Allah'ın kendisidir. İnsana iyi ya da kötüyü seçme kabıliyetini O vermiştir. O halde insan, iradesini kullanırken Allah'ın iradesinin dışına çıkmamaktadır.

Kul, kendisine verilen irade ile seçimini yapar. Allah Teâlâ, kulların kendi fiillerini yapma ve kesb etme hürriyetine sahip olduklarını açıkça ifade etmektedir: "Dilediğinizi işleyin, doğrusu O, yaptıklarınızı görendir. " (Fussilet 41/41) "Kim yararlı bir iş işlerse kendi lehinedir, kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin kullara karşı zalim değildir. " (Fussilet 41/46). Ama kul bu hürriyeti kullanırken kesin olarak kendisine bu irade gücünü verenin Allah olduğunu bilmelidir. O'nun iradesi dahilinde bunları yapmaktadır; Allah Teâlâ dilemezse, hiç bir şey yapamaz.

Kul seçimini yapar ama yaratma Allah'a aittir. "O, herşeyin yaratıcısıdır." (el-En'am, 6/102). O halde yapılan iş, yaratma yönüyle yüce Allah'a; kesbedilmesi ve işlenmesi yönüyle kula aittir. Bu sebeple de sonucundan sorumludur.

Kul, irade ve isteğinin dışında kalan durumlardan sorumlu tutulmayacaktır. "Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. " (el-Bakara, 2/286)

İrade problemini karmaşık hale getiren hususlardan birisi, aslında meydana gelmesi sözkonusu olmayan farazî sorulara cevap vermek isteğinden kaynaklanmaktadır. Bunlardan en önemlisi şudur: Allah bir şeyi irade buyururken kul aksini irade eder ve bunun zıttını yapmayı arzu ederse ne olur?

Elbette ki böyle bir soruya: "Allah'ın dilediği olur" karşılığı verilecektir. Ancak dikkat edilirse bu soruda Allah ve kul, çekişen iki yarışmacı konumuna sokulmuştur. Böyle bir şey sözkonusu olamaz ki buna cevap aransın. En azından cevap aransa bile meselenin tamamen nazarî olduğu bilinmelidir. Hâşâ Allah, kuluyla yarışa girmez. Kula irade ve seçme yetkisini kendisi vermiştir onu burada özgür bırakmıştır. O halde kul, şu veya bu seçimi yaparken Allah'ın iradesi sınırları çerçevesinde bu seçimi yapmaktadır. Allah'ın iradesiyle kulun iradesinin karşı karşıya gelmesi diye bir durum söz konusu değildir. Bu konuda ileri sürülen bir diğer farazî soru da sudur: Kul, daha önce belirlenmiş olan kaderinde yazılı olanın aksine bir şeyi yapmak isterse, bunu yapma yetkisi var mıdır?

Eğer Allah Teâlâ, zamanla kayıtlı olmayan, yani geçmiş ve geleceği bütün teferruatiyle bilen bir bilgiye sahip bulunmasaydı, belki böyle bir soru sözkonusu olabilirdi. Allah Tebârek ve Teâlâ, kulun bunu mu, yoksa şunu mu seçeceğini; niyyetinin nerede ve ne zaman değişeceğini bilir; kaderini de bu bilgisiyle tayin eder. Daha açık bir ifadeyle; kul, yaptığı bir şeyi kaderinde yazılı olduğu için yapıyor değil; o şeyi yapacağı için Allah kaderine onu yazmıştır. Bu sebepledir ki, yaptıkları kötü ameller konusunda kaderlerini gerekçe olarak ileri süren müşriklerin bu iddiaları Kur'an'da reddedilmektedir: "(Allah'a, ortak koşanlar Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız O'ndan başka hiç bir şeye tapmazdık ve O'nsuz hiç bir şeyi haram kılmazdık dediler. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Peygamberlere düşen yalnız açıkça tebliğ etmek değil mi?" (en-Nahl, 16/35)

Nixie
28 August 2009, 14:12
KONU: COK EVLILIK (TAADDÜD)
Bir müslüman bu konuda herhalde şöyle düşünür:

"Taaddüdü-zevcat" erkeğin dörde kadar kadınla evlenmesi anlâmına gelen Islâmî bir terimdir. Batılılar buna daha geniş anlamı ile "poligami" derler. Dolayısı ile "taaddüd-i zevcât" tamıtamına "poligami" değildir.

Allah (c.c.) Kur'ân-ı Kerîm'de kadınlardan sözeden sûrenin başında, insanları bir "nefis"ten yarattıgını hatırlattıktan sonra: "Eğer velisi olduğunuz mal sahibi yetim kızlarla evlenmekte onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil de hoşunuza giden başka kadınlarla ikişer, üçer ve dörder evlenebilirsiniz. Eğer aralarında adaletsizlik yapmaktan korkarsanız, bir tane almalısınız, ya da sahibi olduğunuz cariye ile yetinmelisiniz. Sapmamanız için en uygun olan budur..." (Nisâ (4) 3 ) buyurur. Aynı sûrenin daha sonraki bir âyet-i kerimesinde de yine adalet emredilerek "Siz uğraşsanız da adaleti hakkıyla uygulayamayacaksınız, bari büsbütün birine meyledip te öbürünü askıya almayın..." (Nisâ (4) 129) buyurur. Işin münakaşasına girmeden önce bu âyetlerden neyin anlaşıldıgını görelim:

1- Kadını da erkeği de Allah yaratmıştır. Yani her ikisi de Allah'ındır. Onlara diledigi gibi hükmetmesine kimsenin müdahale etme hakkı yoktur.

2- Bir takım adaletsizlikler ve zaruretler sözkonusu olduğunda, insanı yaratan Allah, erkeğin dört kadına kadar evlenmesine izin vermiştir.

3- Birden fazla kadınla evlenmesi halinde, aralarında adaleti göstermeyeceğini bilen erkek, bir tane ile yetinecektir.

4- Insanın kadınları arasında fiili ve kalbi ile denklik yapıp, tam adil olması mümkün değildir.

5- Bu takdirde kalbi birisine meyletse bile, fiili ile aralarını ayırıp birini terkedilmiş bırakmayacaktır.

Imdi; Allah'ın varlığına, gücüne, bilgisine ve adaletli olduğuna kesinkes inanan bir insan, ilk bakışta normal değil gibi görülen bu uygulamanın, Allah'ın emri olduktan sonra, hiç te anormal bir tarafının olmadığını anlayacak ve düşünmeye gerek duymadan bile, bunu olduğu gibi kabullenecektir. Çünkü Allah Hakîm'dir, yani her yaptığı yerli yerindedir ve en uygun olanıdır. Eğer inanmasına rağmen kalbinde hâlâ bir "acaba!" dolaşıyorsa, işin başına dönmesi ve Allah'ı yeni baştan tanıması gerekir. Çünkü tanımada bir hatâ var demektir. Yani insan Allah'ı eleştirme gücüne sahip değildir ki, kendinde böyle bir hak görebilsin. Nasıl davranması gerektiğini, 0 mu yarattığı insana soracaktır, yoksa yarattığı insan mı ona soracaktır? Yine insan, Allah'ın her yaptığı işin hikmetini anlayabilecek güçte de değildir ki, bunun isabetsiz olduğunu görebilsin.

Görüldüğü gibi müslüman için problem yoktur. Mesele Allah'ın uygulamasıdır, deyince herşey biter.

Ya insan Allah'a inanmıyorsa, ya da bulanık biçimde inanıyorsa ne olacaktır? Ona da, bu meseleden önce Allah tanıtılır. Allah'ı iyi tanıyabilirse, onun durumu da aynı olacaktır.

Konunun bir yönü budur, ama bir de öbür yönü vardır: Müslüman Allah'ın hükmüne inanmakla beraber, Hz. Ibrahim Peygamber gibi, kalbinin O'nun söylediklerini tırmalanmadan kabul etmesini ve doğruluğuna, gözüyle görmüş gibi inanmasını ister. (Hz. Ibrahim'le ilgili kıssa için bk. Kur'ân-ı Kerîm, Bakara (2) 260.) Işte düşünme gücü sağlam olan ve ön yargılar taşımayanlar, aklen de bunun isabetliliğini bulabilirler:

Bundan önceki başlıkaltında kadınla erkeğin eşit oldukları ve olmadıkları yönleri anlatmış ve farklı oluşlarının onlara farklı görevler yükleyeceğini söylemiştik. Pozitif elektrik taşıyan kablo bir naylon elbise ile izole edilir, çünkü onun tabiatı onu gerektirir. "Efendim, elektrik enerjisinin oluşmasında artı ve eksi (pozitif ve negatif) elektrikler arasında hiçbir fark yoktur, çünkü hiçbiri öbürsüz olamaz. Öyleyse ikisine de eşit davranılsın ve ikisi de açık, ya da ikisi de kapalı kablo ile taşınsın." demenin akıllılık olmayacağını herkes anlar. Çünkü elektriklerin tabiatı, yani niteliklerindeki temel espri bunun, öbür türlü olmasını gerektirir. Demek ki, mesele bir tabiilik ve yaratılış, yani "fıtrat" meselisidir. Öyleyse bunu gerektiren fıtratı biraz daha açmaya çalışalım:

1- Doğum istatistikleri genel olarak kadınların erkeklerden fazla olduğunu gösterir. (%52'ye %48, yaklaşık olarak.) Hattâ bu farkın değişik zamanlarda daha çok arttığı da görülmüştür. Bunlar bir tarafa genel olarak yüzde üç dört fazla olan kadınlar kocasız mı kalsın, yoksa fuhşa mı düşsünler? Bu,.normal zamanlara ait bir durumdur. Dünyanın harpsiz yaşadığı çok az görülmüştür. Meselâ Istiklâl Harbimiz'de Doğuda Allahüekber Daglarında üç gün içerisinde sadece soğuktan yetmişbin gencimiz ölmüştü, bir o kadarı Çanakkale'de şehit olmuştu. Hepsi kadar da harbin diğer cephelerinde kaybetmiştik. Bunlara düşecek kadınlar, yalnız başlarına hayatın zorluklarına mı terkedilmeli idiler, fahîşe mi olmalı idiler (çünkü cinsel ilişki de fitrî bir ihtiyaçtır), yoksa bir başka kadınla beraber bir erkeğin himayesine mi girmeli idiler? Aynı şeyi bugün Iran ve Irak'in zavallı kadınları için soralım. Her iki taraftan bir milyona yakın evlenme çağındaki insanın boşluğunu dolduracak hangi formülü teklif edebilirsiniz? Irak arkasından bir o kadar genç erkeğini de Kuveyt'te kaybetti. Demek ki zaruretler bazan mahzurlu olan şeyleri de normal kılar.

2- Kadının, cinsel isteklere cevap verebilme zamanı, erkeğe göre dörtte bir oranında azdır. Çünkü kadının her ayının bir haftası âdetle geçer. Buna bir de hamile ve lohusalık dönemindeki elverişsizliği eklensin. Şimdi tabiî durum bu iken, kadınlarda çokça görüldüğü gibi, kadın bir de müzmin bir hastalığa yakalanmış ve erkeğin ihtiyacını göremiyor bir durumda ise, tersine, erkek de cinsel gücü fazla birisi ise:

a) Bu hasta kadını boşayıp hepten yalnız ve himayesiz mi bıraksın,

b) Cinsel ihtiyacını kaldırım yosmasıyla giderip, cabası olarak bir de sağlıgını tehlikeye mi atsın? (AIDS günümüz insanına çok şey öğreteceğe benziyor),

c) Yoksa hem hasta hanımına yardımcı olacak, hem de kendi ihtiyacını giderecek ikinci bir hanım mı alsın?

Fıtratın gereği yapılmadığında, doğacak sonuçlar her zaman daha tehlikeli ve zararlı olmuştur. Birden çok kadınla evlenmenin yasak edildiği her devirde erkekler, başka kadınlarla daha yüksek oranlarda ilişkide bulunmaktan geri durmamışlardır. Bir ilim adamımızın deyimiyle, "Teaddüdü zevcata engel olunmuş, ama teaddüdü firasa engel olunamamıştır." (Musa Kâzim Efendi, Dinî, Ictimaî, Makaleler, Mustafa Sabri Efendi, Mes'eleler.) Yani, eşlerin çok olması önlenmiş ama, yatakların çok olması önlenememiştir. Çünkü, bu fıtratın gereğidir. Öyleyse bunun meşru mu, gayrı meşru mu yapılması daha iyidir?

Türkiye için bir örnek vermeye çalışalım.1983 emniyet raporlanna göre. (Kaynak Hürriyet Gazetesi) Türkiye'de bilinen 338 bin hayat kadını, iş olarak kendini satmayı seçmis ve bu yolda çalışmaktadır. (bk. Cumhuriyet 7.1.1988 son sayfa).) Her biri günde en az iki iş gördüğünü ve bir erkeğin ortalama haftada bir hayat kadın aradığını düşünürsek, bir kadın haftada ondört ayrı erkekle yatıyor ve 14x338= 4.732.000 erkek gayri meşru ilişkide bulunuyor demektir. Bu ilişkilerden doğan fiziksel ve psikolojik hastalıklar, yıkılan yuvalar, emniyetin tesbit edemediği gayrı meşru ilişkiler, bu yüzden kendilerini suçlu hisseden erkeklerin yuvalarında sebep olacakları huzursuzluklar ve benzeri olumsuzluklar da ayrıca hesaplanmalıdır.

3- Kadın huysuz birisi ise ve boşanmak her iki tarafı perişan edecekse, onu kapı dışarı atıp, onun da bir başka erkeğin de başını belâya koyma yerine, bir başka kadınla evlenip, kıskançlık duygularını harekete getirerek bir rekabet ortamı doğurmak ve onu da yola getirmek daha elverişli olamaz mı!

4-Zamanın ve şartların değişmesine göre işi, çoğunlukla evinin dışında olan ve işi gereği uzak memleketlerde bulunan erkek, ihtiyacını gidermek zorunda olduğuna göre, orada dostlar mı edinmelidir, yoksa bir nikâhlısı mı olmalıdır? Bu konularda erkeklerin, kadınlara göre çok sabırsız oldukları da yine "fitrî bir olaydır.

Konunun bir başka yönü daha vardır: Kadın haklarını düşündüklerini iddia ederek "taaddüd"e karşı çıkanlar, vücudunu satarak geçinen binlerce, hattâ yüzbinlerce kadını insan saymıyorlar mı?.Insanın değerine (keramet) hiç önem vermeden, ahlâk ve sağlık kurallarını da çiğneyerek icrayı faaliyet eden bu ten tâciri kadınlar, acınmaya muhtaç değil mi? "Taaddüd" olsaydı onların en fazla dörtte biri bir kocanın ikinci karısı olacaklardı ve hergün bir sürü kirli, paslı, hastalıklı ve ne idüğü belirsiz erkeklerle değil, istediği zaman ve biçimde, psikolojik tatmin de duyarak bir erkekle yatacaklardı. Bu ikisi arasındaki farkı görmemek için geri zekâlı ya da kör inatçı olmak lâzım.

Bunlar da konunun üçüncü yönüdür. Konunun bir dördüncü yönü daha vardır, o da: gerçekçi olma zorunluluğumuzdur: Islâm, erkeğin birden fazla kadınla evlenmesini emretmemiş, tersine bunun zor bir iş olduğunu duyurmuştur. Birden fazla kadınla evlenmek isteyen erkek, her ikisine de nafaka vermek zorundadır. Çünkü kadın çalışmak zorunda değildir. Ayrı istemeleri halinde, her ikisine de müstakil ev almak, ya da tutmak zorundadır. Yani birden fazla kadınla evlenmek zevkli bir şarap değil, bir derde derman olacak acı bir ilâçtir. Acı olduğu için ilâcı terketmek, akıllılık olmasa gerektir. Bu şartlar altında, varsayılacak bir Islâm toplumunda, teorik olarak erkeklerin yüzde kaçı birden fazla kadınla evlenebilecektir? Matematiksel hesaba dayanarak söylersek, iki kadınla evlenmesi halinde, erkeklerin ancak yüzde üçü-dördü birden çok kadınla evlenebilecek, bunların bir kısmının da ikiden çok kadın alacağı düşünülürse, o takdirde erkeklerin ancak yüzde biri, ya da ikisi ikinci ya da üçüncü bir kadın alabilecek, geri kalan yüzde doksan sekizya da doksandokuzu bir kadınla yetinmek zorunda kalacaktır. Kadın da zaten istemediği bir evliliğe zorlanamayacak, bu sonuca, isterse katlanacaktır. Kadınların sayısının erkeklere oranla bu kadar fazla olduğunu daha önce söylemiştik. Demek ki, matematiksel gerçekler de fitrîliği doğruluyor.

Gayri meşru hayat yaşayanlar bir yana, bu gün acaba, yasak olmasına rağmen, birden çok evlilik yapan erkekler bu oranın altında mıdır? Demek ki, "fitrî"liğe, avamca ifadesi ile, yasak sökmüyor.

Nitekim bu fitrî gerekliliği, zaman zaman birçok batılı düşünür kavramış ve uygulanmasını önermiştir. Kaldı ki, bu sadece Islâm'da olan bir uygulama değildir. Tarihin her döneminde, şöyle ya da böyle uygulanmış ve uygulanmaktadır. İslam'ın yaptığı, bu sistemi islah etmek, sınırlamak ve bir düzen içerisinde meşru kılmaktan ibarettir.

Nixie
28 August 2009, 14:15
KONU: DÂBBETÜ'L-ARZ
Yer hayvanı, kıyametin büyük alametlerinden biri.

Debb ve debîb; hafif yürüme ve debelenme demektir. Hayvanlar ve çoğunlukla haşereler için kullanılır. Içkinin bedene yayılması ve bir çürüklüğün etrafına sirayeti gibi hareketi gözle görülmeyen şeyler için de kullanılır. Dâbbe de debelenen, hareket eden demektir. Şu halde tren, otomobil, bisiklet vb. şeylere lügate göre dâbbe denebilirse de ıstılahta daha çok hayvanlar için kullanılır.

"Allah bütün canlıları (her dâbbeyi) sudan yaratmıştır. Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah şüphesiz her şeye kaadırdir." (en-Nûr, 24/45) âyetinden anlaşılacağı üzere her hayvana dâbbe denir.

"Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların (her dâbbenin) rızkı ancak Allah'a aittir." (Hûd, 11/6) âyetinden de anlaşılan budur.

"Dâbbetü'l-Arz" da; kıyametin kopmasına yakın, ortaya çıkacağı bildirilen ve kıyametin büyük alâmetlerinden olan bir yaratıktır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de:

"Söylenmiş olan (tehdit edildikleri şey) başlarına geldiği zaman onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler." (en-Neml, 27/82) buyrulmaktadır.

Bu âyetten anlaşılan, dâbbenin bir hayvan-ı nâtık yâni konuşan bir canlı olduğudur (M.H. Yazır, "Hak Dini Kur'ân Dili", V, 3701 vd.).

Râğıbü'l-Isfahânî, yukardaki âyete dayanarak şöyle demektedir:

"Dâbbe, tanıdığımız hayvanlara benzemeyen bir hayvandır. Ortaya çıkması kıyamete yakın bir dönemde olacaktır. Bir de denildi ki: Bununla, cahiliyyede hayvan mertebesinde olan kötü insanlar kasdedilmiştir (Râğıb, "Müfredât", debb maddesi.)

Müfessirler yukardaki âyette (27/82) dayanarak "Dâbbetü'l-Arz"ın kıyamete yakın bir zamanda ortaya çıkacağını söylerler. Ibn Ömer'e göre, "dâbbe"nin çıkması hadisesi, dünyada iyıliğe emreden ve kötülükten sakındıran hiçbir fert kalmadığı zaman vuku bulacaktır. Ibn Merdûye'nin Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet ettiği bir hadîse göre, aynı şeyi bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.)'in kendisinden Ebu Saîd de duymuştur. Bu da, insanın başkalarını iyilik yapmaya teşvik ve kötülükten sakındırma (emr bi'lma'rûf, mehy, ani'l-münker) vazifesini terkettiği zaman Allah'ın, kıyametin hemen öncesinde son ihtar vazifesini görmek üzere bir "dâbbe" meydana çıkaracağını gösterir. Mâmafih onun tek bir hayvan mı, yoksa bütün yeryüzünü istilâ edecek bir hayvan türü mü olduğu açık değildir (Mevdûdî, "Tefhîm", IV, 128)

Akaid kitaplarına, kıyametin alâmetlerinden biri olarak geçmiş olan "Dâbbetü'l-Arz" (bk. Pezdevî "Ehl-i Sünnet Akaidi", 352; Nesefî, "Akaid ", şerh ve haşiyesi Kesteli. 194) hakkında Peygamber (s.a.s.)'den şöyle rivayet edilir.

"Ilk çıkacak kıyamet alameti, güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine "dâbbe"nin çıkmasıdır. Bu alametlerden hangisi önce belirirse, ötekişi onu kısa zamanda takibedecektir" (Müslim, Fiten, 118; Ibn Hanbel, "Müsned", II, 201)

"Üç şey vardır ki bunlar çıktığı zaman, daha önceden iman etmeyen hiçbir kimseye (o günkü) imanı fayda vermez: 1-Güneşin batıdan doğması, 2-Deccâl ve 3-Dâbbetü'l-Arz (Müslim, Iman, 249; Tirmizî, Tefsîr, sûre 6)

"Dâbbe, yanında Hz. Musa (a.s.)'nın asâsı ve Hz. Süleyman (a.s.)'ın mührü olduğu halde çıkacaktır. Mü'minin yüzünü asa ile parlatacak, kâfirin burnunu da mühürle mühürleyecek. Işte o dönemde yaşayan insanlar biraraya gelecekler ve mü'minler, kâfir belli olacaktır" (Ahmed b. Hanbel, II, 491; Tirmizî, Tefsîr, süre: 27)

Bu konudaki rivayetler pek çoktur, ancak hiçbiri mütevâtir olmadığından, kıyamet gibi tamamen gaybî olan bir meselede delil olamazlar. Bunun için, "Dâbbetü'l-Arz"la ilgili teferruâtı bir yana bırakıp, Cenâb-ı Allah'ın bizi bununla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim'de bildirdikleriyle yetinmemiz, işin iç yüzünü ve mahiyetini O'na havale edip dabbetü'l-arz'ın kıyamete yakın zuhur edeceğine iman etmek en doğru yoldur. Bununla birlikte: "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. O'ndan başkası onları bilemez... " (el-En'âm, 6/59).

Nixie
28 August 2009, 14:15
KONU: DAR-I HARP'TE FAİZ
Dâru'l-harp'te faiz olmaz, diyorlar. Türk bankalarından faiz alıp yiyebilir miyiz?

Dâru'1-harpte faizin cereyan edip etmemesiyle Türk bankalarından faiz alıp yemek ayrı ayrı şeylerdir. Önce bu hüküm sadece Imam Ebu Hanife ve Imam Muhammed'in kabul ettiği ve Imam Ebu Yusuf dahil, Şafiî, Malik ve Ahmed gibi diğer imamların karşı olduğu bir hükümdür. "Dâru'1-harp'te müslümanla harbî arasında faiz olmaz" anlamındaki bir hadise dayandırılır. Hadis, "Nasbu'r-râye" sahabi Zeyla'î'nin ve Allâme Ibn Hümâm'in tesbitlerine göre "âhad" bir haberdir ve garibtir (sahih değildir).(Zeyla'i, Nasbu'r-Râye, IV/44; Ibn Hümâm, Fethu'1-Kadîr, VN/39) Imam Şafiî böyle bir hadisin sabit olmadığını, binaenaleyh, delil olamayacağını söyler. Nitekim hadis, meşhur on hadis kitabında bulunmadığı gibi, "dâru'1-harb" ifadesi de bunun dışında Hadislerde geçmemektedir. "Dâru'1-harb", "Dâru'1-Islâm" gibi terimler sonradan müctehid imamlar döneminde ortaya çıkan terimlerdir. Nitekim Ibnü'1-Esîr de "en-Nihâye" adlı değerli eserinde "dâr" kelimesi ile ilgili böyle bir terimden söz etme-· mektedir. Işin bir yönü budur. Diğer bir yönü de bu hükmün usûl kaideleriyle çelişmesidir. Çünkü "haber-i vahidle ziyade, nesih sayılacağından caiz olmaz." Bu haber de haber-i vahiddir. Kabul edilmesi halinde faizi ayırım yapmadan (mutlak olarak) yasaklayan naslara ziyade bir hüküm getirmiş olur ki, bu caiz değildir. Işin, Allâme Ibn Hümâm'ın da irdelediği (Ibn Hümam, age. VN/39) bir üçüncü yönü vardır ki, sorunun cevabı açısından önemli olan da budur: Imam Azam ve Imam Muhammed bu hükmü verirken, parayı iktisadî bir silâh olarak düşünüp, müslümanın onu kafirin ülkesinde ve onun rızasıyla, herhangi bir yolla alabileceğini, böylece onu iktisaden zayıf düşüreceğini, müslümanın hiçbir surette faiz veremeyeceğini, yani fazlalığı müslümanın alması halinde bunun caiz olabileceğini kastettiklerini, arkadaşları olan imamlar açıklamışlardır. Nitekim Imamı Azam kumarı da aynı kategoriye sokmuş ve yüzde yüz kazanacağını bilmesi halinde müslüman Darü'1-Harpte bir harbî ile kumar oynayabilir, demiş ve mes'eleye Rum Sûresinin başında işaret edilen ve Hz. Ebu Bekr'in Şirk diyarı olan Mekkelilerle girdiği bahsi delil göstermiştir. Çünkü bahsin kumardan başka bir anlamı yoktur ama Hz. Ebu Bekr kazanacağını Allah Rasûlünün haber vermesiyle kesinlikle bilmektedir. Durum böyle olunca Imam Azam ve Imam Muhammed'in cumhurun karşısındaki bu görüşlerini alsak dahi, günümüzde müslümanın hiçbir yerde onların görüşüne göre de banka faizi alıp yiyemeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü faiz sistemi artık değişmiş ve fertlerin yerini müesseseler almıştır. Diyelim ki Almanya'da bir müslüman 100 markını bankaya yatırmış ve meselâ yılda: %10 faiz almış, sene sonunda da parası 110 mark olmuş olsun. Banka, hali hazırdaki sisteme göre bu sayede bu mevduatın (ankes hesabı ayrıldıktan sonra) yaklaşık 5 katıkredi verebilecek ve daha yüksek, meselâ % 15 faiz uygulayacağından 5x15=75 DM. kazanmış olacaktır. Yani müslüman Ahmet kendi kazandığı 10 DM karşılığında Alman Hans'a 65 DM. Kazandırılmış olacaktır. Görüldüğü gibi buna caiz diyen hiçbir Islâm Hukukçusu yoktur. Türkiye için durum daha da değişiktir. Darül-harp olduğunu söyleyen görüşten hareket etsek dahi, faiz müessesesi dediğimiz gibi bir banka olacaktır ve banka Yahudi Mason'un ve Masonlaşan Türkün olsa bile bir taraftan Ahmet Ağa yatırıp, öbür taraftan Mehmet Ağa almış olacağından, bir yönüyle müslüman faiz vermiş, öbür yönüyle de müslüman, müslümandan faiz almış olacaktır. Bu ise hiç caiz görülemez.

Nixie
28 August 2009, 14:16
KONU: DÂRÜ'L-ISLÂM
Islâmî hükümlerin tam anlamıyla uygulandığı ve başında halifenin bulunduğu devlet; Islâm yurduna Dârü'L-Islâm denir.

Dâr, lügatte ev, bina, belde, ülke anlamında kullanılır. Istılah olarak "dâr", bir idarecinin hâkimiyeti altında bulunan ülke anlamında kullanılmaktadır. Ancak Islâm hukukçuları bu ülkenin niteliğini belirlerken en önemli etken olarak ülkenin başında bulunan yönetici ile yönetim şeklini göz önünde bulundurmuşlardır.

Bir devletteki yönetim ve egemenlik şekli o ülkenin müslüman bir ülke olup olmadığını belirlemektedir. Islâmî açıdan bunu incelerken bu noktadan hareket etmek gerekir.

Kur'ân-ı Kerim'de dâru'l-Islâm ve dâru'l-harp* tabirleri geçmemektedir. Hadislerde ise Dâru'l-harp'te hadler uygulanmaz ve Dâru'l harp'te müslüman ve harbî arasında faiz yoktur şeklinde geçmektedir. (Ibn Kudâme, El Muğnî, Riyad 1981, IV, 45-46) Ancak Imam Zeylaî bu hadislerin garib olduklarını kaydetmektedir. (Zeylaî, Nesbûr-Raye, III, 343). Dikkat edersek burada yalnız dâru'l harp tabiri kullanılmakta olup, "dâru'l-Islâm" tabiri ise daha sonraları Islâm hukukçuları tarafından, buna karşıt' bir tabir olarak kullanılmıştır.

Fıkıh kaynaklarında bu konu işlenirken Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde Islâm'ın uygulandığı Medine için "dâru'l-Islâm" ve diğer yerler için "dâru'l-harp" tabirlerinin kullanılmadığı belirtilmektedir.

Islâm devletinin sınırları genişleyip daha geniş coğrafyalara yayılarak çok değişik devlet ve yönetimlerle karşılaşılınca, ister istemez Islâm devletinin durumunu ve hukukî statüsünü ismen diğerlerinden ayırmak icab etti.

Fâkihler, dâru'l-Islâm'ı tarif ederken;

1) "Islâm hukukunun açıkça uygulandığı ve müslümanların Islâmî hükümleri uygulama imkânını bulabildikleri,"

2) "Müslümanların idare ve hâkimiyetleri altında bulunan,"

3) "Müslümanların devlet başkanının yönetimini sürdürdüğü yerlere dâru'l-Islâm; buna mukabıl kâfirlerin devlet başkanlarının emir ve yönetiminin yürürlükte olduğu yere ise dâru'l-harp demişlerdir." (Ahmed Özel, Islâm Hukukunda Ülke Kavramı, Istanbul 1982, 76)

Islâm ümmetinin vatanı, Allah'ın mülkü olan yeryüzünün tamamıdır:

"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır." Yeryüzünün sahipleri ise Allah'a inanan müslümanlardır.

"Allah sizden, iman edip iyi amel işleyenlere: "Onlardan öncekileri nasıl hükümrân kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini (tam) bir güvene erdirecektir." (diye) va'detti." (en-Nur, 24/55) ve:

"Andolsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da: -Yeryüzüne mutlaka iyi kullarım vâris olacak (bu yer onların eline geçecek) diye yazmıştık. " (el-Enbiyâ, 21/105).

Bu âyetler muvacehesinde Cenâb-ı Hak, yeryüzünün tamamına sahip olma hakkını mü'minlere tanımıştır. Ancak bu şekilde yeryüzünün tamamı onlara vatan olabilir. Bu hakkıelde etmeyi de Allah, müslümanlara bir görev olarak vermiştir:

"Ey iman edenler, kâfirlerden size yakın bulunanlarla savaşın (onlar) sizde (kendilerine karşı) bir sertlik (ve Şiddet) bulsunlar. Biliniz ki, Allah, takva sahipleriyle beraberdir." (et-Tevbe, 9/123).

"Fitneden eser kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar (o müşriklerle) savaşın, eğer (savaştan ve küfürden) vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur." (el-Bakara, 2/191).

Yeryüzünün hâkimiyeti yalnız ve yalnız Allah'a mahsustur.

Hiçbir ferd, hiçbir aile, hiçbir hânedan ve hiçbir meclis veya parti ve hâkimiyeti ele geçiremez. Bu hâkimiyet Allah'ın dışında bir otoriteye verildiği takdirde mutlaka yeryüzünde fitne başlar. Çünkü yeryüzünün hâkimiyetini ele geçiren kişi veya zümre, bu otoriteyi kendi lehlerine ve diğer insanların aleyhlerine kullanacaklardır. Böyle bir durumda da fitne ve zulüm kaçınılmazdır. Işte yeryüzü hâkimiyeti Allah'a verilmedikçe fitne var demektir. Şayet yeryüzünde Allah'ın emirleri uygulanmaya konursa, o zaman fitne kalkmış ve din yalnız Allah'ın olmuştur denebilir. İslam'ın yeryüzünde uygulanması adaletin ve emniyetin sağlanması demektir.

Cenâb-ı Allah bu konuda bize bir vaatte bulunmuştur. Bunun için geleceğe hep ümitle bakıyor ve bunun tahakkukunu bekliyoruz:

"O, Rasûlünü hidâyetle ve hak dinle gönderdi ki (Allah'a)ortak koşanlar hoşlanmasa da o (hak di)ni bütün din(ler)in üstüne çıkarşın. " (et-Tevbe, 9/33).

Işte bu âyete baktığımızda, İslam'ın ve Allah hâkimiyetinin bütün yeryüzünü kuşatacağı ve Islâm şeriatının her tarafta söz sahibi olacağı görülmektedir. Işte o zaman yeryüzünün tamamı müslümanların vatanı, yani dâru'l-Islâm olacak ve ancak bununla müslümanlar tam bir güven ve huzur ortamına kavuşabileceklerdir.

Bu duruma göre dünya, "dâru'l-Islâm ve dâru'l-harp" diye ikiye ayrılmaktadır. Dâru'l-Islâm adını alan yerlerin gerçekten dâru'l-Islam olabilmesi için orada Islâm hukukunun eksiksiz olarak uygulanması gerekmektedir. Burada tek ölçü yönetim şeklıdır. Islam'ın getirdiği vahiy nizamının bütün hükümleriyle uygulandığı yer dâru'l-Islam'dır. Buna göre dâru'l Islâm'da oturan insanlar ister müslüman olsun ister olmasın neticeyi etkilemez. Islam devlet başkanının otoriteşinin geçerli olup da Kur'ân hükümlerinin uygulandığı coğrafya üzerinde yaşayan insanlar, müslüman değil de kitabî olsalar yine orasıdâru'l-Islâm sayılır.

Şafiîlere göre ise dâru'l-Islâm, müslümanların ikâmet ettikleri yerler ile müslümanların fethedip gayr-i müslim olan sakınlerinin cizye vererek oturdukları yerlerdir. Ayrıca önceleri müslümanların oturdukları, ancak daha sonra kâfirlerin hâkimiyetleri altına giren yerler de dâru'l-Islâm'dır. Buna göre, İslam'ın ve müslümanların bir defa ele geçirip bir müddet dahi olsa hâkimiyetlerinde bulundurdukları yerler dâru'l-Islâm'dır. Müslümanların hiç bir zaman hâkimiyetlerine girmemiş yerler ise dâru'l-harp'tir. (Ö. N. Bilmen, Hukuk-ı Islamiye Kamusu, III, 369-371).

Bundan maksat, müslümanların elinden çıkıp kâfir yönetimlerin hâkimiyetleri altına alınan ve kâfirler tarafından işgal edilmiş olan yerleri tekrar İslam'ın hâkimiyet alanına almaktır. Şafiîler, eskiden müslümanların olan ülkelerin yeniden fethedilmesi hususunda, oraların dâru'l-Islâm olmaktan çıkmadıklarını ve bunların mutlaka tekrar geri alınmaları gerektiğini ifade etmişlerdir.

Dâru'l-Islâm'da "Hüküm, Allah'dan başkasının değildir.

" (Yusuf, 12/40), Teşri' hakkıne bir hükümdarın, ne bir âilenin, ne bir zümrenin, ne de bir meclisin elindedir. Teşri sadece Allah'ın hakkıdır. Vahy-i gayr-i metlûvv olan sünnet de, aynı zamanda bir teşrî'dir. Hz. Peygamberin uygulamaları da Kur'ânî nâsları açıklayan teşrî'lerdir.

Islâm hukukçularının yaptıkları bu tariflere göre bir coğrafyanın siyasî, ekonomik, idarî ve hukuk nizamı Îslâmî esaslara göre düzenlendiği takdirde orasıdâru'l-Islâm'dır. Böyle bir yerde yaşama, yürütme ve yargı yetkileri müslümanların elinde olmalı ve herşey Allah'ın emrettiği esaslar dahilinde yürütülmelidir. Dâru'l-harp ise, İslam'ın ve müslümanların yaşama, yürütme ve yargı yetkilerinin asla söz konusu edilmediği yerdir.

Dâru'l-Islâm'da yaşama: Islâm'a göre kanun koyma yani teşrî (yaşama) yetkisi, yalnız Allah'ın elinde ve insiyatıfindedir. Teşri hakkıne bir hükümdara ne bir aileye, ne bir zümreye ne de bir meclise verilemez. Teşrî', sadece Allah'ın hakkıdır. Bu yaşama hakkının Allah'dan alınıp da O'nun dışında başka bir otoriteye devredildiği bir ülke dâru'l-Islâm olamaz. Çünkü böyle bir yerde insanların yönetimini sağlayan en mühim otorite olan teşrî, Allah'dan başkası tarafından gaspedilmiştir. Bu sebeple oraşiartık müslümanların hâkimiyeti altında değildir. Dolayısıyla orasıdâru'l-Islâm olamaz.

Dâru'l-Islâm'da Icra (Yürütme): Bir devlet veya toprak parçasının müslüman bir hükümet tarafından Islâmî esaslara göre yönetilmesi halinde burası dâru'l-Islâm olur. Aksi takdirde, bir devlet veya ülke, Islâm'ı, bir din ve bir akide olarak kabul etmeyen hükümetler tarafından gayr-i Islâmî esaslarla yönetilmesi halinde, orasıdâru'l-Islâm olamaz.

Dâru'l-Islâm'da Yargı:

Islâm toplumunda insanlar arasında meydana gelecek anlaşmazlıklarda hakem, Allah ve Resûlüdür.

"Bir konuda ihtilâfa düştüğünüz zaman onu Allah'a ve Rasûlüne döndürünüz (onu hakem yapınız)." (en-Nisâ, 4/59). Ilâhî emir gereği, müslüman olsun veya olmasın, Islâm devletinin vatandaşları arasında meydana gelen ve yargılamayı gerektiren anlaşmazlıklarda Islâm hukuku uygulanır. Vatandaşların gerek birbirleriyle ve gerekse devletle olan ilişkilerinde Islâm hukukuna göre yargılandıkları ve yargılamada yalnız ve yalnız Islam hukukunun geçerli olduğu yer, dâru'l-Islâm'dır.

Dâru'l-İslam'ın Dâru'l-Harb'e Dönüşmesi:

Islâm devletinin ayakta durabilmesi ve gerçek "Islâmî devlet" olma özelliğini taşıyabilmesi için, belirli bir toprağının, ona bağlı halkının ve siyasî iktidarının olması gerekir. Bu üç özellikten biri olmadığı takdirde Islâmî devlet olma özelliğini kaybeder. Belli bir toprağı ve sınırları belirlenmiş bir ülkesi olmadıkça Islâm devleti adını alamaz. Devletin, Islâm'ın devlet şeklini kabul eden sakınleri olmalı ve sakınlerin siyasî otoriteyi tanımaları, devletin de sakınlerini iç ve dış düşmanlarına karşı koruma imkânı bulunmalıdır. Islâm hukukuna göre bir ülkenin Islâmî ülke olmaktan çıkması, ancak ülke topraklarının bir parçasının düşman işgalıne uğraması; Islâm devletinin tümünün veya bir bölgeşinin irtidat etmesi veya zımmîlerin, bulundukları bölgede isyan edip Islam devletinin otoritesini kabul etmemeleriyle olur. (Bilmen, a.g.e., III, 370; Özel, 96-97).

Bu gibi durumlarda Islam devletinin siyasî iktidarının sona erip yerine Allah'ın otoritesini tanımayan kimselerin hakimiyeti ellerine geçirmesi ve tâğutî hükümlerle hükmetmesiyle ülke, dâru'l-harb'e dönüşür. Küfür ahkâmının yürürlükte olması, bunun açık ve yaygın olması müslüman kadılarının hiçbir fonksiyon icra etmemeleriyle orası dâru'l-harp olur. Bu görüşü ileri süren Imam Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre; Islâmî hükümlerin uygulandığı bölgeye ihtilâfsızca dâru'l-Islâm dendiğine göre, küfür hükümlerinin uygulanıp Islâmî hükümlere son verildiği bölgeye de darü'l-harp adı verilmelidir ve bunun dışında bir şarta gerek yoktur. Imam Ahmed b. Hanbel ve Imam Mâlik de bu konuda aynı görüştedirler. (Özel, a.g.e., 9 vd.) Gerçekten nitelik açısından bu iki ülke arasını ayıranve her birine ayrı özellik ve isim veren ölçüler, yönetim ve hükümet şeklıdır. Bir ülkenin, Islâmî veya gayr-i Islâmî oluşunun tek delili orada İslam'ın mı yoksa küfrün mü otoriteşinin sözkonusu olduğudur.

Islâm hukukçularının bazıları ise; "ülke, Islâmî hükümlerin uygulanmasıyla dâru'l-Islâm olduğuna göre, orada Islâmî ahkâm ve eserlerden bir şeyler olduğu müddetçe orasıdâru'l-Islâm'dır. Hattâ müslümanlar dâru'l-Islâm'daki siyâsî otoritelerini kaybetseler bile Islam ahkâmından bir eser kaldığı müddetçe orasıdâru'l-harb'e dönüşmez" kanaatini savunmuşlardır. Ancak daha evvel dâru'l-Islâm olup da sonraları isyan veya irtidat etmekle Islâm'dan uzaklaşırsa ve bu bölge dâru'l-harb'e bitişik olursa orasıdâru'l-Islâm olmaktan çıkıp dâru'l harb olur.

Ebû Hanife'nin diğer bir görüşüne göre de, bir ülkenin Islâm veya küfür ülkesi olması bizzat Islâm veya küfrün kendisinin hakim olmasıyla ilgili değildir. Burada, "emniyet" ve "korku" sözkonusudur. Eğer bir yerde mutlak anlamıyla müslümanlar güven içinde, kafirler de korku içinde iseler orasıdâru'l-Islâm'dır. Ama durum bunun tersine ise, yani müslümanlar inanç ve ibadetlerini Allah'ın emrettiği şekilde icra etmekten korkuyorlarsa orasıdâru'l-harb'tir. Aynı şekilde, bu emniyet o bölgenin dâru'l harb'e bitişik olmasıyla ortadan kalkar ve o bölgede müslüman kimseler yaşasa bile orasıdâru'l-harb'tir.

Şafiî fakihlere göre ise, bir ülke müslümanların eline geçer ve orasıkısa bir müddet de olsa müslümanların otoritesi altına girerse, oraşiartık ebediyyen müslümanlarındır ve sonuna kadar dâru'l-Islâm kalacaktır. Bu ictihâdî görüşle Şafiîler, meseleye ayrı bir noktadan bakmaktadırlar. Müslümanların olan yerler, düşman tarafından işgal edilse bile, orasının yine dâru'l-Islâm olduğu ve buraların tekrar küfür otoritesinden kurtarılmaları gerektiği ileri sürülür. Ayrıca kâfir düşman kuvvetlerinin müslümanların mallarını ve ülkesini işgal ettiklerinden dolayı aralarında harp ortamı doğmuş demektir. Dâru'l-Islâm'ı tekrar geri almak ve düşman istilasından kurtarmak için onlarla savaşmak vacipolmuş oluyor. Bu görüş, cihat anlayışını sürekli ve zinde tutmaktadır.

Şafiîlerin dışında kalanların görüşleri, müslümanların otoriteşinin olmadığı yere dâru'l-Islâm denmeyeceği anlayışını; Şafiîlerin görüşü ise, Islâm ülkesini istilâ eden küfür kuvvetleriyle savaşmanın bilincini müslümanlara kazandırmaktadır.

Dâru'l-İslam'ın dâru'l-harb'e dönüşmesi ile bu bölge, Islâm devletinin otoritesinden çıkmış ve kâfir bir yönetimin altına girmiş demektir. Düşman istilasına uğramış bir bölgeyi kurtarmak için yapılacak bir savaşta, normal şartlarda Islâm harp hukuku uygulanır. Şayet bu bölge düşman istilasına değil de bir iç ayaklanma ile mürtedlerin istilasına uğramışsa; fukaha arasında statüsünde ufak tefek değişikliklerin olması sözkonusu edilmişse de netice itibariyle orasıdâru'l harb'tir. Çünkü orada Islâm hükümleri değil de, küfür hükümleri uygulanmakta ve Islâmî hükümlere hayat hakkıtanınmamaktadır. Dâru'r-ridde* ile savaşılıp orası tekrar ele geçirildiğinde Islâm'a dönenler özgürdürler. Dönmeyenler esir alınamaz, hemen öldürülür. Malları yeni fethedilen dâru'l-harb gibi işlem görür; Humus'*u, Beytü'l-Mal'*e aktarılıp geri kalanı muhariplere dağıtılır. Daru'r-ridde ile asla sulh yapılmaz, savaş yapılır. Ancak daru'l-harb ehli ile sulh yapılabilir. (Mâverdî, Ahkâmü's-Sultaniyye, Çev: Ali Şafak, Istanbul 1976, 63 vd).

Nixie
28 August 2009, 14:18
KONU: DÂR'ÜL-EMÂN
Islâm ordusu tarafından fetholunup, içinde ehl-i zimmet ikamet ettirilen belde. Dârü'l-Emân Islâm hükümetinin himayet ve hâkimiyeti altında bulunacağından dârü'l-Islâm*'a mülhaktır. (Ö. N. Bilmen, Hukük-ı Islâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhıyye Kamusu III, 334).

Dâr*, Arapça bir kelime olup, ev, mesken, yurt ve vatan gibi anlamlara gelmektedir. "eman"* sözcüğü de, "emniyet, güven, korkusuzluk, her türlü endişeden uzak olma manalarını taşır. Karşıtı "havf" yani korkudur. Korkusuz, endişeden uzak, hayatı, malı ve namusu güven altında olan kimseye "emîn" denilir. Bununla birlikte; güvenilir, hıyanetten uzak ve başkasının ona itimat ettiği kimseye de "emîn" denir. "Emanet" emân ile aynı köktendir. Peygamberlerin sıfatlarından biri olan emanet, her bakımdan güvenilir olma özelliğidir. Ayrıca korunmak üzere emîn bir kimseye bırakılan nesneye de isim olmuştur. Dârü'l-emân, taarruzdan korunmuş, her türlü tecâvüzden emîn, kişinin kendini güven içinde hissettiği mesken ve sığınılacak yerdir. Dârü'l-Islâm'a müsaade ile girmek isteyip kendisine izin verilen şahıslara "müste'men" veya "müste'min" denir. Izin istemek (emân dilemek) yahut emâna nail olmak manalarına gelen "isti'mân" kelimesi de emân ile aynı kökten türemiştir.

Islâm dini, kendisine müntesib olan fertlerin Rablerine karşı görev ve sorumluluklarını tebliğ ettiği gibi, hem birbirlerine karşı hem de gayr-i müslimlere karşı nasıl davranmaları gerektiğini belirlemiştir. Işte dârü'l-emân, müslümanlarla gayr-i müslimler arasındaki ilişkilerin bir bölümünü konu edinen kavramın adıdır.

Vaktiyle canilerle borçlular, müstehak oldukları cezalardan kurtulmak için mabedlere, ilâhların heykellerine mezarlara ve mihraplara sığınırlardı. Buna işaretle Montesqieu, "Ulûhiyyet, bedbahtların sığınağıdır ve cinayet erbabından daha bedbaht kimse yoktur" demektedir. Papazlar da bundan istifade etmişlerdir. Bir düşmanın intikamından kurtulmak isteyenler ya kiliselerden birine yahut bir piskoposun evine sığınırlardı. Bûralara sığınanları kimse almazdı. Çünkü aforoz cezasına uğrardı. Kur'ân-ı Kerim, Kâbe'yi kastederek; "Orada apaçık âyetler vardır. Ibrahim'in makamı vardır, kim oraya girerse emân (güvenlik) içinde olur..." (Âli Imrân, 3/97) buyurmakla burayı emîn bir belde, her türlü kanın dökülmeşinin haram olduğu bir sığınak olarak ilân etmiştir. Bu yüzdendir ki, Kâbe harîmine sığınan suçlular yakalanıp yargılanmazlar, idam edilmezler, kendi hallerine bırakılırlardı. Müslümanlar da, kendi devletlerini kurmadan önce, Mekke döneminde hicret ettikleri Habeşistan ve Medine, kendileri için birer emân yeri idi.

Müslümanlarla savaş hâlinde bulunan düşman fertlerinden herhangi biri emân istediğinde bu dileği kabûl edilirdi. Bu emânla Islâm diyarında güvenliği sağlanmış olur, kendisine hiçbir şekilde tecâvüz edilemez, düşmanca davranılmazdı. Cenâb-ı Allah; "Şayet müşriklerden biri senden himaye isterse, Allah'ın sözünü işitinceye kadar ona emân ver, sonra onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır. Çünkü onlar cahil bir kavimdir" (et-Tevbe, 9/6) buyurmuştur.

Bir "harbî* "ye, çeşitli işaret ve ifadelerle emân verilebilir. Meselâ bir kimseye "sana emân verdim", "size bir zarar yoktur" gibi bir tabirle verilen emâna "sarîh emân"; yazı ile yani bir emân belgesi göndererek ehl-i harbe verilen emâna, "emân bi'l-mukâtebe" denir. Şu da var ki, emân belgesini gönderen kimsenin, müslüman, emin ve bunun için gerekli tüm şartları taşıdığının bilinmesi gerekir. Bu da, ancak beyyine (delil) ile bilinmedikçe gerçekleşmiş olmaz. Müslüman, erkek ve kadın, hür ve köleler emân verebilir. Çocuk ve deliler dışında herkes emân verebilir. Hz. Ali (r.a.) Rasûlullah'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Müslümanların zimmeti birdir ve onların sosyal mevki yönünden en düşüğü dahi buna yetkilidir. Onlar, kendilerinden başkasına karşı elbirliktirler" (Buhârî, Ferâiz, 21; Cizye, 10; Müslim, Itk, 20; Ebû Dâvûd, Menâsik, 95).

Ayrıca Buhârî, Ebû Dâvud ve Tirmizî, Ebû Tâlib kızı Ümm-ü Hânî'den onun şöyle dediğini haber verirler:

"Ey Allah'ın Rasülü, annemin oğlu Ali, emân verdiğim bir adamı Ibn Hübeyre'yi öldüreceğini söylüyor." dedim. Peygamber (s.a.s.) "Senin emân verdiğine biz de emân verdik yâ Ümm-ü Hânî"dedi (es-Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, II, 694-695).

Öte yandan, ehl-i harpten bir ülkenin halkı, kendilerine Islâm ahkâmı tatbik edilmemek şartıyla müslümanlarla andlaşma yaptıkları zaman, bu sulh* ile can ve mal emniyetine sahip olurlar ve ayrıca bir emân almadan Dârü'l-Islâm'a girebilirler. Bunların ülkesine Islâm hukûkunda dârü'l-muvâdiîn denildiği gibi, darül-emân da denilmektedir. Bu hususta tariflerde ihtilâf görülmektedir. Böyle bir yer için, orada meskûn gayr-ı müslimlerin Islâm devletinin himâyesinde bulundukları manasına Dârü'l-Emân tabiri kullanılabilirse de, es-Serahsî ve Imam Şâfiî'nin ifadelerinden, kendileriyle sulh andlaşması yapılmış olmak suretiyle halkı emân içinde olduğundan dolayı dârü'l-emân denildiği anlaşılmaktadır. (Ahmed Özel, Islâm Hukukunda Ülke Kavram, 1984, 140-141). (Ayrıca bk. Dârü'l-Islâm, Dârü'l-Harp, Dârü'l Ahd, Emân).

Nixie
28 August 2009, 14:18
KONU: DÂRÜ'L-HARB
Harp ülkesi, küfür ülkesi, savaş alanı. İslâm'ın siyasî otoritesnin dışında kalmış olup, yönetim tarzı ve yürürlükteki hukuku İslâmî olmayan bölgeler. Genel olarak İslâm hukukunda kâfir ve İslâm düşmanı yöneticilerin hâkimiyet ve yönetimleri altındaki toprakları anlatmada kullanılır. Bu terim, Kur'ân-ı Kerim'de zikredilmemekte, ancak hadis-i şeriflerde geçmektedir. Hz. Peygamber'in "darü'l harb'te hadler tatbik edilmez" buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu ibâre Sahihayn'da ve Sünen'lerde geçmemektedir. Hanefîler bu hadisi delil kabul ederken, diğer mezhepler delil olarak almamışlardır. İleri gelen Hanefi fakihlerden ez-Zeylaî de bunun garib hadis olduğunu belirtir (Nasbu'r Râye, III, 343).

İslâm hukukçuları, ülkeleri, İslâmî hükümlerin uygulanıp uygulanmamasına göre tasnif etmişlerdir. Dârü'l harb'te ikamet edenlere genel olarak harbî denir. Harbîler, dârü'l-İslâm yönetimi ile bir emân anlaşması yapmadıkları müddetçe, kanları ve malları mübah sayılır. Kâfir bir insanın malının ve canının masun olabilmesi için müslüman olması veya İslâm devleti ile anlaşma yapmış olması gerekir. Bir harbî gizlice ve emân dilemeden darü'l-İslâm'a girip de yakalandığında kanı ve malı mübah sayılır. Darü'l harb'te müslüman olan bir kimsenin ise hicret etmeden evvel, bulunduğu bölge fethedildiğinde, elindeki mallar kendisine kalır, ancak gayr-i menkul malları ganimet hükmündedir. (Maverdî, el-Ahkamu's-Sultaniyye, Çev: Ali Şafak, İstanbul 1976, 57 vd; W.W.Hunder, İA, Dârü'l-Harb md.).

Dârü'l-harb'te ikamet edip İslâm ülkesine gelmemiş olan müslümânlar İslâm ülkesinde yaşayan bir fert gibi görülürdü. Dârü'l-İslâm'a hicret etmek istediğinde engellenmezdi. İmam-ı Azam'a göre sadece müslüman olmakla masun sayılmıyor; İslâm devletinin otoritesine girmekle can ve malını emniyete alabiliyordu. Bir müslüman, Dârü'l-harb'te işlediği suçlarından dolayı cezaya çarptırılamaz. Çünkü İslâm devletinin otoritesi oralarda geçerli değildir. Dünyada had cezası verilmemesine rağmen, o suçların cezası Allah'a aittir. (AbdulKadir Udeh, İslam Ceza Hukuku ve Beşeri Hukuk, çev. A. Nuri, İstanbul 1976, I, 520). Ancak bu hususlarda çeşitli ictihadlar vardır. Meselâ İmâm Şâfiî'ye göre, "Dârü'l-İslâm'da helâl olan şey Dârü'l-harb'te de helâldır; haram olan orda da haramdır. Bir suçun Dârü'l-harb'te işlenmesi cezayı düşürmez." (es-Serahsî, el-Mebsut, IX, 100; İmâm Şâfiî, el-Umm, VII, 322).

İmâm-ı A'zam ise "Dârü'l-harb'te hadler uygulanmaz" hadisine göre amel etmiştir. Dârü'l-harb'te bulunan askerlerden biri haddi gerektiren bir suç işlese, Ebu Hanîfe'ye göre oradaki kumandanın haddi uygulama yetkisi olamaz, ancak dârü'l-İslâm'a dönülünce devlet başkanı veya kadı'nın vereceği hüküm geçerli olur. İmâm Mâlik ve İmâm Şâfiî ise haddin hemen uygulanabileceğini savunmuşlardır. (İbn Kudame, el-Muğnî, IV, 46).

Bir müslümanın Darü'l-harb'te bulduğu define kendisine aittir. Ancak İslâm devleti adına Dârü'l-harb'e girmiş bir heyet veya askerî birlik bir define bulacak olursa, bunun humus'u Beytü'l-Mâl'e aittir. (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye Kamusu, IV, 103).

İslâmî hükümler kesin nass ile sabit ise bunlar hakkında ihtilaf sözkonusu değildir. Cumhur-ı fukahâ'ya göre müslümanların dârü'l-harb'te harbîlerle veya kendi aralarında faizle alış-veriş yapmaları haramdır. Faiz, kesin nass ile haram kılınmıştır. Ebu Hanife ile İmâm Muhammed bu konuda dârü'l-harb'te müslüman ile harbî arasında faiz muamelesini caiz görerek Cumhur'dan ayrılırlar. Onlara göre, faizi müslümanları almalıdır; ama harbîye faiz verilmesi haramdır. (İbn Abidin, Bulak 1272, IV, 188) Bu ictihada rağmen, müslümanların takvaya sarılmaları ve bundan kaçınmaları evlâdır. Cumhur, "Dârü'l-harb'te müslüman ile harbî arasında faiz yoktur" hadisini delil almaz. Onlar, böyle mürsel* ve garib* derecesinde bir hadisle amel edilemeyeceğini söylemişlerdir. Harhî'nin malı ancak ganimet yoluyla helâl olup, alış-veriş akidleri yolu ile helâl olmaz. (İbn Kudame, IV, 46).

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Ey iman edenler, mümin kadınlar muhâcir olarak geldikleri zaman onları imtihan edin. Allah onların imanını daha iyi bilir. Fakat sizde mümin kadınlar olduklarına bilgi edinirseniz onları kâfirlere döndürmeyin. Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar..." (el-Mümtehine, 60/10). Bu ayetten nikâh akdinin bozulmasında ülke ayrılığı değil de din ayrılığının etkili olduğu anlaşılmaktadır. Hanefîlere göre ise, karı veya kocadan birisi dârü'l-harb'ten dârü'l-İslâm'a müslüman veya zimmî olarak hicret edecek olursa, aralarında nikah ayrılığı sözkonusu olur.

İslâm'ın önemli bir ibadeti ve vazgeçilmez bir prensibi olan Cuma namazı konusunda Hanefî fukahası "Cuma namazı ulu'l-emr'in iznine bağlıdır" der. İzin, Cuma'nın edasının şartlarından sayılmıştır. Ulu'l emr'in bulunmaması halinde Cuma namazı farz değildir. Dârü'l-harb'te Cuma namazının kılınıp kılınmayacağı hususunda diğer mezheplerin görüşü, "Cuma'nın hiçbir surette terkedilemeyeceği" doğrultusundadır. Zira bu, Kur'anî bir nass ile sabittir. Diğer taraftan hanefîler, ulu'l-emr'in bulunmaması halinde, müslümanların, aralarından birini tayin ederek Cuma kılabileceklerini de söylerler. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4983 vd.)

Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Nefislerine yazık eden kimselere canlarını alırken melekler: "-Ne işte idiniz?" dediler. (Bunlar): "-Biz, yeryüzünde aciz Düşürülmüştük"diye cevap verdiler. Melekler dediler ki: "-Peki Allah'ın arzı geniş değil miydi ki onda göç edip İslâm'ı rahatça yaşayabileceğini;, bir yere hicret edeydiniz." İşte onların durağı Cehennem'dir, ne kötü bir gidiş yeridir. " (en-Nisa, 4/97) Bu ayetten anlaşıldığına göre müslümanın öz yurdu, İslâm'ın yaşandığı ve Allah'ın hükümlerinin hâkim olduğu -dârü'l-İslâm'dır. Müslüman, dârü'l harb'te küfrün zulmü ve işkenceleri altında sıkıntılı bir hayat sürüyor, dininin emirlerini yerine getiremiyor, farzlarını ifa edemiyor ve kendisinin veya neslinin küfre girmesi için zorlanıyor ya da zorlanmaktan korkuyorsa böyle bir yerden hicret etmesi farzdır: Bu genel hükme göre Hanefiler hangi durumda olursa olsun, bir müslümanın mutlaka dârü'l-harb'ten dârü'l-İslâm'a hicret, etmesinin farz olduğunu öne sürerken; Şâfiîler, müslümanın bulunduğu yerde açıkça dinini yaşayabiliyor ve tebliğini yapabiliyorsa orada kalmasının gerektiğini savunmuşlardır. (Said Havva, İslâm, I, 309)

Ancak yeryüzünün muhtelif diyarlarında, küfür ülkelerinde yaşayan müslümanların hicret edebilecekleri bir dârü'l-İslâm mevcut değil ise veya mevcut olsa bile Halife bunların hicretlerine gerek görmeyip orada kalmalarını isterse, artık, bulundukları bölgelerde İslâm'ı hâkim kılmak için gerekli çalışmaları yapmak onların önemli bir görevi olacaktır. Çünkü müslümanların İslâm devletini kurmaları, toprakları İslâmîleştirmeleri, zâlim ve kâfir yöneticilerle mücadele etmeleri, yeryüzünde fitne ve zulüm kalmayıncaya kadar gayret sarfetmeleri farz-ı ayndır. Bu görüşleri savunan İslâm fukahası, Mekke'de kâfirlerin zulmüne uğrayan müslümanların gidecekleri bir dârü'l-İslâm'ın olmadığını belirtmektedirler. Necaşî'nin ülkesi Habeşistan'a veya Medine'ye yapılan hicrette Hz. Peygamber'in emri belirleyici olmuştur. Bu da müslümanların yaşadıkları bir dârü'l harb'ten daha rahat bir şekilde İslâm'ı yaşayabilecekleri bir başka dârü'l harb'e hicret etmeleri hususunda yol gösterici bir sünnettir. Kur'ân-ı Kerim'deki âyetlerden birtakım belirleyici nitelikler tespit etmekle, bir ülkenin nasıl dârü'l-harb olabildiğini ortaya koyabiliriz. Ülkenin zalim yöneticileri, mustaz'afları baskı ve zulüm altına alır, gayr-i müslimler her fırsatta müslümanlara eziyet eder, inançları yüzünden yurtlarından Çıkarılırlar ve müslümanların dârü'l-İslâm dışında bir yerde güvenlik içinde bulunmaları sözkonusu olmayıp, düzen onlara rahat vermez ise, o zaman hicret etmek zorundadırlar. (en-Nisa, 4/75, 91, 92).

Demek ki İslâm hukukçularının savunduğu gibi, dârü'l-harb'te yaşayan müslümanların orada kalıp mücadele etmeleri, orayı dârü'l-İslâm haline getirmeye çalışmaları gerekmektedir. Ancak böyle bir durumda kâfir yönetimin müslümanlara eziyet ve zulümde bulunacağı, onları şehid edeceği ve bunun çok zulümlere neden olacağından hicret yolu daha uygun olmuştur. Zaten nasslardan ve tarihi gelişmelerden de bu anlaşılmaktadır.

Dârü'l-harb terimi, müslümanlarla savaş halinde olan ülkeye denildiğinden; harb ülkeleri, Allah'ın otoritesi yerine başka otoriteye bağlanıp bu batıl otoritelere itaat ettiklerinden ve her zaman müslümanlara karşı savaş durumunda bulunduklarından dolayı bu adı alırlar. İslâm'ın sürekli savaşı temel aldığı şeklinde ileri sürülen yanlış kanaatin aksine, onlar eğer barış istiyorlarsa müslümanlar bazı şartlara bağlı olarak anlaşma yapabilirler. Böyle ülkelere, o zaman, anlaşmalı ülke anlamında darü'l-ahd* denilir ki, bu ülkeler harb ülkelerinden ayrı bir hukuka tabi olur. İslâm'da zorlama yoktur, ama din yalnız Allah'ın oluncaya kadar cihat vardır. Kâfirler emân dilerse, ülkeleri cizye karşılığında dârü'l-İslâm'a dahil edilir ve kendilerine hak ve hürriyetleri verilir. İslâm devleti yeryüzünden fitneyi kaldırmak için cihadı temel siyaset yaptığı gibi, barış isteyenlere de şartlarına uydukları müddetçe asla dokunmaz.

İmâm Kâsânî, "Dâr'ul İslâm ve küfre izafesinden kasıt, bizzat İslâm veya küfrün mahiyeti değildir. Kasıt, emniyet ve korkudur. Eğer emniyet mutlak surette müminlere, korku da mutlak surette kâfirlere aitse o belde dârü'l-İslam'dır. Korku mutlak surette müminlere aitse orası da dârü'l küfür'dür. Hükümler, emniyet ve korkuya bağlıdır" demektedir. (İmam Kâsâni, el-Bedâiü's-Sanâyi, Beyrut 1974, VII. 131).

Dârü'l-İslâm'ın dârü'l-harb'e dönüşmesi meselesi, ilk müctehidler zamanında teorik plânda tartışılırken; Haçlıların Filistin ve Moğolların diğer İslâm ülkelerini istila etmeleriyle birlikte İslâm fukahası bu meseleyi geniş olarak ele almıştır. Ebu Yusuf ile İmam Muhammed, bir İslâm ülkesinde İslâm dışı hükümlerin hâkim olması durumunda oranın darü'l-harb olacağını söylemişlerdi. Ebu Hanîfe de, İslâm ülkeşinin dârü'l-harb'e dönüşmesi için üç şartın gerçekleşmesi gerektiğini belirtmişti. Bunlar, 1) Ülkede açıkça İslâm dışı kanunların icrası, 2) Ülkenin, aralarında bir başka İslâm ülkesi olmaksızın harb ülkesine bitişik hale gelmesi, 3) Müslüman ve zimmîlerin can ve mal güvenliğinin kalmaması.

Bu hususta İbn Kayyim el-Cevziyye şöyle demektedir: İslâm hükümlerinin uygulanmadığı sürece hiçbir yer dârü'l-İslâm'a bitişik de olsa dârü'l-İslâm olmaz. İşte Tâif şehri. Çok yakın olmakla birlikte darü'l-İslâm olmadı. Kızıldeniz sahilinde olan bölgeler de öyle... Yemen'e gelince; zaten orada İslâm yayılmış bulunuyordu. Yemen'in bütün bölgeleri ise, ancak Hz. Peygamber'in vefatından sonra halîfelerinin döneminde İslâm'a sarılmışlardır... "Bir ülke, coğrafî bakımdan İslâm ülkesine yakın olmakla ya da halkı arasında İslâm dinini kabul etmiş kimseler vardır diye "dârü'l-İslâm" olarak nitelendirilemez." (İbn Kayyım el-Cevziyye, Ahkâmu Ehli'z zimme, I, 366). İslâm'ın egemen olmadığı her yer -daha önceleri istediği kadar uzun dönemler İslâm'ın egemenliği altında kalmış olsun ve bu egemenliğin maddî. ve beşerî belgeleri istediği kadar çok bulunsun- İslâm diyarı olarak nitelendirilemez. Olsa olsa buralarda bir zamanlar İslâm egemen olmuştu, şu gördüğümüz maddî eserler ve onların soyundan gelen müslüman ismini taşıyan bu kimseler de onların kalıntılarıdır, denilebilir... İmâm A'zam'ın üç şartından yola çıkılarak bugün îçin hiçbir İslâm ülkesinin dâru'l-harb şartlarını taşımadığını savunanlara karşı, bir zamanlar İslâm diyarı olan beldelerin küfür diyarına dönüşüp dönüşmediklerini şöyle sıralamak mümkündür: 1) Bu ülkelerde İslâm ahkâmı değil, beşerî kanunlar ve hükümler yürürlüktedir. 2) Dârü'l-harb'e hem siyasal ve ekonomik paktlarla, antlaşma ve sözleşmelerle, hem de coğrafi olarak bitişik ve iç içedir; 3) Bir zamanlar İslâm diyarı olan bu ülkelerde insanlar, yani hem müslümanlar ve hem de kâfirler İslâm'ın emanı ile mi emindirler; yoksa tâğutların İslâm'ı yaşamayı yasak kılan ve en büyük cürüm sayan kanun ve hükümleriyle mi tehdit altındadırlar? Soru, ayrıca cevap vermeyi gerektirmeyecek kadar açıktır. (bk. M. Beşir Eryarsoy, İslâm Devlet Yapısı, İstanbul 1988, 67 vd.)

İslâm ülkeleri Doğu'dan gelen barbar saldırılarıyla yıkılınca, imamlar şöyle diyordu: "Bugün kâfirlerin elinde bulunan ülkeler İslâm ülkeleridir. İdareciler kâfirse de cuma ve bayram namazlarını kılmak caizdir. İlletin bir parçası kaldıkça, ona bağlı olan hüküm de kalır. Herkes açıkça namaz kılıyor, fetvalar veriliyor... Bu ülkelere harb ve küfür ülkesi demenin mesnedi ve delili yoktur. Ezan ve cemaatle namaz gibi ibadetler icra edilebildikleri sürece, yönetim kâfirlerde de olsa böyle bir ülke dârü'l-İslâm'dır..." İmameyn, kıyasa başvurarak "dârü'l-harb, İslâm ahkâmının icrâsiyle İslâm ülkesi oluyorsa, İslâm ülkesinde küfür hükümlerinin ve küfrün hâkimiyeti ile dârü'l-harp olması lazımdır, demektedir. İmameyn'i destekleyen müctehidler, müslümanlar emniyette olsalar da, bunun o ülkenin darü'l-harb olmasını engellemediğini, hâkimiyet ile emniyet kavramlarından önceliği hâkimiyete tanımak gerektiğini söylemişlerdir.

İmam Azam Ebu Hanife ise, hükmün bir illetle sabit olması durumunda, illetten bir şey kaldığı müddetçe hükmün de onunla birlikte kalmaya devam edeceğini söylemek istemiştir. Onun görüşünü benimseyen fakihler; "İslâm üstündür, ona üstünlük olmaz. " şeklindeki hadisi (Buharî, Cenâiz 79) delil almışlar; hâkimiyeti "itibarî" bir tarzda yorumlamışlardır. Onlara göre, istila edilmiş bir dârü'l-İslâm'da mal ve can emniyetine sahip müslim ve zimmîler bulunabilir ve o durumda orası dârü'l-harb olmaz. Bu görüşe karşı çıkan fukaha ise; istila edilmiş, hâkimiyeti elinden alınmış bir ülkede müslümanların mal ve can emniyetinin var olabilmesini imkansız görmüşlerdir. Kuşkusuz, müctehidlerin bu görüşlerine tesir eden tarihi şartlar mevcut olmuştur. Ondokuzuncu yüzyıldan sonra meydana gelen dünya ülkeleri konjonktüründe, iki büyük dünya savaşı ardından oluşan dengelerden sonra, İslâm hukukunun bazı içtihatlarının aynen geçerli olması mümkün görülmemektedir. Nitekim, Ebu Hanîfe'den bir-iki asır sonra bile bu ictihadlar şöyle değerlendirilmiştir: "Zannediyorum ki, Ebu Hanîfe'nin bu şartı (Dârü'l-harb'e bitişiklik) kendi zamanında müslümanların ehl-i şirkle cihadlarındaki vaki duruma dayanarak söylenmiştir. Dârü'l-İslâm ortasında bir ülke halkının irtidad edip de, vatandaş ve sultan tarafından orduların kuşatması olmaksızın orada kendilerini korur halde kalabilmeleri ona imkânsız görünmüştür. Ama bu zamanda olanları; halkın cihâda karşı "isteksizliğini" ve geri kalmaları onların işlerini yüklenen idarecilerin fesadını İslâm ve "müslümanlara düşmanlıklarını", cihad ve cihadın gereklerine önem vermemeleri gibi durumları görseydi, böyle bir ülke hakkında Ebu Yusuf ve Muhammed'in görüşünü benimserdi."

İmam Ebu Hanîfe'nin, ictihadında "emân" kavramına yüklediği anlam çok geniştir. Ancak itibari olarak bir ülkede İslâmî hükümlerin yaşıyor olması, o hükümlerin kaynağının ve icrasının esas dayanağı olan hakimiyet anlayışını geçersiz kılamaz. Müslümanların sadece ibadet bölümünde muhtar kaldıkları, ukubat ve muamelat konularında karşı düşüncenin hukuk kurallarına bağlandıkları bir düzen görüşü, bu hususta laik-demokratik ve aynı zamanda da İslâmî ülke anlayışını çağrıştırmaktadır. "Şekk ile yakin zail olmaz" kuralından hareketle, "Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıldır" denilerek, belirli tarihi şartlarda hüküm verilebilse de, aynı ictihadın bugüne uygulanması mümkün görünmemektedir: Aksine; İmameyn, Maliki ve Hanbeli âlimlerinin görüşleri tutarlıdır ve yukarda zikredilen çelişkiyi de ortadan kaldırmaktadır. Yani eğer bir dârü'l-harb'te İslâm uygulandığında orası dârü'l-İslâm oluyorsa bunun tersi de geçerlidir. Yani bir dârü'l-İslâm'da küfür ahkâmı uygulanıyorsa artık orasının da dârü'l-harb sayılması gerekmektedir. Diğer taraftan yeryüzünde istilâ ve işgal altında birçok İslâm ülkesi bulunmaktadır ve böyle ülkelere hâlâ dârü'l-İslâm diyebilen yerli ve yabancı (müsteşrik) hukukçular bulunmaktadır. Şu bir gerçektir ki; eğer bir İslâm ülkesinde İslâm ahkâmı yürürlükten kaldırılmışsa, o ülkedeki müslümanların muhayyer bırakılmalarını beklemek en azından saflık olur. Yaşananların gösterdiği gerçek şudur: Hangi çağda olursa olsun, eğer ülkelerinde İslâmî hükümlerin tatbik ve kontrolü müslümanların ellerinden alınıp yerine beşerî ahkâm geçirildiyse ve iktidar İslâm'ın dışındaki bir güce verildiyse, artık o ülkede müslümanların rahat etmeleri, yani dinlerini bütün yönleriyle yaşamaları imkânsızdır. Yani onlar asla karşı düşünce tarafından rahat bırakılmazlar. Ya zulüm görürler, ya yurtlarından çıkarılırlar, yahut kendileri de düzene uyumlulaştırılırlar. Oysa İslâm'ın, başka herhangi bir hukuk düzeniyle uyuşması mümkün değildir. Bir başka deyimle,

"Siyer" adı altında kurumlaştırılan İslâm devletler hukuku ile, çağdaş devletler hukuku arasında herhangi bir benzetme de yapılamaz. Dârü'l harb kavramına bu bağlamda bakmak ve diğer İslâmî kavramlarla birlikte mütâlaa etmek lâzımdır. (Ayrıca bk. Dârü'l-İslâm).

Nixie
28 August 2009, 14:19
KONU: DARÜ'L-HARB,DARÜ'L-İSLAM'A VE DARÜ'L-İSLAM, DARÜ'L-HARB'E NASIL DÖNÜŞÜR?
Hanefi mezhebine göre, darü'l-İslam, darü'l-Harb'e dönüşebilir. Yalnız Hanefi alimleri dönüş şartlarında ihtilaf etmişlerdir:

İmameyne göre bir İslam ülkesine küfür düzeni hakim olduğu takdirde darü'l-harbe döner. İmam-ı A'zam'a göre, bir İslam ülkesinin darü'l-harbe dönüşmesi için üç şart vardır: üçü bir arada bulunduklarında (Allah korusun) o vasıf ile vasıflanır (darü'l-harbe dönüşür). Bu şartlar şunlardır:

1- darü'l-Harb ile bitişik olması,

2- İçinde İslam ahkamının tatbik edilmemesi,

3- Ahalisinin emniyet ve güvenliklerinin kalmaması.

Cuma ve bayram namazlarının hükmü hiç bir mezhebe göre değişmez. Yani, mesela: Cuma namazının bir takım şartları vardır o şartları vardır o şartlar oluşduktan sonra, onun farziyeti terettüp eder. Yer ister darü'l-İslam olsun, ister darü'l-Harb olsun, hiç faark etmez. Şafii mezhebinde cuma böyle olduğu gibi, her şey böyledir. Yani hiç bir hüküm değişmez. Ama Hanefi mezhebine göre bazı hükümler değişir: bunlar şunlardır:

1- Darü'l-Harpte içki, zina, hırsızlık gibi haddi gerektiren bir günah veya kısası gerektiren bir katil cinayeti işleyen bir kimse, darü'l-İslam'a döndüğünde, Şafii'ye göre ceza ne ise uygulanacaktır. Hanefi mezhebinde ise uygulanmayacaktır.

2- Bir kimse darü'l-harpte ribevi (faizli) bir akitte bulunsa, İmam-ı Ebu Hanefi ve Muhammed'e göre caizdir. İmam-ı Şafii ile Ebu Yusuf'a göre caiz değildir (Beda'iu's Sana'i).

3- Bir kimse müslüman olup darü'l-Harpten çıkarak İslam diyarına hicret ederse, zevcesi orada kaldığı takdirde, Hanefi'ye göre boşanır; Şafii'ye göre ise boşanmaz.

4- Bir kimse darü'l-Harpte müslüman olur, mal ve servetini bırakarak İslam diyarına hicret eder; bilahare, müslümanlar darü'l-Harp olan o ülkeyi istila ederek malınıalsalar. Hanefi'ye göre malı ganimet olur. Şafii'ye göre ise malı ma'sundur; kendisine iade etmeleri gerekir.

5- Bir kimse darü'l-Harpte müslüman olur ve orada kalırsa bir müslim bir zimmi tarafından kasden öldürülürse, Şafii'ye göre kısas gerekir, Hanefi mezhebinde ise günahkar da olsa kısas gerekmez.

6- Kafirler müslümanlara karşı harp ilan edip mallarını ganimet olarak alsalar; sonra müslümanlar güçlenip o ganimeti tekrar geri elde etseler, Hanefi mezhebine göre dağıtacaktır. Şafii'ye göre sahiplerine iade edilecektir (Te'sisu'n Nezar).

Nixie
28 August 2009, 14:20
KONU: DARÜ'L-HARB VEYA DARÜ'L-KÜFÜR OLAN BİR ÜLKEDE BİR MÜSLÜMAN GAYR-I MÜSLİMDEN VEYA BANKALARINDAN FAİZ ALMASI CAİZ MİDİR?
İmam-ı A'zam ile İmam Muhammed'e göre müslüman olmayan bir memlekette bulunan bir müslümanın müslümanları aldatıp mallarını çalması veya gasb etmesi caiz olmadığı gibi gayr-i müslimlerin mallarını da çalması veya zayi etmesi caiz değildir. Çünkü İslam dini müsamaha ve fazilet dini olduğu için hiyaneti, aldatmayı, gayr-i ahlaki ve çirkin şeyleri her yerde yasaklamaktadır. Ancak küfür diyarında yaşayan bir müslümanın gayr-i müslimden faiz almasında beis yoktur. Çünkü onlara göre faiz almak hiyanet sayılmaz, normaldır (el-Fıkhu ala'l-mezahibel arba'a).

Şafii ile Ebu Yusuf'a göre faiz her yerde yasaktır. Ne İslam diyarında ne de küfür diyarında onu almak caiz değildir. Alış verişte, ölçüde, tarıda müslümanlara gösterilen mu'ameleyi gayr-i müslimlere de göstermek icab eder (al-Fetva'l-Kübra).

Hatta bir kimse mesela Avrupa'ya giderse, orada devlete veya şahsa ait bir şey bulursa onu sahibine vermeye mecburdur (Hidaye).

Küfür diyarında gayr-i müslimlerden faiz almak caizdir diyen İmam-ı A'zam ile Muhammed'in sözü daha racıhdir. Çünkü bir müslüman parasını mesela bir Alman bankasına yatırsa (ki yatırması doğru değildir) onlar, parasını çalıştırıp bol bol kazanacaklar, para sahibi faizini almadığı takdirde cebine hiç bir şey girmeyecek, üstelik de gayr-i müslimlerin istihzalarına ma'ruz kalacaktır.

Nixie
28 August 2009, 14:21
KONU: DARÜ'L-İSLAM VE DARÜ'L-HARB NE DEMEKTİR?
Yüce İslam dinine göre yer küresi ikiye ayrılır:

1- Darü'l-İslam,

2- Darü'l-harb veya Darü'l-küfr.

Darü'l-İslam; müslümanların feth ettikleri veya ahalisi kendi isteğiyle müslüman olmuş olan yerdir. Darü'l-harb ise İslam hakimiyyeti altına girmeyen yerdir.

Darü'l-İslam'ın darü'l harba dönüp dönmeyeceği hususunda ihtilaf vardır. Şaffi mezhebine göre İslam hakimiyyeti altına bir defa giren bir ülke artık hiç bir surette darü'l-harb olamaz. Ebedi olarak İslam diyarı kalır(tuhfetü'l-Muhtaç).Buna göre daha önce Endhülüs, Filistin, Rusya'nın bir kısmı ve Çin gibi müslümanların eline geçmiş ve bugün istilaya uğramış olan müslüman toprakları İslam toprağı sayılır. Müslümanlar bunları geri almak için çalışmadıklarından dolayı Allah'ın indinde sorumludurlar.

Hanefi mezhebine göre ise darü'l-İslam, darü'l-harbe dönüşebilir. Şöyle ki: Ebu Yusuf ile Muhammed'e göre, bir İslam ülkesi içinde İslam ahkamı tatbik edilmezse darü'l-harbe döner İmam-ı A'zam'a göre ise bir İslam ülkesinin darü'l-harbe dönüşebilmesi için üç şartın bir arada bulunması gerekir. Bu şartlar şunlardır:

1- Darü'l-harb ile bitişik olması,

2- İçinde İslam ahkamının tatbik edilmemesi,

3- Ahalisinin emniyet ve güvenliklerinin kalmamasıdır (Bedayı' al-Senayı).

Daha önce darü'l-İslam olan bir ülke şayet darü'l-harb ile bitişik olmazsa veya orada İslam ahkamı tatbik edilirse ya da ahalının emniyeti varsa darü'l-İslam olarak devam eder.

Nixie
28 August 2009, 14:21
KONU: DEDİ-KODU
Gıybet diye bilinen kötü huyun Türkçe'deki karşılığıdır. Bir insanın bazı kusurlarını ele alarak kötülemektir. Bir adamın arkasından işittiği zaman hoşlanmayacağı şeyleri söylemektir. Bu haram bir davranış olup ahlâk dışı bir harekettir.

Dedi-kodu, başkalarında kusur arama alışkanlığının sonucudur. Bazıları kendi kusurlarını görüp düzeltecekleri yerde, başkalarının eksiklerini araştırıp etrafa yaymaya çalışırlar. Bu davranışın kötülüğünden söz edilince, yalan söylemediklerini ifade ederek kendilerini savunurlar. Aslında gıybet eden, yalancı değildir. Zaten yalan söyleseydi, yaptığı iş, dedi-kodu değil, iftira olurdu. (el-Münzirî, et-Tergîb ve't-Terhib, Mısır 1962, V, 157).

Nixie
28 August 2009, 14:23
KONU: DİLENCİYE PARA VERME
Öncelikle dilenme ‚Islâm nazarında çok kötü bir kazanç yoludur. Rasûlüllah Efendimiz (sav): "Kişi ister, ister.. nihayet kıyamet gününe yüzünde bir parçacık et yokken gelir", "Ihtiyacı yokken dilenen, ateş topluyor demektir"(E1-Hindî, VI/495; Ibn Hacer, Bulug'1-Meram, (Serhi) N/144) buyururlar. Kur'ân-ı Kerim; iffetlerinden ötürü ihtiyaçsız sanılan, insanlardan israrla istemeyen fukarayı över ve verilecek olanların onlar olduğunu bildirir. (K. Bakara (2) 273) Dilenmenin kötülügü konusunda ayrıca çok ve açık hadisler mevcuttur. (bk. el-Hindî, agk.)

Ancak bazı Kur'ân ayetlerine, Rasûlüllah (sav)'in fiiline ve sözlerine baktığımızda dilenene verilmemesini ve onun reddedilmesini değil, aksinin olması gerektiğini görürüz: Kur'ân'da iyıliğe (birre) ulaşma yolları sayılırken, akraba, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlarla beraber dilenenlere de malı gönül hoşnutlugu ile vermekten söz edilir. (K. Bakara (2) 177) Aynı ayette arkasından zekât da zikredildiğine göre, onlara verilen zekâtın dışında bir verme olacaktır. Ayrıca iki ayette daha takva ehli ve cennet ikramına lâyık insanların özellikleri sayılırken "onlar ki, mallarında dilencinin ve mahrumun bir hakkıvardır" ifadesi kullanılır. (bk. K. Zâriyât, (51) 19; Me'câric, (70) 25) Demek ki, hakikaten mahrum olana da, mahrum olup olmadığı bilinmeyen dilenciye de vermek gerekir.

Ayrıca Kur'ân'da: "Isteyeni (dilenciyi) de azarlama" diye bir ayet daha vardır. (K. Duhâ 10) Gerçi bunu "dilenen" değil de "soran", yani dini öğrenmek için soru soran şeklinde anlayanlar da olmuştur. (bk. Kurtubî XX/101)

Ama ilk akla gelen mânâ dilenendir ve bunda diğer mânâ bulunsa dahi dilenci mânâsını da içermediğine dair hiçbir işaret yoktur.

Rasûlüllah Efendimiz fiili hayatı boyunca kendisinden kibarca isteyenlere verdiği gibi, kabaca isteyenleri de boş çevirmemiş ve "bunlar ya çirkin sözlerle benden mal istemek ya da beni cimri göstermek arasında beni muhayyer bıraktılar. Ben cimri değilim" buyurarak onlara da vermiştir.(bk. Müslim, Zekât,127 (Davudoğlu V/479 vd.)),

Efendimizin sözlerinden anlaşılan da budur: "Sizden biriniz (kendisinden) dileneni boş çevirmesin ve istediğinde vermemezlik etmesin, hatta kolunda iki altın bilezik görse dahi"(Kurtubî, XX/101), "Eğer miskin (dilenciler) yalan söylemiyor olsalardı, onları boş çeviren iflah olmazdı".(E1-Hindî, VI/362) "Dilenciyi az (da olsa) bir şeyle ya da güzellikle geri çevirin. Çünkü insan ve cin olmayan (melek) size uğrayıp Allah (cc)'in bahşettiği nimetler konusunda nasıl davrandığınıza bakıyor olabilirler".(Kurtubi, agek.; Benzer hadis için bk. el-Hindî, VI/390. (5) E1-Hindî, VI/363) "Kimden Allah (cc) için diye istenir de verirse ona yetmiş hasene yazılır".(5) "Allah (cc) için, deyip dilenen mel'undur, Allah (cc) için diyerek dileneni boş çeviren de melundur, yeterki bir kötülük istemiş olmasın", "Allah (cc) için diye, sadece cennet istenir".(E1-Hindî, VI/502-503) Bu hadislerin sihhat derecelerini tek tek araştırmış değiliz. Ancak çok ve aynı anlamda oluşları aksi yönde de bir hadisin bulunmayışı dilencilere de vermenin uygun olduğunu gösterir.

Ibrahim b. Edhem: "Dilenciler ne iyi adamlardır; ahirete bizim için azık taşıyorlar" demiş. Ibrahim en-Nehâi de: "Dilenci ahiretin postacısıdır. Kapınıza kadar gelir ve yakınlarınıza bir şey göndermek istiyor musunuz? diye sorar" dermiş. (Kurtubî, XX/101)

6. Ancak kişi yollarda oturup herkese el uzatanlara birşey vermek zorunda değildir. Bizzat kendisinden dilenen olur ve "Allah (cc) için, Allah (cc) rızası için" diye dilenirse ona az da olsa mutlaka bir şey vermeli ve öyle diyerek dilenmesinin çok kötü olduğunu ona uygun bir dille anlatmalıdır. Cami içlerinde dilenenlere ise bir şey vermemesi -Allah'u a'lem- daha uygun olur. Çünkü böylece bir bidatin önüne geçmiş olur. Ihtiyacı olmadığı halde dilenmeyi bir meslek haline getirdiğini bildiği kişilere de -bizzat kendisinden istemedikçe- vermemesi daha uygundur. Ama her halûkârda dilenciyi azarlamamak bir Allah emridir. Dilenciye hem verip, hem de onu inciten bir davranışta bulunmaktansa güzel bir sözle onu savmak da Allah (cc) emridir.(bk. K. Bakara (2) 263)

Nixie
28 August 2009, 14:23
KONU: DİNDE ZORLAMA VAR MIDIR?
İmam fiili değil, kalbi bir iştir. Yani kalb ile Allah'a ve ondan gelene inanıp tasdik etmektedir. Binaenaleyh bir kimse kalbiyle tasdik etmeden hayatı boyunca inananlar gibi kelime-i şehadeti getirip Allah'a kulluk ederse mü'min sayılmaz.

Bu itibarla müslüman olmayanları zorla İslama getirmek için çalışmak fayda vermeyeceği gibi nifakın ve iki yüzlülüğün çoğalmasına sebeb olacağından fayda yerine zarar verecektir.

Ensar'dan, Huseyn'in hıristiyan iki oğlu vardı. Bir türlü müslüman olmadılar, bunun üzerine Huseyn nasıl benim bir parçam Cehennemde yansın deyip onları zorla müslümanlaştırmak istedi, bu vesile ile "dinde zorlama yoktur" mealıkindeki ayet-i celile nazil oldu.

Tarih boyunca müslümanlar, zimmilerin (İslam hakimiyeti altında yaşayan gayr-i müslimler) namus, can ve mallarını muhafaza etmişler ve onlara dokunmamışlardır. Onları inanç ve ibadetlerinde serbest bırakmışlardır. Tabii ki kanun dışı ferdi olaylar müstesnadır. Yalnız İslam dinini kabul eden kimse dinin icabı yerine getirmeğe mecburdur ve bunun için dinen zor kullanılır. Mesela namaz kılmayan kimsenin –Şafii'i mezhebine göre tevbe etmezse- cezası idamdır. Hanefi mezhebine göre hapistir. Oruç tutmayan kimse her iki mezhebe göre hapsedilir. İçki içen kimseye ceza olarak seksen değnek vurulur, görüldüğü gibi İslama göre İslamiyet dairesine girmeden evvel zora baş vurulmaz. Fakat İslamiyeti kabul ettikten sonra İslam'ın icabını yerine getirmek için zor kullanılır.

Nixie
28 August 2009, 14:25
KONU: DİŞİ ALTIN VE GÜMÜŞ İLE KAPLAMAK CAİZ MİDİR?
Diş, hayatı önem taşıyan bir organdır. İslam dini onu korumak için tedbir almamızı emretmiştir. Her yemekten sonra ağız ve dişlerimizi yıkamamızı emrettiği gibi misvak kullanmamızı da emretmişitr. Peygamber (sav): "Yemeğin bereketi, ondan evvel ve sonra abdest almaktır” buyurur. Başka bir hadiste de şöyle buyuruyor:

"Ümmetim için endişe etmeseydim, her namaz için misvak kullanmayı emir ederdim.”Ağız ve dişleri temiz tutup misvaklamanın insan sağlığı için büyük faydaları vardır.

Daha önce de beyan ettiğimiz gibi fırça da misvak sayılır. Diş buzulursa onu doldurmak veya kaplamak elbetteki vücut ve sağlığın bir gereğidir. Gusle de mani değildir. Mani olsaydı ne altın, ne gümüş ile bağlamağa ve kaplatmağa müsaade edilmemesi gerekirdi. Halbuki gümüş ile bağlatmak veya kaplatmak hususunda muhalefet eden de olmamıştır. Bilittifak caizdir. Ancak Hanefi mezhebinde altın ile kaplatmak hususunda ihtilaf vardır. İmam Muhammed'e göre hem altın, hem gümüş ile bağlatmak ve kaplatmakta beis yoktur. İmam-ı A'zam'a göre gümüş ile bağlatmak veya kaplatmak caizdir. Fakat altın ile caiz değidir. Ebu Yusuf ise bir kavle göre İmam Muhammed ile, diğer bir kavle göre İmam-ı A'zam ile beraberdir. Münteka'da kayd edildiğine göre, İmam-ı A'zam da dişin altın ile bağlatılmasında (veya kapplatılmasında) bir sakınca olmadığı görüşündedir.

En kuvvetli görüş İmam Muhammed'in görüşüdür. Çünkü gümüş ile kaplatılırsa dişin etini bozar ve koku yapar. Böyle bir fetva bulunduğuna ve her yerde bununla amel edildiğine göre aksini söyleyip halkı şaşırtmanın manası yoktur. Ba husus Şafi'i mezhebinde özellikle zaruret olduktan sonra hiç beis yoktur. Amma diş bozulmamış ise yani zaruret olmazsa erkek için altın kullanmak haram olduğundan dişi onunla kaplatmak asla caiz değildir. Kulab vakasında Sa'id bin Arfece'nin burnu kesildi. Önce gümüşten bir burun edindi. Bozulunca Peygamber (sav) altından burun edinmesini emretti.

Nixie
28 August 2009, 14:26
KONU: DOLAR FARKI VE FAİZ
Dört yıl öncesine kadar Libya'da Çalışan kardeşim, çalıştığı firmadan alacağı olan 5.500 doları, uzun mahkemeler sonucu, doların o zamanki fiyatı üzerinden (600TL.) Türk Lirası olarak, ,şu anda %30 faiziyle birlikte alıyor. Faiziyle beraber Dolar 900 TL.na gelmiş oluyor. Halbuki şu anda Dolar yaklaşık 1.600 TL. Aldığıbu fark faiz olur mu?

Anlaşılan kardeşiniz Dolar karşılığı çalışmış, firma da kendisine dolar borçlamıştır. Öyleyse alacağı da dolardır. Firma eğer mevcut sistemlerin açığından yararlanıp bunu borçlandığı zaman itibariyle Türk Lirasi olarak ödemeye kalkışıyorsa haksızlık ediyor ve borcunun bir kısmını vermiyor demektir. O zamanki hesapla mahkemece terettüp ettirilen faiz aslında pozitif (gerçek) bir fazlalık olmadığından faiz sayılmaz, alabilirsiniz. Hatta herhangi bir yolla kalan farkı da alabilirsiniz. Böyle konularda Hanefi Mezhebindeki fetva Ebu Yusuf'un görüşüne göredir. Ona göre borçlu borcunu öderken, borçlandığı (yani borcun zimmetine yüklendigi) gündeki değeri öder(Ibn Abidin, Tenbîhu'r-Rukûd, N/60, 61).

Nixie
28 August 2009, 14:28
KONU: DÖVME
İnsan vücudunun muhtelif yerlerine yüze, kola, ele, göğse, derinin iğne vb. sivri âletlerle şekle uygun olarak delinip, üzerine mürekkep, çivit vs. dökülmek sûretiyle yapılan nişan ve resim hakkında kullanılan bir tabir.

Dövme süs olarak yapılırdı. Câhiliye Arapları arasında yaygın bir âdetti. Bilhassa Arap kadınları dövme hususunda çok ileri gitmişler, vücutlarının birçok kısımlarını nakışlarla doldurmuşlardı. Hattâ bazıları vücutlarına, tapındıkları put şekillerini kazımışlardı.

Eski Trakyalılarda dövme asalet nişanesi, eski Yunanlılarda da ahlâksızlık damgası sayılırdı. Hristiyanlar'da da vücutlarına dövme usulüyle haç resmi kazıtanlar vardı. Kudüs'e hacca giden hristiyanlar, kol ve ellerine dövme yaptırırlardı. Osmanlılar'da yeniçeriler arasında dövme çok yaygındı. (Tecrid-i Sarih Terr., 351, 381).

Eski çağlardan türlü şekillere bürünerek zamanımıza kadar gelen dövme geleneği bugün bile garip şekillerde sürmektedir. Cahiliye devirlerine ait ilkel bir süs halinde kalması yirminci yüzyıl mantığına daha çok yakışacak dövme; Mısırlılar'ın mumyası, Asurlular'ın örgü sakalı gibi, tarih yapraklarında birer hatıra gibi kalmamış, garip bir ilgi ile günümüze kadar gelmiştir. Dövmecilikte Japonlar oldukça ileridirler. Onlar bu işi güzel sanatların bir dalı olarak kabul etmişlerdir.

Dövme, domuz yahut balık ödü, is karası, susam yağı gibi ilaçlarla yapılır. İşlem sırasında kişi büyük bir ızdırap duyar. Büyük boyda dikiş iğneleri yanyana dizilerek bir deste halinde bağlanır. Beğenilen resim ve şekil çizilir, sonra bu iğne destesi o şekil üzerine bastırılarak zımbalanır. Bu cılk yaranın üstüne renk verici madde sürülüp bezle sarılır. Renk maddesi yukarıda saydıklarımızın dışında normal boya veya kara barut olabilir. Genellikle barut ve çin mürekkebi kullanılır. Dövme iğnelerinin acısı bittikten sonra yaranın acısı başlar. İğnelenen yer şişer, iltihap yapar, tıpkı normal bir yara gibi işler ve kabuklanır. Bir de cilt altına yabancı bir cisim gömerek yapılan dövme vardır ki, buna en fazla Eskimolar'da, Çukçiler'de Gurdenlandlılar'da ve İtalya'nın bazı bölgelerinde rastlanır.

Veşm; hem eziyet, hem de Allah'ın yarattığı güzel sûreti değiştirip bozmak olduğu için çirkin bir harekettir. İnsanları bu kötü işe teşvik eden şeytandır. Cenâb-ı Hak bu durumu şöyle özetliyor: "Şeytan dedi ki: Elbette senin kullarından belli birtakımı alıp onları saptıracağım. Onlara kuruntu kurduracağım, develerin kulaklarını yarmalarını emredeceğim, Allah'ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim. " (en-Nisâ, 4/119) Hz. Muhammed (s.a.s.) "Allah'u Teâlâ dövme yapan ve yaptırana kaşlarını incelten ve güzellik için dişlerini törpüleyip Allah'ın yarattığı şekli değiştiren kadınlara lânet etmiştir. " (İbn Hacer el-Heytemî, ez-Zevacir, Mısır 1970, I, 141) demiştir.

Bazı âlimler dövme yaptırmayı büyük günahlardan saymışlardır. Lânet edilen bir hareketin ne derece kötü olduğu ortadadır. Hadis-i şerifte sadece kadınların zikredilmesi, bu hareketin bilhassa kadınlar arasında yaygın olmasından dolayıdır. Kadınlar için yasak olunca erkekler için de yasak olacağı tabiidir. Yasağın bu derece şiddetli olması özellikle Allah'ın yarattığı tabii güzelliği beğenmeyip bozmaya kalkışmaktan dolayıdır. İslâmiyet insan tabiatına en uygun din olduğu için insanların her hal ve hareketlerinden daima tabii olmalarını, sun'i ve sahte hareket ve fiillerden sakınmalarını istemektedir. İnsanın şekli fıtrîdir. Allah'ın bahşettiği bu tabiî şekil ve güzelliğin üstünde bir güzellik var mıdır? Şayet daha güzel bir şekil olsaydı meselâ Allah dudaklarımızı, kırmızı yaratırdı (Tecrid-i Sarih Trc. V, 351-352).

Dövme günümüzde birçok ülkelerde bilhassa Afrika'da yaygın haldedir. İnsanın tabii halini bozup zaman zaman çok gülünç ve iğrenç hallere girmesi günümüzde çokça görülmektedir. Ruh ve ahlâk güzelliğinin değerini kavrayamayanlar, kendilerini iman, ilim ve edeple süsleyecekleri yerde, çürüyüp toprak olacak fâni vücutlarını süslemekle meşguldürler.

Nixie
28 August 2009, 14:29
KONU: DUA, ZİKİR,NAFİLE TESBİHİ SESLİ OKUMA
Bugün camilerimizde "tesbihat" namazdan sonra ve müezzinin önderliginde topluca yapılmaktadır. Bu, sünnete uygun mudur? Peygamberimiz devrinde nasıl yapılırdı? Yine bugün camilerimizde namazdan önce ihlasların okunması sünnete uygun mudur? Bir de müezzinin görevleri hakkında bilgi verir misiniz?

Bütün hadis ve fıkıh kitaplarımızın "Salat" yani namaz bölümlerinde "Namazın arkasından Dua" bahsine bakıldığında şu anda yapılmakta olan duaların hemen hemen hepsinin aslının bulunduğu görülür. "Istiğfar" (üç kere), "Allahümme entesselam...", "Ayetülkürsî", tesbih, tahmîd, tekbîr, tehlil, elleri kaldırmak ve dua bunların en meşhur olanlarıdır. Bizim sözünü ettiğimiz kitaplardan gördüğümüz kadarıyla Resûlüllah Efendimiz namazların arasında cemaate dönmüş ve duada bulunmuşlardır. Ancak "tesbihât" müezzin ya da bir başkasının öncülüğünde yapılmamıştır. Efendimizin, "Kim namazdan sonra şu kadar tesbih söylerse" şeklindeki hadislerinden şu olmalıdır. Bunları herkesin kendi başına, düşünerek ve hatta en iyisi gizlice söylemesi istenmiştir. Sonraları Kur'ân diliyle dua vs. okumayı beceremeyen yabancıların müslüman olmasıyla alimlerimiz, cemaate öğretme gayesiyle imamın bu tesbihati seslice söylemesinde beis olmadığını söylemişlerdir. Ancak bu dua ve tesbihatin her birilerini herkesin söylemesi müstehap olduğundan, günümüzde uygulanan biçimiyle cemaatin sadece tesbihleri okuyup diğerlerini müezzinin söylemesi sünnete uygun değildir. Herkes, söyleyebiliyorsa müezzine uymayı gerekli görmeden, söyleyemiyorsa müezzinle beraber ve de düşünerek bu duaları okumalıdır. Müezzinin yaptığı sırf bir hatırlatmadır ve bunu aslında imamın yapması daha uygundur. Müezzinlerin tesbihattan önce ilave ettikleri "bi kemâli zâtihi..." vb. sözlerse sünnette aslı olmayan lüzûmsuz ve bid'at sözlerdir. Özellikle Ramazan'da bazı Istanbul camilerinde yapıldığı gibi müezzinlerin bir sürü gazel okuyup "ses şovları" yapmaları ve tesbihati koro halinde okumaları, ihlâsı ve duanın ruhunu öldürücü tezahürlerdir. Bunda en büyük etken; mevlütçülüge pazar arama sevdası olmalıdır. Namazdan önce "ihlas" okumaya gelince: Ihlâs suresi Kur'ân'dan bir parça olmakla pis olmayan her yerde okunabilir. Namazdan öncesi de bu yerlerdendir. Ancak sanki namazı ikmâl eden ve namazın gereklerinden olarak görülüp, kabul edilirse; yani günümüzde olduğu gibi; okunması sünnete aykırıdır, bid'attır. Üstelik bunda sünnet kılanları teşvik kerahati de vardır. Ancak "'namazın bir parçası gibi görülmesi" meselesine çok dikkat etmek gerekir. Yoksa dediğimiz gibi "ihlâs" okumakta haddi zatında bir beis yoktur. Ihlas gibi olan şeyleri de buna kıyas etmek gerekir. Bu yüzden Ibn Abidîn: "Herhangi bir mübahın yapılması, cahil halk tarafından sünnet ya da vacipgibi görülecekse onu yapmak mekruh (haram) olur" (Ibn Abidin el-Ukudü'd-dürriyye, N/304) demiştir. Bende canlı bir misalini kendi hayatımdan vereyim. Erzurum'da ezanların ardından, ezanın bir devamı imiş gibi "Salat-ü selâm" okunur. Bendeniz bir defasında muhterem hocamın ders okuttugu Gez camiinde ezan okumak zorunda kalmış ve beceremeyeceğim için de "salât-ü selâm" ı bırakmıştım. Namazdan sonra bir zat beni cemaatin içerisinde "Sen bizim dinimizi yıkamazsın! Salât-ü selâmı niçin terk ediyorsun?!" diye azarlamıştı. Bu, bu uygulamanın o yörede gerekli görüldüğünün bir delilidir ve Ibn Abidin'e göre terk edilmesi gerekmektedir. Müezzinin vazifesine gelince, isminden de anlaşılacağı gibi ezan okumaktan ibarettir. Sahih örfün yüklediği görevler de şer'an görev sayılır. Mevcut kanunların yüklediği görevleri ise DIB mevzuatindan öğrenmek gerekir (Namazlardan sonraki dua adabı konusunda söylediklerimiz ve daha başka bilgiler için bk. Nevevi, el-Ezkar, 57 vd.; Tahtavî, 252-260; Fetavây-i Bezzazıyye, VI/378; Heysemî, E1-Fetave'1-hadîsiyye, 53,80,82, 109,115; Fetavây-i Kâdihan, NI/424; En-Namenkânî, E1-Fethnr-Rahmanî. I/204 vd.; Halebi Kebir, 340 vd.; Halebisağir, 236 vd.; Vehbe ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'1-Islâmî, I/800 vd).

Nixie
28 August 2009, 14:30
KONU: DUHA NAMAZI
Duha, Arapça bir kelime olarak lûğatte, "güneş isabet etmek, terletmek, kuşluk yemeği yemek" manalarına gelir. "Dahvetün" kelimesi günün ilerlemesi, güneşin biraz yükselmesi manasına; duhâ kelimesi ise kuşluk vakti, gün aydınlığı manalarına gelir. Bu anlamıyla duhâ, aşağıda sıralayacağımız Kur'ân âyetlerinde de geçmektedir.

1- "Yahut kasabaların halkı duha (kuşluk) vakti eğlenirken azabımızın kendilerine gelmesinden güvende miydiler?" (el-Â'râf, 7/98)

2- Hz. Musa: "Buluşma zamanınız sizin bayram gününüzde insanların toplandığı duha (kuşluk) vaktidir" dedi. (Tâhâ, 20/59)

3- "Kuşluk vaktine andolsun " (ed-Duha, 93/1)

4- "Kıyameti gördükleri gün dünyada ancak bir akşam yahut bir duhâ (kuşluk) vakti kalmış olduklarını sanırlar. " (en-Naziat, 79/46)

Fıkhî ıstılahta duhâ vakti güneşin doğuşundan takriben iki saat sonra giren zamana denir. Bu zaman güneşin batıya meyletmesinden az öncesine kadar devam eder. Bu zamana Türkçe'de kuşluk vakti denir. İslâm'da işte bu zaman dilimine mahsus mendup olan duhâ (kuşluk) namazı vardır. Kur'ân-ı Kerim'de duhâ namazı diye bir namazdan bahsedilmemektedir. Bu namaz bazı Hadislerde konu edilmektedir. Taberânî Mu'cemü'l-Kebir adlı eserinde Ebu'd-Derdâ yoluyla Peygamber Efendimizin (s.a.s.) şöyle dediğini naklediyor: "Kim iki rekât duhâ namazı kılarsa o kimse gafil kimselerden olmaz. Kim duhâ namazını dört rekât kılarsa Allah'a ibadet eden kimselerden olur. Kim bu namazı altı rekât kılarsa o gün ona duhâ namazı olarak kâfi gelir. Kim yine bu namazı sekiz rekât kılarsa, Allah o kimseyi kendisine itaat eden kimselerden kabul eder. Ve kim ki bu duhâ namazını oniki rekât kılarsa Allah ona Cennet'te bir köşk yapar. " (et-Tahtavî, 321)

Ayrıca yine duhâ namazı konusunda Ummu Hâni'den; "Rasûlullah (s.a.s.) Mekke'nin fethi gününde sekiz rekât namaz kıldı. Bu namaz duha namazıydı" hadisiyle yine Ebu Hüreyre'den; "Dostum Rasûlullah (s.a.s.) bana üç şeyi tavsiye etti; onları ölünceye kadar bırakmam: Her aydan üç gün oruç tutmak, duhâ (kuşluk) namazı kılmak, vitir namazı kılıp da uyumak" (Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV, 151). Ve Hz. Âişe'den "Rasûlullah (s.a.s.) duhâ namazını dört rekât kılar ve dilediği kadar da artırırdı" şeklinde hadisler de varid olmuştur.

Duhâ (kuşluk) namazının fıkhî hükümlerine gelince: Bu namazı dört rekât ve daha fazla kılmak menduptur. Bu namaz oniki rekâta kadar kılınabilir. Ayrıca en azı iki rekat, en fazlası on iki rekât, ortası ve en faziletli olanı sekiz rekâttır, diyen âlimler de vardır. Büyük muhaddis Hâkim bu konuda şöyle demiştir. "Ben hadis hafızı olan, kuvvetli ilim sahibi hadis imamlarıyla arkadaşlık ettim. Onların, bu konudaki haberlerinin sıhhatli olması sebebiyle duhâ namazını dört rekât kıldıklarını gördüm. Ben de aynı görüşteyim." (Tahtavî, 321) Öte yandan âlimler duhâ namazını devamlı kılmanın mı, yoksa zaman zaman kılmanın mı faziletli olduğu konusunda değişik görüşler beyan etmişlerse de, tercih edilen görüş, devamlı kılmanın faziletli olduğudur.

Duhâ (kuşluk) namazının vaktine gelince; bu vakit güneşin doğuşundan, yaklaşık iki saat sonra başlar ve güneşin semanın ortasından batıya hafif yönelmesinden az önceki zamana kadar devam eder.

Nixie
5 September 2009, 17:19
KONU: EDİLLE-İ ERBAA (DÖRT DELİL)
Dört delil: Kur'ân, Sünnet, İcmâ, Kıyas.

Edille, delil kelimesinin çoğuludur. Erbaa dört demektir. "Dört delil" anlamına gelir. Bu tâbir İslam hukukunda fıkhın dayandığı dört ana kaynağı ifade eder. Bunlar; Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas'tır.

1) Kitap: Kur'ân-ı Kerîm'dir. Hz. Muhammed'e yüce Allah katından Cebrâil (a.s.) vasıtasıyla 22 yıl, 2 ay ve 22 günde nâzil olmuştur. Kur'ân, önceki semâvî kitaplar gibi yalnız inanç kitabı değil, hem inanç ve hem de insanlar arası münâsebetleri düzenleyen ve hayatı düzenleyici hükümleri kapsayan bir kitaptır. Âyetlerde şöyle buyurulur: "Biz Kitap'ı sana her şeyi beyân için indirdik" (en-Nahl, 16/89). "Kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik" (el-En'âm, 6/38). Kur'ân-ı Kerîm Hz. Muhammed'e ilk defa tefekkür ve ibadet için gittiği Hıra mağarasında, Ramazan ayının Kadir gecesinde inmeye başlamıştır. İlk inen âyetler: "Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı alâk'tan (kan pıhtısı biçimindeki embriyodan) yarattı. Oku, Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Ki O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini O öğretti " (el-Alâk, 96/1-5). Son âyet ise Vedâ Haccı sırasında Zilhiccenin dokuzuncu günü inmiştir. Bu âyet de şudur: "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizde olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı verip ondan hoşnut oldum" (el-Mâide, 5/3). İbn Abbâs'a göre, Bakara Sûresinin 281'inci âyeti bundan daha sonra inmiştir.

Kur'ân'ın ilk inen âyetlerinde daha çok ahiretle ilgili bilgiler yeralır. İnsanlar İslâm'a alıştıktan sonra helâl ve harama dâir âyetler inmiştir. Âyetlerin çoğu ya bir soru ya da bir olay üzerine inmiştir. Buna "Esbâb-ı nüzûl * (iniş sebebi)" denir. Kur'ân nâzil oldukça Hz. Peygamber, inen ayetleri vahiy kâtiplerine yazdırırdı. Hangi âyetin nereye yazılacağını söylerdi. Âyetlerin tertibinin yazılışı sırasında Vahye dayanıldığında görüş birliği vardır. Sûrelerin sıralanışının da Vahye dayandığı kuvvetli bir görüştür.

2) Sünnet: Hz. Peygamber'in söz, fiil ve takrirleridir. "Bir kimse uyuyarak veya unutarak namazı geçirirse, hatırlayınca kılsın" (Ebû Dâvud, Salât, II; Dârimî, Salât, 26) hadisi sözlü sünnetin; "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın" (Buhâri, Ezan, 18, Edeb, 27, Ahad, I) hadisi fiili sünnetin; su bulamadığı için teyemmümle namaz kılan bir sahabenin, namazdan sonra su bulduğu halde namazını iâde etmemesi ve Hz. Peygamber'in onu tasvip etmesi takrîrî sünnetin örnekleridir. Fıkıhta Kur'ân'dan sonra ikinci ana kaynağın Sünnet olduğunda görüş birliği vardır. Sünnetin delil oluşu âyetlerle sâbittir. Bazı âyetler şunlardır:

"Peygamber size neyi verirse onu alın; size neyi yasaklarsa, ondan da uzak durun" (el-Haşr, 59/7).

"Hayır, Rabbına andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kılıp; verdiğin hükme, içlerinde bir sıkıntı duymadan rıza ve teslimiyet göstermedikçe iman etmiş olmazlar" (en-Nisâ, 4/65) ''Peygambere itaat eden Allah'a itaat etmiş olur'' (en-Nisâ, 4/80). "Ey iman edenler, Allah'a itâat edin, Peygamber'e ve sizden buyruk sahibi olanlara (ulû'l-emr'e) itâat edin" (en-Nisâ 4/59). ''Allah ve Rasûlü birşeye hükmettiği zaman, iman eden erkek ve kadına artık işlerinde muhayyerlik yoktur" (el-Ahzâb, 33/36).

Sünnet, Hz. Peygamber'in Rabbinden aldığı elçilik görevini tebliğinden ibarettir. Bu konuda âyette: "Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun " (el-Mâide, 5/67).

Kur'ân'ı Kerîm Hz. Peygamber'in vahiyle konuştuğunu haber vermektedir: "O, kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak indirilen bir vahiy iledir" (en-Necm, âyet, 3-4). Diğer yandan Kur'ân âyetleri, Peygamber'e iman edilmesini açıkça bildirir: ''Allah'a ve okuyup yazması olmayan (ûmmî) Peygamber'e ibâdet edin; o Peygamber de Allah'a ve O'nun sözlerine iman etmiştir ve Ona itâat edin ki hidâyete eresiniz'' (el-A'raf, 158).

Sünnetin Kur'ân'ı Kerîm karşısında üç fonksiyonu vardır. Sünnet Kur'ân'ın müphem ve mücmel olan âyetlerini açıklar; umûmî hükümlerini tahsis eder; nâsih ve mensûh'u bildirir; Kur'ân'da asılları sâbit olan nasslara tamamlayıcı hükümler getirir; Kur'ân'da bulunmayan bir kısım hükümler koyar. Kur'ân'daki namaz ve zekât emirlerinin edâ şeklinin sünnetle açıklanması; karısı zinâ eden ve bunu isbat edemeyen erkeğin mulâane yoluna gitmesi halinde evliliğin sonra ereceği hükmü ile ehlî eşeklerin ve yırtıcı kuşların etinin yenmesini yasaklayan hadisler bunun örnekleridir (Muhammed Ebû Zehra, Usulü'l Fıkh, s.113, 114).

3) İcmâ: Sözlük anlamı; ittifak ve görüş birliği demektir. Bir terim olarak; Hz. Peygamber'den sonraki bir çağda İslâm müctehidlerinin, bir konu üzerinde ittifak edip aynı görüşü paylaşmalarıdır. Bu târife göre icmâda şu şartların bulunması gerekir:

a) Müctehid olmayanların ittifakı, dini bir delil sayılmaz. Müctehid; delillerden dinî hükümler çıkarma yeteneğine sahip olan kimsedir.

b) Müctehidlerin ittifakı, dinî bir meselenin hükmü üzerinde ilk görüş birliği meydana geldiği zaman aranır. Daha sonra görüş değiştirmekle icmâ bozulmaz. İcmâ için müctehidlerin bir mecliste toplanması şart değildir. Bütün dünyadaki İslâm bilginleri bir meselede görüş birliği etmekle icmâ oluşturulmuş olur.

c) İcmâ, bir asırdaki bütün müctehidlerin ittifakı olduğundan, bir grup müctehidlerin ittifakı icmâ sayılmaz.

d) Dinî yönü bulunmayan konulardaki görüş birliği icmâ sayılmaz. Zaten İslâm'da dini ilgilendirmeyen bir mesele olmaz. Dünyada meydana gelen her olayın dinî yönü vardır. Ve İslâm her konuda hüküm koymuş her meseleye çözüm getirmiştir. İşte bu şartlar yerine gelince icmâ bir delil olur. Artık müslümanların bu meseleye uymaları gerekir.

Ayette; "Kim kendisine hidâyet belli olduktan sonra, Rasûl'e karşı gelir, mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa ona döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız" (en-Nisâ, 4/115) buyurulur.

İcmâ'ın bir delil olduğunu ifade eden hadisler de vardır: "Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 379). "Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez" (İbn Mâce, Fiten, 8). Hz. Ömer'den şöyle nakledilmiştir: "Kim cennetin ortasında olmak yani oraya girmek istiyorsa, cemaatten ayrılmasın; çünkü şeytan boş kalan kimse ile beraber olup iki kişiden uzaktır" (İmam,Şâfii, er-Risâle, s.474).

İcmâ; sarih, sükûtî ve meselenin belli bir kısmı üzerinde görüş birliği etmek üzere üçe ayrılır. Sarih icmâ; her müctehidin icmâ konusu mesele üzerindeki görüşünü açıkça söylemiş olduğu icmâdır. Sükuti icmâ; herhangi bir asırda, ictihad yetkisi olan bir ilim adamı belli bir görüşe varır ve bunu ilân ederse ve kendisini tenkid eden çıkmazsa buna sükûti icmâ denir

İmam Şafii ve bazı bilginler bunu delil saymaz. Meselenin bir kısmı üzerinde icmâ'a gelince; meselâ miras konusunda sahâbiler, ölenin kardeşleriyle birlikte mirasa giren dedeşinin üçte birden az olmamak üzere mirasçı olacağını, kimisi de mirasın tamamen dedeye kalacağını söylemiştir. Burada dedenin her iki durumda da miktarı değişmekle birlikte mirasçı olacağı konusunda görüş birliği oluşmuştur (Muhammed Ebû Zehra, İslâm Hukuku Metodolojisi, s.179).

4) Kıyas: Bir şeyi başka bir şeyle ölçmek, karşılaştırmak anlamına gelir. Bir terim olarak; hakkında âyet ve Hadislerde bir hüküm gelmemiş olan bir meseleyi ortak özelliklerinden dolayı, hakkında hüküm gelmiş olan bir mesele ile karşılaştırmak, onun hükmünü buna da vermek demektir. Kur'ân ve hadiste bulunmayan yeni bir olay, Kur'ân ve hadisteki benzerleriyle karşılaştırılır. Aralarında ortak benzerlik olunca birinin hükmü diğerine verilir. Buna şarap örnek verilebilir. Şarap Kur'ân-ı Kerîm'de yasaklanmıştır. Ancak daha sonraki dönemlerde rakı, votka, şampanya, viski gibi değişik adlarda içkiler ortaya çıkmıştır. Bunlar Kur'ân-ı Kerîm'de isim olarak zikredilmez. Şarabın sarhoşluk verdiği için yasaklandığı, üzerinde düşünülünce anlaşılacağı gibi, çeşitli hadisler de bunu belirtmiştir. Bu yeni içki çeşitleri de sarhoşluk verir. Bu ortak özellikten dolayı şarabın hükmü kıyas yoluyla diğerlerine şamil olur.

Kıyasın delil oluşu âyet ve hadislerle sâbittir. Ayette; "Ey iman edenler Allah'a itâat edin, Peygamber'e itâat edin ve sizden buyruk sahiplerine itâat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz, Allah'a ve Peygamber'e havale edin " (en-Nisâ, 4/59) buyurulur. Birşeyi Allah'â ve Rasulüne havale etmek, ancak Kur'ân ve Sünnetin işaret ettiği amaçları bilmekle olur. Bu da kıyas demektir.

Bazı sahâbîler, Ebû Bekir'e bey'at ederken, Peygamber (s.a.s.)'in Onu namaz için İmam olarak seçtiğini gözönüne almışlar ve hilâfeti, namaz imamlığına kıyas ederken; ''Peygamber, onu din işimizde İmam tâyin etmiştir. Öyleyse biz onu, dünya işimizde niçin İmam tanımayalım'' (es-Serahsı, Usûl, II, 131, 132; İbn Kayyim el-Cevziye, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, Kahire, 1325-1326, I, 253)

Kıyas dört rükünden meydana gelir:

a) Asl: Bu, hükmü beyan eden nass olup "hüküm kaynağı" adını da alır. b) Fer: Bu, hakkında nass bulunmayan meseledir.

c) Hüküm: Bu, kıyas vasıtasıyla asl'dan fer'e geçmesi istenilen şeydir.

d) Ortak illet: Bu da hem asl hem fer'de bulunan bir vasıftır. Kıyasın dayanmış olduğu esası teşkil eder.

İlletle hikmet birbirinden farklıdır. Hikmet, hükme uygun bir vasıf olup, çoğu hallerde gerçekleşen mazbut ve mahdut olmayan bir şeydir. Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre hükümler hikmete değil, illete dayanırlar.

İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre bazan kıyas nass'la çatışabilir. Bu Kur'ân ile sünnetin âmm (umûmî) ifadeleri veya haber-i vâhid olduğu zaman meydana gelir. Hanefilere göre âmm delâlet bakımından kesindir. Kıyas ise nasıl olursa olsun zannîdir. Ancak âmm herhangi bir delil ile tahsis edilirse zannı olur. Çünkü âmm, tahsis edildikten sonra şâmil olduğu fertlerden bazısına delâlet etmez. Bu yüzden Hanefiler, âmm'ın ilk tahsisten sonra artık kıyas ile de tahsis edileceğini söylerler. Meselâ; "...Bunlardan başkası size helâl kılındı" (en-Nisâ, 4/24) âyeti, Hz. Peygamber'in ittifakla kabul edilen "...Kadın, erkek kardeşinin kızı ve bacısının kızı üzerine nikâh edilmez" (Buharı, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37-39) hadisi ile tahsis edilmiştir. Bu şekilde bir defa tahsise uğrayan bir âyet, zannı bir delil ile tekrar tahsisi kabul edebilir.

Nixie
5 September 2009, 17:20
KONU: EDİLLE-İ ŞER'İYYE (ŞER'İ DELİLLER)
Şer'î deliller, şer'î hükümleri çıkarma yolları. Edille, delil kelimesinin çoğuludur. Delil de, kendisiyle, arzulanan bir amaca ulaşılan rehber, kaynak, dayanak demektir. Usûl-i Erbaa, Edille-i Erbaa da denir.

Edille-i Şer'iyye, yahut şer'î deliller, en genel anlamda İslâm hukukunun kaynaklarını teşkil eder. Diğer bir ifadeyle, edille-i şer'iyye, hüküm çıkarmada başvurulan esaslar olarak ifade edilebilir. Kavramın ortaya çıkışı Etbau't-Tâbiin devrinden sonradır. Üzerinde düşünülmesi veya kavranılmasıyla, istenilen hükme ve sonuca ulâştırân şeydir (Hayreddin Karaman, Fıkıh Usûlü, 42). Kesin veya zannı olarak genel hüküm ifâde eder.

Genel bir sınıflama ile şerî deliller, "Sem'î" ve "aklî" olmak üzere iki grupta ele alınabilir. Sem'î olanlar; Kitap, Sünnet, İcma olup bunları değişik olaylara uygulama aracı olan Kıyas da bunlara ilâve edilen ve "aklı deliller" olarak değerlendirilen diğer deliller ve bunların sıralaması hakkında farklı görüştedirler. Bu deliller, "istishâbu'l-hâl", "istihsan", "mesâlihu'l-mürsele", "örf", "sahâbe sözü" ve "İslâm'dan önceki şeriâtler" gibi delillerdir.

Edille-i Şer'iyye'nin dört ile sınırlândırılmasının gerekçeleri için şunlar söylenir: Delil, menşe itibariyle ya vahiy kaynaklıdır ya da değildir. Eğer vahiy kaynaklı ise, bu vahiy ya "metlüvv" ki bu Kur'an'dır veya "gâyr-i metlüvv" olur ki bu dâ Sünnettir.

Delilin vâhiy kaynaklı olmaması durumunda ise şu iki ihtimal söz konusudur: Bu delil, bir asırdaki bütün müctehidlerin ortak görüşü ise "icmâ", her müctehidin ferdî görüşü ise "kıyas" adını alır (Büyük Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh Dersleri, 20).

Aslındâ, Kur'ân ve sünneti aslı ve sâbit kaynaklar olarak; bu ikisi dışında kalan diğer bütün delilleri ise Kur'an ve sünneti yorumlama ve uygulama metodu ve vasıtası olarak değerlendirmek mümkündür. Kitap, sünnet, icma, kıyas "aslı deliller", istihsan, istislah, istishab, örf, sahâbî sözü, geçmiş şerîatler "fer'î" delillerdir (Sava Paşa, İslâm Hukuk Nazariyesi, 11, 47-51).

Kitap

Kitap, İslâm hukuk literatüründe "Kur'an" yerine kullanılan bir terimdir. Kur'ân ise, lügatte, okumak anlamında olup, ıstılahta Hz. peygamber (s.a.s.)'e inen, mushaflarda yazılı olan ve en ufak bir şüphe olmaksızın mütevâtir olarak nakledilen, Cenâb-ı Allah'ın sözü (kelâmullah) anlamında kullanılır (Molla Hüsrev, Mir'at, 16-17). Kur'ân Allah'ın kitabı ve apaçık vahyidir. Tedricî olarak indirilmiştir. Bir harfini bile inkâr küfürdür. Kur'ân'ı en iyi bilen Rasûlullah; sonra ashâbıdır. Kur'an, İslâm teşrîinin (yaşama) temelini teşkil eder. Kur'ân'da dinî hukuk sisteminin (şerîat) esasları açıklanmış; inanç, ibadet ve hukuk konuları genel hatları itibariyle belirtilmiştir (Şâtibî, el-Muvâfakat, IV, 92). Bu itibarla, Kur'an, İslâm teşrîinin "aslı kaynağı", diğer bir deyişle yegâne değişmez kaynağı olarak kabul edilir. Rasûlullah Vedâ Haccında şöyle buyurmuştur: "Sizlere iki şey bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve Rasûlünün sünneti. Bunlara sarıldığınız müddetçe dalâlete düşmezsiniz." Kur'ân, hükümleri genel çizgileriyle belirtir; pek az konu dışında bunların detayına inmez. Nitekim, Kur'ân'da, keyfiyet ve detayı belirtilmeksizin namaz kılmak ve oruç tutmak emredilmiş; bunların nasıl yapılacağım ise, Hz. Peygamber, sözlü ve fiilî olarak açıklamıştır. Aynı şekilde, Kur'ân akitlerin yerine getirilmesini emretmiş, alım-satımın helâl, ribânın haram olduğunu belirtmiş, fakat hangi akitlerin sahih, hangilerinin bâtıl ya da fâsit olduğunu açıklamamıştır. Bu ayırımın temel ölçülerinin belirlenmesini de ilk planda sünnet yüklenmiştir .

Diğer taraftan, Kur'ân'da detayları ile birlikte zikredilen bazı konular da vardır; miras, karı-koca arasındaki liân'ın nasıl yapılacağı ve bazı cezaî müeyyideler bunlar arasındadır. Kur'ân'ın bu genel ifâde (icmâl) tarzının önemi, özellikle muâmelât hukuku alanında ortaya çıkmaktadır. Bu tarz, mücmel nassların değişik şekillerde anlaşılıp uygulanmasına imkân vermekte ve böylece değişik zamanlardaki maslahatlara ayak uydurmasına ve genel amaç ve prensiplerden ayrılmaksızın onların gereklerine göre hüküm verilebilmesine yardım etmektedir. Meselâ, Kur'ân'da, özel bir şekil belirtilmeksizin "şûrâ"dan bahsedilmektedir. Genel bir şekilde ifade edilen bu şûra, istibdâd ve baskının bulunmadığı, halk içerisinde belli ölçüde bilgi ve kanaat sahibi olanların görüşlerine saygı duyulup başvurulduğu bir yönetim biçimini kapsamaktadır.

Bütün bunlara rağmen, Kur'ân nasslarının bu genel ifade tarzının, bazı noktalarda sünnetle açıklanmasına ihtiyaç vardır. Bu sebeple, Kur'ân'da pekçok yerde, sünnet'e atıfta bulunulmuştur, "Allah'a ve Rasûl'e itâat edin" (Al-u Imrân, 3/32); "Peygamber size neyi vermişse onu alın, neyi yasaklamışsa ondan kaçının" (el-Haşr, 59/7) ve "Ey inananlar, Allah'a itâat edin, Peygamber'e ve Ulû'l-Emr'e itâat edin. Bir şeyde anlasamazsanız onu Allah'a ve Peygamber'ine arzedin. Bu en iyi ve netice itibariyle en güzeldir" (en-Nisâ, 4/59).

Kur'ân'ın delîl olması demek, Kur'ân'ın hakkıyla bilinmesi demektir. Kur'ân ilmine sahip olmadan, Arapça'ya vâkıf olmadan, sünnete başvurmadan, ilim ehli olmayanlar için fıkhı manada değil, ahlâkı manada okunan bir kitap olabilir. İmam Câfer-i Sâdık bu konuda şöyle demiştir: "Kur'ân'ın bir kısmını diğeriyle çarpıştırdılar. Nasih zannederek mensuhu delil gösterdiler. Amm zannederek hâs ile delil getirdiler. Âyetin te'vîlini delil göstererek sünnetin onu te'vil şeklini terkettiler. Sözün başını ve sonunu düşünmediler. Onu kaynak edinip yollarını bilemediler. Ehlinden almadılar, böylece saptılar ve saptırdılar" (Suphi es-Salih, İslâm Mezhepleri ve Müesseseleri, Çev.: İ. Sarmış, İstanbul 1981, 176).

Kur'ân'ın bütün âyetlerinin sübutu kat'idir. Ancak, ifade ettikleri mana ve kavrama delâletleri her zaman kat'i olmaz. Bu bir kısım âyetlerin delâlet bakımından zannı olması farklı mezheplerin farklı görüşler ortaya koymasına yol açmıştır. Şer'i hükümlerin kaynakları kitap, sünnet, icmâ, kıyas olunca mukallidin ilmi, târifin dışında kalmaktadır. Çünkü müctehidin kavli her ne kadar mukâllid için delil olsa da, delillerin kendisi değildir (İbn Abidin, Reddü'l-muhtâr Haşiyesi Terc: Ahmed Davudoğlu, İstânbul, 1982, I, 35).

Kur'ân-ı Kerîm'e "vahy-i metlüvv" da denilir. Kur'ân'ın fıkıhta delil olarak kullanılmasında, onun lâfzı kanunlarının bilinmesi gerekir. Lâfızlar, manaya delâletleri itibariyle hâss, âmm, müşterek ve müevvel kısımlarına ayrılır ve bunlardan her biri özel bir hüküm için kullanılır. Lâfızlar, delâlet ettikleri mânâya zâhir, hâss, müfesser, muhkem olarak açık bir tarzda delâlet ederler. Kapalı tarzda delâletlerinde ise hafî, müşkil, mücmel, müteşâbih diye kısımlara ayrılırlar. Ayrıca delâlet ettikleri manada veya başka bir münâsebetle olan mânâda açık veya kapalı kullanılmaları itibariyle hakîkat, mecâz, sarih, kinâye kısımlarına ayrılırlar. Yine ne gibi manalara delâlet ettikleri ve hangi maksatlarla söylenilmiş olduklarına işitenlerin vukufları itibariyle "Dal bi'l ibâre", "Dal bi'l-işâre", "Dal bi'd-delâle", "dal bi'l-iktizâ" diye ayrılırlar.

Kur'ân hükümleri de birkaç kısma ayrılmaktadır: Akîde, (itikâdı hükümler), ahlâk (ahlâkı hükümler) ve mükelleflerin söz ve işleriyle ilgili hükümleri "ibadetler" ve "muâmeleler" diye iki grupta ele alır. Kur'ân'da hükümler ya küllî, ya da icmâlî olarak açıklanmıştır. Bütün hükümlerin özelliği, îman ile içiçe geçmiş olmasıdır. Kur'ân hem yasa koyar, hem hidâyete erdirir, hem irşâd eder, hem öğüt verir. Yalnızca bir kanun kitabı değildir. Üslûbu mu'cizdir. Konular defalarca tekrarlanmıştır ve âyetler hüküm koyarken iman ve ahlâktan ayrı değildir.

Kur'ân'ın âhkâm âyetleri daha ziyade Medenî sûrelerde yer almaktadır. Âyetlerden hüküm çıkarılırken müctehidler arasında meydana gelen ihtilâf, mücmel ifadeleri tefsirden ve bir kısım lâfızların delâletlerini ele alma metodundan doğmaktadır.

Rasûlullah vefât ettiğinde Kur'ân âyetleri vahiy kâtiplerinin ellerinde bulunan sahifelerde ve ashâbın hafızalarındaydı. Hz. Ebû Bekir Kur'ân âyetlerini toplattırdı ve bir Mushaf haline getirdi. Hz. Osman bu Mushaf'tan Kur'ân nüshaları çoğalttı ve bütün merkezlere gönderdi. Sahâbe, Kur'ân âyetlerini hem ezberler, hem anlar, hem de amel ederdi. Bir âyetle amel etmeden başka âyete geçmeyenler vardı. Sahâbe nesli Kur'an'ı en iyi bilen nesil olup, bildikleriyle amel eden, bilmedikleri ile ilgili olarak da susan insanlardı. Tâbiin devrinden sonra ise her asırda Kur'ân tefsiri o asırdaki ilmî-dinî hareketten etkilendi. Âyetlerin tefsirinde ictihad farklılıkları açıkça ortaya çıktı.

Sünnet

Sünnet, Arap dilinde iyi olsun kötü olsun gidilen veya benimsenen yol anlamına gelir. Istılahta ise, Hz. Peygamber'in Kur'ân dışındaki söz, fiil ve takriri anlamında kullanılır. Hz. Peygamber mü'minler için her alanda bağlayıcıdır: ''Peygambere itâat eden, Allah'a itâat etmiş olur" (en-Nisâ, 4/80). Hz. Peygamber mü'minler için ahlâken veya hukuken en güzel ve vazgeçilmez tek örnektir.

Hadis olarak da adlandırılan sünnet, Hz. Peygamber'in çeşitli vesilelerle söylediği sözlerdir. Meselâ: "Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur " (İbn Mâce, Ahkâm, 13) ve "Ameller niyetlere göredir" (Buhâri, Bedu'l- Vahy, I) hadisleri böyledir.

Fiilî sünnet ise, Hz. Peygamber'in şekil ve şartlar ile namaz ve hacc ibadetlerinin yerine getirilmesi, muhâkeme usûlü alanında bir ahit ve yemin ile hüküm vermesi gibi işlerdir. Hz. Peygamber, "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın'' buyurarak (Buhâri, Ezan 18, Edeb, 27) yol göstermiştir.

Takriri sünnet, Hz. Peygamber'in sahâbenin yaptığı bazı işlere olumlu ya da olumsuz bir müdahalede bulunmaması veya o işi tasvip ettiğini belirtmesidir (Abdulvahhab Hallaf, İslâm Hukuk Felsefesi, Çev: Hüseyin Atay, 181-182). Su bulamadığından teyemmümle namaz kılan bir sahâbînin namazdan sonra su bulduğu halde namazı iâde etmemesin Rasûlullah'ın tasvibi gibi.

Sünnet, Kur'ân'ın mücmelini beyân etmesi, müşkilini açıklaması, mutlakını kayıtlaması ve onda olmayan bazı hükümleri belirtmesi açısından Kur'ân'dan sonra ikinci teşrî' kaynağı olarak yer alır. Sünnet, Kur'ân'da olmayan bazı hükümleri getirmesiyle de, bir yönden müstakil bir teşrî' kaynağıdır. Kur'ân'ın çizdiği genel çerçeve ve ilkelerin dışına çıkmadan onun açıklayıcısı olması bakımından da Kur'ân'a tâbi sayılır. Her iki yönüyle de sünnetin hüccet olması, bazı âlimler tarafından dinî bir zaruret olarak ifade edilmiştir. Ancak hemen belirtelim ki, yaşamaya kaynak teşkil edebilecek sünnet, belirli şartları taşıyan sahih sünnettir. Sünnet Kur'ân'a nisbetle ikinci derecede bir teşrî' kaynağı olmakla beraber, sünnete başvurmadan Kur'ân'ı anlamak pek mümkün gözükmemektedir.

İmam Şâfii sünneti üç grupta ele alır. Birincisi, Allah'ın Kur'ân'da zikrettiği bir hususu benzer bir ifadeyle Hz. Peygamber'in de belirtmesi; ikincisi, Allah'ın çok kısa ve özlü bir şekilde bildirdiği bir âyetle neyin kastedildiğini Hz. Peygamber'in açıklamasıdır. Bu iki çeşit sünnet hakkında İslâm hukukçuları arasında ihtilâf yoktur. Üçüncüsü ise, hakkında Kur'ân'da hiçbir hüküm bulunmayan bir konuyu Hz. Peygamber'in uygulamaya koymasıdır. Bu sünnet çeşidi hakkında genelde iki görüş mevcuttur. Bir kısım müctehid Hz. Peygamber'in bağımsız bir yaşama yetkisine sahip olduğunu, dolayısıyla Kur'ân'da sözkonusu edilmeyen konularda hüküm koyabileceğini ileri sürmüşler; bir kısmı da Hz. Peygamber'e böyle bir yetki vermeyip onun tatbiki olan herşeyin Kur'ân'da bir aslı bulunduğunu ileri sürmüşlerdir (Şafii, Risale, s.91-92). Sünnet, Kur'ân'ın tefsiridir. "Namazı kılın" buyruğunu sünnet olmadan anlamak ve tatbik etmek mümkün değildir. Rasûlullah namazı nasıl kılmışsa, müslümanlar da ona uyarak kılmışlardır (Ahmed b. Hanbel, V, 53).

Sünnetin hadisle aynı manada kullanılabilir. Hadisler, birtakım kısımlara ayrılır (Bk. Hadis). Sahih hadisler, bütün ümmet için bağlayıcıdır, hüküm kaynağıdır. Bunlar reddedilemezler. Nur Sûresinin altmışüçüncü âyeti bunu bize bildirmektedir: "Öyle değil. Rabbine andolsun ki, onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çekiştirip durdukları şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiç sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar" (en-Nur, 24/63). Kur'ân'ın bütün delilleri, Rasûlullah'ın bütün hükümleri, emir ve nehiyleri eştir (Şâtibî, el-Muvâfakat, I, 14). Sünnet kaynak olmasaydı, meselâ "Kur'âniyyun" fırkası gibi sadece Kur'ân kaynak alınsaydı, onların yaptığı gibi İsra Sûresinin 78. âyetine istinaden günde iki rekât namaz kılınması gerekecekti. Oysa bu, küfürdür (İbn Hazm, el-İhkâm fi Usûli'l-Ahkâm, II, 80). Zahiri mezhebinin en büyük müctehidi İbn Hazm, sünnet hakkında "O, kendi hevasından söylemez. O, ancak kendisine gönderilen bir vahiydir'' (en-Necm, 53/3, 4) âyetini zikrettikten sonra şöyle der: "Buna göre Allah'ın peygamberine göndermiş olduğu vahyi ikiye ayırabiliriz: Vahy-i Metlüvv (tilâvet edilen vahiy) ki, bu, icazkâr bir üslûba sahip olan kitab (Kur'ân)dır. Vahy-i Mervi (rivâyet olunan vahiy) ki, bu, icazkâr üslûba sahip olmadığı gibi metlüvv de değildir. Menkul olduğu halde kitap halinde rivâyet edilmemiştir. Fakat makru' (okunmuş)dur. Yani bu Peygamber'den vârid olan haber olup Allahu Teâlâ'nın muradını açıklayıcı mâhiyettedir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususta şöyle buyurulmuştur: "... Tâ ki insanlara kendilerine indirileni açıkça anlatasın.'' Buna göre Allahu Teâlâ nasıl vahyin birinci kısmını teşkil eden Kur'ân'a itâât etmemizi emretmişse, vahyin bu ikinci kısmına da itâat etmemizi emretmiştir. Bunlar arasında hiçbir fark yoktur" (Muhammed Ebû Zehra, İslâm 'da Fıkhı Mezhepler Tarihi, Çev: AbdulKadir Şener, Ankara 1969, s.83).

Cumhur ulemâ sika râvinin rivâyet ettiği ahad haberin hüccet olduğunu ve onunla amel etmek gerektiğini söylemiştir. Hadislerin çoğu hasen lizâtihidir ve onu kabul etmek kaçınılmazdır. Zayıf hadis ise kesinlikle kaynak olamamaktadır.

Sünnet derken, bunun, fıkıhta hadislerin kısımlara ayrılarak hükümlerin çıkarıldığı bir kaynak olması anlaşılır. Yani râvîlere göre mütevâtir, meşhur, ahad diye ayrılan ve ahad hadislerin de sahih, hasen, zayıf diye kısımlara ayrılması hâdisesinde de ihtilâf olup, bu konu mezheplerin ayrılmasında bir başka ihtilâf noktasıdır.

Mütevâtir sünnetler, "Bana yalan yere bir şeyi isnad eden ateşte oturacağı yere hazırlansın'' hadisi gibi, büyük bir cemaatçe işitilen ve her asırda binlerce zevât tarafından rivâyet edilegelen yalan üzerine ittifak mümkün olmayan rivâyetlerdir. Namaz rek'atlarına dâir haberler bu nevidendir. Bunlar asl'dır.

Meşhur sünnetler, Rasûlullah'tan birkaç zatın rivâyet ettiği, ikinci ve üçüncü hicrî asırlardan beri tevâtüren nakledilen haberlerdir. "Ameller niyetlere göredir" gibi. Bunları reddetmek fâsıklıktır.

Haber-i ahad, bir zatın diğerinden veya bir cemaatten, bir cemaatin bir râviden rivâyet ettiği sünnettir. Tevâtür derecesinde olmayan râvilerin, iki üç zatın naklettiği sünnet de böyledir. Bunun inkârı bid'at'tır.

Mezheplerin sünnet târifinde farklılıklar vardır:

Hanefi mezhebi müctehidlerinden es-Serahsı şöyle der: "Bize göre sünnetten murad hukukî açıdan Hz. Peygamber ve ondan sonra sahâbenin yaptıklarıdır" (Usûlu's-Serahsı, I, 113). İmam Şâfii ise, (ö.204/819) sünneti yalnızca Hz. Peygamber'in sünneti olarak alır. Sahâbenin sünneti, Hz. Peygamber'in itikad, ibadet, ahkâm esaslarıyla ilgili olarak Kur'ân dışındaki söz, hareket, davranışları, takrirleri, tasdikleri, örfleri, va'zettiği esaslar, koyduğu ilkelerdir. Sahâbe ve Tâbim, herhangi bir konuda tatbik edecekleri şeyde "Hz. Peygamber nasıl yaptı?" diye sormuşlardır. Sünnet anlayışı, üçüncü halife Hz. Osman zamanında fitnelerin çıkmasıyla değişime uğradı, bid'atler dine karıştı; sünnetten uzaklaşıldı. Tâbimin büyük âlimleri Kur'ân'da geçen (el-Bakara, 2/151, 231; Âlu İmrân, 3/164; en-Nisâ, 4/113; Cumâ, 62/2; Ahzâb, 33/34) 'hikmet' kavramını 'sünnet' şeklinde anlamışlardır. İmam Şâfii de bu görüştedir. Kendisine kitapla birlikte onun bir benzerinin verildiğini söyleyen Hz. Peygamber'in (Müsned, IV, 134) sünneti böylece zikr, hikmet, misl olmaktadır. Rivâyetlere göre Cebrail (a.s.) vahyi getirirken, onun açıklamasını (sünneti) de getirdi (Câmiu'l-Beyâni'l-İlim, II, 34). Hem Kur'an'ı hem de sünneti indiriyor, Hz. Peygamber'e öğretiyordu. Sünnet, İslâm toplumunun ve islâm devletinin oluşmasında âmil olan en mühim faktördü. Sahâbe, bu sünneti, gelecek nesillere kalması için aktardı ve "hadis" bir bakıma böyle doğdu. Ancak ashâb hadis rivâyetinde çok titiz davranmasına karşılık, tedvin asrında sapık akımlar ve İslâm düşmanlârı hâdis uydurdular. İhtilâflı meselelerde kendi görüşlerini destekler mâhiyette hadis uyduruldu. İbn Haldun, Ebû Hanife'nin sıhhati kesin kabul ettiği hadis sayısının 17 olduğunu yazmıştır. Hadis ehli bu durum karşısında hadis tenkidine yöneldi ve hadis usûlu geliştirildi. Ehli sünnet, Şia'nın Hz. Ali hakkındaki rivâyetlerini cerh edip sahih kabul etmezken Abdullah b. Mes'ud'un rivâyetlerini esas almış, Şia da ehl-i beyt hakkındaki rivâyetlerde taassuba düşmüştür.

Cerh ve ta'dil * ilminde bu yüzden fıkıhçılardan ayrı yöntemler meydana gelmiş, hükümlerin fer'î olanlarında bu açığa çıkmıştır. Katâde, İbn İshak'ı överken. Nesaî onun kuvvetli olmadığını; Dârekutnî ise onun sözüyle delil getirilemeyeceğini söyler. İmam Mâlik de aynı şahsın yalancı olduğuna şehâdet eder. Öte yandan ikinci yüzyılda ehli hadis okulu ile ehli rey okulu arasında şiddetli münâkaşalar oldu (Geniş bilgi için bk. Şâtibî, el-Muvafakat; Gazalı, el-Mustasfa; İbn Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkıîn).

Ebû Hanife ile İmam Mâlik, kesin bir delile aykırı olmayan haber-i vâhidi delil olarak kullanırken; Şâfii, sıhhat şartlarını taşıyan haber-i vâhidi kabul eder. Hanefilere göre bu haberler şâz'dır, reddedilmesi gerekir.

İmam Şâfii, sünnetin ancak sünnetle neshini câiz bulur (er-Risâle, 89). Gazzâlî, Kur'ân ile sünnetin, sünnetle de Kur'ân'ın neshini kabul eder. "Her ikisi de vahiydir, dolayısıyla birbirlerini neshedebilirler" der (el-Mustasfa, Bulak 1 322, 1, s.124). Cumhur ise, Kitab; Kitab'ı ve sünneti; sünnet sünneti ve mütevâtir sünnet kitabı nesheder görüşündedir. Hadisler tâbiîn devrinde toplanmış ve yazılmış, daha sonraları fıkıh kitaplarındaki bölüm adlarına göre tertip ve tasnif edilmiş, İmam Mâlik Muvatta'ını, Ahmed b. Hanbel Müsned'i yazmış, Kütüb-i Sitte* adı verilen hadis mecmuâları ortaya çıkmıştır.

İcmâ '

İcmâ' lügatte, bir işe azmetme ve bir konuda görüş birliği etme gibi anlamlara gelir. Istılahta ise, Hz. Peygamber'in ölümünden sonra bir asırdaki müctehidlerin, herhangi bir şer'î hüküm üzerinde görüş birliği etmeleri anlamında kullanılmaktadır. Bu itibarla, halk tabakasının, şer'î bir konudaki ittifak ya da ihtilâfları mûteber değildir (Mehmet Şener, İslâm Hukukunda Örf, s.34-35).

İcmâ', İslâm hukukçularının çoğunluğu tarafından belli bir asır ile sınırlı olmayan bir müessese ve Kur'ân ve sünnetten sonra gelen üçüncü bir teşrı kaynağı olarak kabul edilmektedir. Bu hususa delil olarak çoğunlukla zikredilen âyet, "Kendisine doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı gelir ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız. Ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası" (en-Nisâ, 4/115) meâlindeki âyet; çoğunlukla kullanılan hadis de, "Ümmetim yanlış yolda (dalâlet) birleşmez" (İbn Mâce, Fiten, 18) meâlindeki hadistir.

İcmâ herhangi bir konuda gerçekleşmişse bu icmâ'ın o konudaki bir delile dayanması gerekir. İslâm hukukçularının, şer'î bir dayanak olmaksızın keyfî bir şekilde bir konu üzerinde görüş birliğine varmaları düşünülemez. Bu sebepledir ki, sonraki İslâm hukukçuları, bir konudaki icmâ'ı öğrenmek istediklerinde, o icmâ'ın delilini değil, böyle bir icmâ'ın var olup olmadığını, eğer varsa sahih bir şekilde nakledilip nakledilmediğini araştırırlar. Diğer bir ifadeyle, icmâ'ın şer'î bir delile dayanması gerekli olmakla beraber, bu delilin icmâ' ile birlikte nakledilmesi ve bilinmesi, icmâ'ın mûteberlik şartı değildir.

İcmâ', sözlü ve sukûtî olmak üzere iki çeşittir. Sözlü icmâ' bir asırda yaşayan bütün müctehidlerin, bir konuda açık ve sarih bir şekilde görüş birliği etmeleriyle meydana gelir. Sukûtî icmâ ise, bir müctehidin bir konuda görüş beyân edip, diğerlerinin, bundan haberdar olmalarına rağmen başka bir görüş ileri sürmemeleri durumunda meydana gelir.

Sözlü icmâ', İslâm hukukçularının çoğunluğu tarafından delil olarak kabul edilmekle beraber, sukûtî icmâ'ın delil oluşu ihtilâflıdır (Abdülkadir Şener, Kıyas, İstihsan, Istıslah, s.29-41). Sonuç olarak söylemek gerekirse; icmâ'ın, kolektif bir ictihad olarak değerlendirilmesi mümkün ise de, İslâm hukukçuları genelde "ictihad, ictihadı nakzetmez" prensibini icmâ'a da uygulamaya pek yanaşmamışlardır. Başka bir deyişle, herhangi bir konuda icmâ'a varsa, aynı konuda ikinci bir icmâ'a imkân tanımamışlardır. Bununla birlikte, Sahâbe icmâ'ının da hemen tamamını teşkil eden ibadet yönü ağır basan dinî meselelerde bu görüş kabul edilse bile, özellikle muâmelât hukuku sahasında ikinci bir icmâ'a imkân tanıması, gelişen şartlara uyum sağlama ve kamu yararını temin etme açılarından yararlı gözükmektedir. Her asırda, çok az konuda ittifak edildiği malumdur. Molla Hüsrev, "Bir asırda müctehid olan bütün fukahânın ittifakı esastır" der. Bu durumda olanların biri dahi o meseleye muhâlefet etse icmâ' oluşmuş sayılmaz (Molla Hüsrev, Miratü'1-Usûl fî Şerhi Mirkatü'l-Usûl, İstanbul 1307, 1I, s.50).

İcmâ', naklî ve tabii bir kaynaktır. Rasûlullah'ın vefâtından sonra ümmet, işlerini Kur'ân'ın koyduğu kurala göre "şûrâ ile" yürüttü, dalâlet üzerinde olmadılar. İcmâ', sarih, sukûtî ve iki görüşün varolması durumunda bir üçüncüsünün doğması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Sarih icmâ' bağlayıcıdır; amel etmek, hükmünü icrâ etmek zorunludur. Sukûtî icmâ'da bağlayıcılık kesin değildir. Üçüncü icmâ' şekli câiz değildir.

İcmâ'ı huccet sayan fukahâ, icmâ'ın kendisi konusunda aynı görüşe sahip değildir. Mâlikîler icmâ'ın sadece Medine fukahâsına âit olduğunu, Şâfiiler İslâm âlemindeki bütün âlimlerin ittifakını; Hanbeli ve Hanefiler de sukûtî icmâ'ı kabul etmektedirler. İbrahim b. Yesar en-Nazzâm (ö.331) icmâ'ın huccet olmasını reddeder. Üzerinde icmâ' edilen hüküm kâfi bir delile dayanırsa, delilin kendisi huccet olur, kapalı ve zannı bir delile dayanırsa, insanların değişik görüşlere sahip olmaları sebebiyle icmâ' gerçekleşmez demiştir (Suphi es-Sâlih, a.g.e. 182).

Câferiler de, icmâ'ı ancak toplananlar arasında bir masum İmam bulunmasıyla kabul ederler, diğer icmâ'ları reddederler.

Kıyas

Kıyas, lügatte birşeyi ölçmek, takdir etmek, karşılaştırmak ve iki şey arasındaki benzerlikleri tesbit etmek anlamlarında kullanılır. Istılahta ise, her ikisinde de hükme esas teşkil eden illet aynı olduğu için, hakkında nass bulunmayan bir olayın hükmünü, hakkında nass bulunan bir olayın hükmüne eşit kılmaktır. Kur'ân'da, ''Halbuki o haberi Rasûl'e ve kendilerinden olan Ulû'l-Emr'e arzetselerdi, onlardan hüküm çıkarabilenler, işin aslını anlar ve bilirlerdi" (en-Nisâ, 4/83) buyurulur.

Şer'î delillerin dördüncüsü sayılan kıyas; kitap, sünnet, ve icmâ' gibi kesin bilgi ifade etmeyip tecviz edici bir mâhiyete sahiptir. Diğer bir ifadeyle kıyas, zan bildirir ve yeni bir hüküm ortaya koymayıp, diğer üç delilden biriyle sâbit olan ve delili gizli bulunan bir hükmü ortaya çıkarır (Abdülkadir Şener, a.g.e., s.67; İ. Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, Hazırlayan: Sabri Hizmetli, s.21). İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, kıyas ile amel etmek aklen ve şer'an câizdir. Meşhur Muaz hadisin'de, Yemen'e vali tâyin edilen Muaz'a ne ile hükmedeceğini soran Peygamber'e Kitap, Sünnet, İctihad ile demesi ve Rasûlullah'ın onu övmesi kıyasa dâir en önemli belgedir (Ebd Dâvûd, Akdiye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3 Hâris b. Amr'dan rivâyet etmişlerdir).

Şafii, kıyas ile ictihadı aynı mânâdâ kullanır (Şâfii, Risâle, s.66). Re'y ile kıyası aynı mânâda kullanmaz. Kıyasın, bir delil olmaktan çok, bir metod, diğer bir deyişle, yorum ve uygulama vasıtası olarak değerlendirilmesi mümkün gözükmektedir. Nitekim, bu husus, kıyasın meşru olduğunu göstermek için dayanılan şu aklı gerçekte açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır; Kur'ân ve sünnetin nassları sınırlı ve sonludur. Halbuki, meydana gelen ve gelecek olan olaylar sonsuzdur. Sonlu ile sonsuza cevap vermek mümkün olmadığına göre, yeni çıkan olayların hükmü ancak re'y ile, ictihad yoluyla belirlenebilir ki bunun başında kıyas gelmektedir (İzmirli, a.g.e., s.19).

İslâm hukukuna canlılık kazandıran da bir noktada, sâbit ve değişmez kaynaklardaki hükümlerin yorumlama vasıtalarının çokluğu ve çeşitliliği ve bunun yanında, kamu yararının ve beşeri ilişkilerin düzenlemesinde, genel doğrultudan sapmamak kaydıyla "re'y (bağımsız görüş)e" ile hüküm verebilmesidir .

Bu deliller dışında geliştirilen ve daha ziyade beşerî ilişkilere akıcılık ve esneklik kazandırmaya yönelik daha birçok delil vardır ki bunların başında "mesâlih-i mürsele" gelir.

Kıyas aklı bir kaynaktır. Nassı benzetme yoluyla hüküm çıkarma metodudur. Aslın hükmünü fer'e uygulamaktır. Nass vârid olan ve olmayan iki hükmün benzerliğinde, hükümde de aynı olmasını sağlamaktır. Vahiy asrında (h. 622-632) kıyas, Muâz hadisiyle sâbit olmuş, kıyası Hz. Ömer delillere katmıştır. Kıyası en çok Hanefiler kullanmış, âdeta kıyas onlarla özdeşleşmiştir. Kıyasla varılan hükümler zann-ı gâlib ifade eder.

Fıkıhta ana kural, "nass olan yerde içtihadın olmayacağı"dır. Hz. Ali, "Din, kıyasla olsaydı meshin içi dışından daha çok meshedilmeye lâyık olurdu" demiştir. Ebû Hanife, "Kıyas yapsaydım, kadın erkekten zayıf olduğundan mirasta ona iki hisse verirdim" demiştir.

Hicrî üçüncü yüzyılın sonlarında son sahâbî olan Ebû't-Tufeyl Amir b. Vâsila el-Leysî el-Kinânı'nin (öl. h. 100) vefâtıyla tâbiin dönemine giren İslâm'ın ikinci asrında, İslâm devletinin sınırları Mısır'dan İran'a, Yemen'den Irak'a yayılmış ve şerîatın tedvini gerekmişti. İlk fıkıh medresesi Medine'deydi. Fıkhı hareket Medine medresesinin meşhur yedi fakihi olan Saîd b. el-Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Kasım b. Muhammed, Ebû Bekir b. Abdurrahman, Harice b. Zeyd, Ubeydullah b. Abdullah, Selman b. Yesâr ile başlamıştır.

Etbaut-tâbiîn nesli, ictihad nesli oldu. Mezhebler doğdu, halklar bu mezheblere intisap ederek dini öğrendiler. II. ve III. asırlar en parlak ilim asırları oldu. Kur'ân ve sünnetin tedvini, sahâbe fıkhının tedvini, tefsir ve hadisin tedvini, cedel ve kelâmın çıkışıyla ferdî-Sevrî, Evzaî veya cemaî mezhebler (dört mezhep) doğdu. Mezheblerin şer'i delilleri değerlendirme açıları farklıdır. Şöyle ki:

İmam Ebû Hanife (80-150) birçok ahad haberi reddetmiştir. O, ahad haberi bazı şartlarla kabul etmektedir: Nassa aykırı olmaması, Kur'ân'ın zâhir ve umûmuna, meşhur sünnete muhâlif olmaması, sahâbe ve tâbiînin ameline aykırı düşmemesi, râvinin yazısı dışında kaynağının da zikredilmiş olması, râvinin rivâyet ettiği hadise aykırı amel etmemesi...

İmam Mâlik (93-179), Medine halkının ameline mütevâtir hadis derecesinde itibar eder. İçtihad ve re'ye mecal göstermeyen sahâbenin sözlerini delil sayar. Sahâbi sözü içtihada müsâitse araştırdığı mesele ile sebep ve illete, ona ortak ve bilinen başka bir mesele arasında benzerlik ilgisini kurarak kıyasa gider.

İmam Şâfii (150-204), icmâ'ı Medine ehlinin ameliyle mukayyed saymaz, kıyasla da amel eder. Bu kıyasın Kur'ân ve Sünnet temeline dayanması gerekir. İstihsan ve mesâlih-i mürsele geçerli delil olamaz. Şâfii istihsan yapanın teşri' etmiş olacağını söyleyerek şiddetle karşı çıkar. Ancak o da başka adla istihsanı kullanmıştır. Ahmed b. Hanbel'e (164-241) göre kıyas en zayıf delildir.

İmam Câfer es-Sâdık'a (ö.147) göre sünnet, Hz. Ali'nin ve ehl-i beyt'in rivâyetlerini kapsar. Masum imamların söz ve fiillerini de delil alır ve sahâbe sözlerine tercih eder. Kıyası reddeder ve delil saymaz.

Rasûlullah, "Ben en güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurdu (İmam Mâlik, Muvatta, 211). Yönetim işinde, ashâbıyla istişâre etti. Vahiy çağında fıkıh kaynakları kitap, sünnet, re'y içtihadı idi. Re'y ile içtihad bazan kamu yararına, bazan kıyasa göre yapıldı. Sahâbe döneminde "icmâ" dördüncü delil oldu (İbn Haldun, Mukaddime, s.375 vd.). Nasslarla çatışmayan örf ve âdet de hukukî teşri'de kullanıldı. II. asır, tâbiîn devridir. Bunlar fıkhın kaynaklarında kitab, sünnet, re'y ile içtihad ve icmâ'ı esas aldılar. Etbau't-tâbiîn ve müçtehid imamlar döneminde (III. ve IV. yüzyılda) fütuhat ve yeni gelişmeler hayatın ve toplumların değişmeleriyle fıkhı doktrinler ortaya çıktı. Çoğu zaman her tâbi kendi üstadının görüşünü delil aldı. Etbau't-tâbiîn ve içtihad çağında fıkıh çok gelişti, genişledi. İstihsan, örf, maslahat v.b. deliller çıktı. Ebû Hanife'nin delilleri Kitab, Sünnet, sahâbe fetvası, İcmâ', Kıyas, İstihsan, örf iken; İmam Mâlik'in, Kitab, Sünnet, sahâbe fetvâsı, Medine icmâ'ı, kıyas, istihsan, maslahat-ı mürsele, zerayi', örf ve âdet'di. İmam Şâfii Kitab, Sünnet, sahâbe icmâ'ı, sahâbenin ihtilâflı sözlerini ve kıyası delil olarak alırken; Hanbel, maslahat-ı mürsele, zerayi', istihsan, istihsab'ı da ekledi.

mamiyye Kitab, Sünnet, icmâ', akıl kaynaklarıyla fıkhı koydu. Ancak edille-i şer'iyye diye ortaya konan dört delilde bütün mezhepler ittifak ettiler.

Nixie
5 September 2009, 17:21
KONU: EF'ÂL-İ MÜKELLEFİN
Yükümlülük sahibi olanların yaptıkları işler, fiiller.

Ef'âl "fiil", mükellefin de "mükellef" kelimesinin çoğuludur. "Teklif" mastarından türetilmiş olan bu kelime "yükümlülük sahibi kişi" anlamındadır. Şer'i ıstılahta: "İslâmî emir ve yasakların muhatabı olan ve bunlara uymakla yükümlü bulunan kimse" demektir. Bu terkip "yükümlülerin fiilleri" diye Türkçeleştirilebilirse de fıkıh ıstılahında "yükümlülerin fiillerinin şer'î hükümleri" anlamında kullanılmıştır.

Ef'âl-i mükellefin sekiz tanedir: Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mübah, haram, mekruh ve müfsid. Bu taksim Hanefi hukukçularına göredir.

1. Farz: Sübûtu ve ifâde ettiği anlamı (delâleti) kesin olan delillerle Allah veya Rasûlünün emrettiği fiiller "farz" adını alır. Farzlar, te'vile (başka anlama) gelme ihtimali bulunmayan âyet veya mütevâtir hadislerle sâbit olur. Namaz, oruç, hac, ibâdetleri gibi. Bunlarla ilgili hem kesin âyetler vardır, hem de Hz. Peygamber (s.a.s.)'in tevâtüre varan yollarla nakledilmiş hadisleri mevcuttur. Farzın hükmü işleyene sevap, terkedene ceza olması; inkâr edenin veya küçümseyenin dinden çıkmasıdır. Bu da farzı ayrı ve farz-ı kifâye olmak üzere ikiye ayrılır:

a) Farz-ı Ayn: Her yükümlü müslümanın bizzat yerine getirmesi gerekli olan farzlardır. Bir kısmının işlemesiyle diğerlerinden yükümlülük kalkmaz. Abdest, beş vakit namaz, ramazan orucu, mükellef olana hacc ve zekât ile İslâm toprakları saldırıya uğradığında cihada çıkmak gibi.

b) Farz-ı Kifâye: Yükümlü müslümanlara ayrı ayrı değil, topluca emredilen şeylerdir. Bir kısım müslümanlar bunu yerine getirince diğerleri sorumluluktan kurtulur. Cihad etmek. Kur'ân-ı Kerîm dinlemek, Kur'ân-ı Kerîm ezberlemek, selâm almak, cenaze namazı kılmak gibi. Farz-ı kifâyenin sevabı yalnız onu işleyenlere âit olur. Bu farzı hiçbir kimse yerine getirmezse bütün toplum günahkâr olur. Bir ibâdetin rükünleri ve şartları kabılinden olan farzlardan birinin terkedilmesi ibâdetin sıhhatine engel olur. Terk kasten olsun yanlışlıkla olsun hüküm değişmez. Kasten terk halinde ayrıca günâha girme vardır. Namaz kılarken rükû veya secde etmeyi terketmek gibi.

2. Vâcib: Farzla sünnet arasında kalan ve amel bakımından farz gibi kabul edilen emirlerdir. Bunları işleyene sevap, özürsüz terk edene ceza gerekir. İtikadı açıdan, inanma bakımından farzın hükmü gibi değildir. Yani vâcibi inkâr eden dinden çıkmaz. Bir ibâdetin vâciblerinden birisini kasden terketmek tahrimen mekruhtur, Sehven (yanlışlıkla) terketme hâlinde ise sehiv secdesi gerekir. Vâcibin de kifâye olânı vardır. Şâban ve Ramazan ayı sonlarında hilâli gözetlemek vacibtir. Fakat herkese vâcib değildir. Diğer vâcib amellere örnek: Kurban kesmek, vitir ve bayram namazı kılmak, yakın hısımlardan ihtiyaç içinde olanlara yardım etmek gibi. Vâcib; sübûlu kat'ı ve delâleti zannı olan delille sabit olur. Bu delil te'vile uğramış âyet veya hadis şeklinde olabilir. Mesela: Kur'ân-ı Kerim'de:

"Namaz kıl, kurban kes" (el-Kevser, 108/2) buyurulur. Burada, bayram namazı kılma ve kurban kesme emrinin muhâtabı Hz. Peygamberdir. Yani bunlar Hz. Peygamber için farz hükmünde olur. Ancak emrin, diğer müslümanları kapsayıp kapsamadığı kesin değildir. Ancak bu emirlerin diğer müslümanların kapsadığı daha kuvvetli görüştür. Böylece sünnetten daha kuvvetli, fakat âyetteki delâletin kesin olmaması yüzünden farz derecesine ulaşmayan bir emir çeşidi ortaya çıkmış olur ki buna vâcib denir (Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1938, VIII/, 6200 vd.).

3. Sünnet: İyi ahlâk, iyi huy. Hz. Peygamber'in sözleri, fiilleri, işleri ve takrirleri. Misvak kullanmak, cemâatle namaz kılmak gibi. Sünnet, müekked ve gayr-i müekked olma küzere iki kısma ayrılır.

a) Müekked Sünnet: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in devamlı işleyip nâdiren terk ettikleri farz ve vâcib olmayan amelleridir. Terkedilmesinde "itâb" vardır. Sabah, öğlen ve akşam namazlarındaki sünnetler ve çocukların sünnet ettirilmesi gibi.

b) Gayr-i Müekked Sünnet: Hz. Peygamber'in çok defa edâ edip, bazan terkettikleri sünnet. Namazda uzun okuma, ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetleri gibi. Gayr-ı müekked sünnetlere müstehab ve mendûb isimleri de verilir.

Usûl bilginleri sünneti ikiye ayırmışlardır.

a) Sünnet-i Hudâ: Bunlar ibâdetlerle ilgili dinin tamamlayıcı olan sünnetleridir. Terkeden kınanır. Ezan okumak, kamet getirmek ve cemaatle namaz kılmak gibi.

b) Sünnet-i Zevâid: İbâdetlerle ilgili olmayan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetlerine denir. Bunları terkeden kınanmaz. Namazın rükünlerini uzatmak ve Hz. Peygamber'in yemesi, içmesi, oturması, kalkması gibi fiillerinin taklit edilmesi. Âyet-i kerimede şöyle buyurulur: "Allah'ın Rasûlünde sizin için güzel bir örnek vardır" (el-Ahzâb, 33/21).

Sünnet mutlak olarak kullanıldığında Hulefâ-i Râşidîn'in sünnetini de kapsar. Ayrıca farz ve vâcibde olduğu gibi sünnetin kifâyî çeşidi de bulunur. Ramazan'ın son on gününde itikaf yapmak ve terâvih namazını cemaatle kılmak gibi. Farz namazlarda cemâat sünnet-i ayn'dır. Yani bir kısım müslümanların cemâatle namaz kılması, diğerlerinden sünnet yükümlülüğünü kaldırmaz.

Sünnet hükmü, farz ve vâcibden az sevap kazandırır. Kasden terk halinde ceza değil, kınama gerekir.

4. Müstehab: Buna mendub da denir. Hz. Peygamber'in bazan işleyip, bazan terk buyurdukları, selef-i sâlihinin sevip işlediği ve rağbet ettikleri işlerdir. Bazı nâfile namaz ve oruçlar gibi. Müstehabın hükmü; işlenmesinde sevap olup, terkinde kınama bulunmamasıdır. Müstehab genellikle gayr-i müekked sünnet ile eş anlamlıdır.

5. Mübah: Yükümlünün yapıp yapmamakta muhayyer bulunduğu işlerdir. Bunun hükmü işlenmesinde veya terk edilmesinde sevap veya kınamanın bulunmamasıdır. Eşyada asıl olan mubahlıktır. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "O Allah arzda olan şeylerin hepsini sizin için yaratmıştır" (el-Bakara, 2/19). Bazan şartlar değişince, hükümler de değişir. Meselâ, haram olan şeylerden yemek içmek mübahtır. Ancak ölmemek için ihtiyaç miktarınca haram olan şeylerden de yiyip içmek farz olur. Eğer yenilen mal, başkasına aitse, yiyen bunu tazmin eder. Bu şekilde yiyip kendisini ölümden kurtarmakla sevap bile kazanır. Yemenin namazı ayakta kılacak ve oruç tutmaya kolaylık olacak ölçüde tutulması mendub ve müstehabdır. Şişmanlık için yemek mekruh, misafire ikram dışında doyduktan sonra yemeğe devam etmek haram sayılmıştır. Ancak cihad gibi bir hizmet için güçlenmek üzere fazla yemekte bir sakınca görülmemiştir. Mübah ve meşrû' eş anlamlıdır.

6. Haram: Yasaklanmış olan ve terk edilmesi istenen şeylere gayr-ı meşrû denir. Bunlardan sübût ve delâlet bakımından kesin delille sâbit olanlara "haram"; yalnız sübût veya delâletten birisi ile yasaklanmış bulunanlara ise "mekruh" denir. Harama, mahrem veya mahzur adı da verilir .

Haramın hükmü; terkine sevap, islenmesine ceza gerekmesi ve helâl ve mübah sayanın dinden çıkmasıdır. İçki içmek, kumar oynamak, anaya-babaya âsi olmak gibi.

7. Mekruh: Subûtu kat'i delâleti zannı veya subûtu zannı, delâleti kat'ı delille sâbit olan şeyler mekruh adını alır. Mekruhun hükmü amel bakımından haramın hükmü gibidir. Terkine sevap, işlenmesine ceza korkusu vardır. Mekruhun helâl olduğuna inanan kimse dinden çıkmaz. Midye istiridye, ıstakoz ve benzeri balık cinsinden olmayan deniz hayvanlarını yemek, cuma saatinde alış-veriş etmek, abdest ve gusülde suyu israf etmek.

Mekruhun harama yakın olanına "tahrimen mekruh"; helâle yakın olanına ise "tenzîhen mekruh" denir. Birincisi vâcib karşıtı olarak kullanılır. Ebû Hanife ve İmam Ebû Yûsuf'a göre tahrimen mekruh, haram değilse de, ona yakındır. İmam Muhammed'e göre ise gayr-i meşrû, haram demektir. Ancak haramlığına kesin delil bulunmadığı için "Mekruh" tâbirini kullanmıştır. Mutlak sünnet kelimesi "müekked sünnet" anlamında kullanıldığı gibi, mekruh ifadesi de prensip olarak "tahrîmen mekruh" anlamında kullanılır. Ebû Hanife, mücerred mekruh kelimesiyle "tahrîmen mekruhu" kasdettiğini Ebû Yûsuf'un sorusu üzerine açıkça ifade etmiştir (Mehmet Zihni, Nimet-i İslâm, İstanbul 1316, s.4-12).

Tahrîmen mekruh ifadesi de tenzihen mekruh ifadesi yerine kullanılır. Meselâ; Başka su varken kedi artığı olan suyu içmek ve kullanmak tenzîhen mekruhtur. Abdestte suyu israf etmek mekruh olduğu gibi, çok az kullanarak guslü mesh derecesine getirmek de mekruhtur.

8: Müfsîd: Başlanan bir ameli bozan ve ibtal eden kimsedir. Müfsidin yani başlanan bir ameli bozanın hükmü, bunu özürsüz olarak kasden yapmışsa cezanın gerekmesi, sehven yapmışsa cezanın gerekmemesidir. Başlanan bir orucu veya namazı bozmak gibi.

Sonuç olarak akıllı ve ergenlik çağına gelmiş olan her mü'minin günlük hayatta yapmış olduğu fiiller yukarda açıkladığımız sekiz maddeden birisine girer. Meselâ; meşru yoldan kazanç elde etmek helâl; rüşvet almak haram, ihtiyaç halinde karz-ı hasen almak mübah (câiz); muhtâca ödünç para vermek mendub; borcunu ödemek farz; sıkıntıda olan borçluya genişlik zamanına kadar süre vermek vâcibdir. Dinin emir ve yasaklarını öğrenmek her müslüman kadın ve erkeğe farz-ı ayn; başkalarına fayda verecek derecede ilim öğrenmek farz-ı kifâye; şer'î ilimlerde ihtisas sahibi olmak mendub; övünmek için öğrenmek mekruhtur. Satım akdinin gerektirmediği ve taraflardan yalnız birisinin yararına olân bir şârt müfsid ve böyle bir akid fâsittir. Her insan gücü dâhilindeki fiilleri yapmakla mükelleftir. Gücünün dışındaki işlerle sorumlu tutulmaz. (Fakir olana zekât ve hacca gitmenin emredilmesi gibi).

"Teklif-i mâ lâ yutak" yani yapılması mümkün olmayan zor işlerden sorumlu tutmak. Zira "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler" (el-Bakara, 2/286).

İnsana görev teklif edilebilmesi için, sorumluluğu yüklenmeye ehliyetli olması lâzımdır. Ehliyet kişinin lehine ve aleyhine olan şer'î teklifleri yerine getirmeye salâhiyetli bulunmasıdır.

Ehliyet, "vücûb ehliyeti" ve "edâ ehliyeti" olmak üzere iki kısımdır:

a) Vücûb Ehliyeti: Mükellefin, insanın kendi lehine ve aleyhine âit meşrû hakların gerekliliğine salâhiyet sahibi bulunması (vâris olma hakkını lüzûmuna salâhiyetli bulunması gibi).

b) Edâ Ehliyeti: İnsanın kendisinden şer'ân mûteber olacak şekilde fiillerin meydana gelmesine salâhiyet sahibi olması. Bu da, kâmil ehliyet (akıllı ve buluğa ermiş bir insanın sahib olduğu ehliyet; kendisinin nikâh akdini kabulü, alış-veriş, icâre gibi fiilleri meydana getirmeye tam salâhiyetli olması gibi) ve kasır ehliyet (mümeyyiz bir çocuğun veya matuh (bunamış) bir kimsenin yaptığı işlerin bir kısmının sahih ve mûteber, bir kısmının ise mûteber olmaması gibi) olmak üzere iki kısımda mütâlaa edilir (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku İslâmiyye Kamusu, I, 31).

Allah ve Rasûlünün müslüman fertleri sorumlu tuttuğu fiiller önem sırasına göre itikat, ibâdât, muâmelât ve ukûbat'tır. Bunlar da ayrıca delillerinin sağlamlığı, lâfızlarının delâletinin katiliğine göre kendi içlerinde sıralanır. İslâmi bir toplumun imanı ve tâğutî olanı tefrik edebilmesi için yükümlülüklerini Allahu Teâlâ'nın rızasına uygun olarak bilmesi gerekmektedir.

Nixie
5 September 2009, 17:23
KONU: EHL-İ BEYT
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ev halkı. Ehl-i Beyt, bir evde yaşayan aile fertleri, aile demektir. İslâm fıkıh terminolojisinde bir terim olarak Hz. Peygamber (s.a.s)'in hısımlarından kendilerine zekât verilmesi yasaklanan aile fertlerinin tamamını ifade etmek için kullanılmıştır. Bu anlamda ehl-i beyt; Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ailesi, Ca'fer, Âkil, Abbâs ve aileleridir. Şia'ya göre ise; Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ailesi, eşleri ve çocuklarıyla Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'dir (Sahih-i Müslim, II . 751-752; .IV, 1873).

Rasûlullah (s.a.s.) ile ehl-i beyt'e de salât ve selâm getirmek müslümanların bir görevidir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 323).

Ehl-i beyt terimi Kur'ân-ı Kerîm'de Ahzâb sûresindeki şu âyette açıklanmıştır: "Ey Peygamber hanımları, evlerinizde oturun; eski câhiliyedeki gibi açılıp saçılmayın; namazı kılın, zekâtı verin;Allah'a ve Peygamber'e itâat edin. Ey Peygamber'in ev halkı, Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister" (el-Ahzâb, 33/33). Rasûlullah (s.a.s)'in eşlerinin, diğer bir deyimle mü'minlerin annelerinin ev halkından olduğu bu âyetten anlaşılmaktadır. Ayette, "Ey ev halkı" ifadesiyle onlar kastedilmektedir. Çünkü âyetin başında "Ey Peygamber'in hanımları" hitâbı vardır (Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'ân terc. İstanbul 1983, IV, 370). Bu terim, bir adamın hanımlarını ve çocuklarını kapsamaktadır. İbn Abbâs, Urve b. Zübeyr ve İkrime bu âyetteki ehlü'l-beyt lâfzından Hz. Peygâmber (s.â.s)'in hânımlarının kastedildiğini söylemişlerdir.

Hz. Ali ve ailesi de ehl-i beyt'tendir.

Enes b. Mâlik'in rivâyetine göre: Hz. Peygamber (s.a.s), altı ay boyunca Fâtıma'nın kapısının önünden geçtiğinde, sabah namazına giderken, "Ey ehl-i beyt namaz, namaz..." demiş ve Ahzâb suresinin otuzüçüncü âyetini okumuştur. Ebû Ammâr'ın ve başkalarının rivâyet ettiği hadis de şudur:

''...Rasûlullah (s.a.s.), beraberinde Ali, Hasan ve Hüseyin olduğu halde geldi. Her birinin elini kendi eli içine almıştı. İçeri girdi ve Hz. Ali ile Fâtıma'yı önüne oturttu; Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i de kucağına aldı; sonra elbisesini onların üzerine örterek şu âyet-i kerimeyi okudu: 'Ey ehl-i beyt, Allah sizden eksikliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister... ' Sonra devamla, 'Allah'ım, bunlar benim ehl-i beytimdir. Benim ev halkımın temizlenmeye en fazla hakları vardır' diye dua etti." Bu hadis, çeşitli muhaddisler (Ahmed b. Hanbel, İbn Cerû et-Taberî, Müslim...) tarafından birçok râvîden rivâyet edilen sahih bir hadistir. Hâdişlerde, Rasûlullah (s.a.s.)'in eşleri Ümmü Seleme veya Hz. Âişe'nin, Hz. Peygâmber'e kendilerinin de ehl-i beyt'ten olup olmadıklarını sorduğu, bunun üzerine Rasûlullah'ın ona: ''Sen benim için seçilmişsin" buyurduğu nakledilmiştir. Zeyd ibn Erkam, "Rasûlullah (s.a.s.)'in hanımları da ev halkındandır. Ancak onun ehli beyti kendisinden sonra onlara zekât verilmesi haram kılınmış olan Ali, Akîl, Ca'fer ve Abbâs aileleridir" demiştir. Mevdûdî, Rasûlullah'ın bir örtü altına alarak ehl-i beyt'ine dua ettiğine dâir hadisler Müslim, Tirmizî, İbn Hanbel, İbn Cerir, Hâkim, Beyhâki gibi muhaddislerin ve Ebû Said el-Hudrî, Hz. Âişe, Hz. Enes, Hz. Ümmü Seleme ve başka birçok râviden bu hadisin nakledildiğine değinerek; Kur'ân'ın Hz. Peygamber'in hanımlarının ev halkından olduğunu açıklıkla beyân ettiğini, Hz. Peygamber'in buna ilâveten Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i de dahil ettiğini vurgulamaktadır (Mevdûdi, a.g.e. aynı yer).

Ehl-i beyt, kavram olarak ortaya çıkışından beri birtakım ihtilâflı konulara yol açmıştır. Hatta siâ'nın doğuşuna ilişkin önemli bir yol ayrımıdır. Hem Sünnî hem Şii kaynakları, Gâdir-i Hum hadisi ile Sekâleyn hadisi diye bilinen iki hadis kaydetmektedirler. Sekâleyn hadisi Şiî literatüründe önemli bir yer tutmaktadır (Cemal Sofuoğlu, Gâdir-i Hum Meselesi, AÜİFD, XXVI, Ankara 1983, 468). Gâdir-i Hum'da Hz. Peygâmber'in ''Size iki ağır emanet bırakıyorum; onlara sımsıkı sarıldıkça hiçbir zaman sapıtmazsınız..." buyurduğu rivâyet edilmiştir. Nesaî, Gâdir-i Hum hadisi ile Sekaleyn hadisini bir arada vererek ikisinin de Gâdir-i Hûm'da söylendiğini yazmaktadır (Ayr. bk. Müslim, Fadâilü's-Sahâbe, 36; Ebd Dâvûd, Menâsik, 56; Tirmizî, Menâkıb, 32; Nesaî, Hasâis, 15; İbn Mâce, Mukaddime, 11; Menâsik, 84; Hâkim, Müstedrek, III, 109; Ahmed b. Hanbel, II, 114, IV, 367; İbn Kesir, el-Bidâye, IV, 414).

Hadîsin Müslim'deki Zeyd b. Erkam (ö.68/687) rivâyeti şöyledir. "Mekke ile Medine arasında Hûm denilen bir su başında bulunurken Rasûlullah hutbe irâd etmek üzere ayağa kalktı; Allah'a hamd ve sena etti, vaaz ve hatırlatmalarda bulundu; sonra, 'Haberiniz olsun ki ey insanlar, ben ancak bir insanım; Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim ona icâbet etmem yaklaşıyor. Ben size iki ağır emanet bırakıyorum: Bunların birincisi, Allah'ın kitâbidir; onda mutlak hidâyet ve nur vardır. Bundan dolayı sizler Allah'ın kitâbına tutununuz ve ona sımsıkı sarılınız' buyurdu. Böylece Allah'ın kitâbına teşvik edip gönülleri ona rağbet ettirdi; sonra da şöyle dedi: 'Diğeri de ehl-i beyt'imdir. Ben, ehl-i beyt'im hakkında sizlere Allah'ı hatırlatıyorum' (Râsûlullah bu son cümleyi üç kere tekrarlâmıştır). (Müslim, Fedâilü's-Sâhâbe, 36; Ayrıca bk. Sahîh-i Müslim ve Tercemesi, Terc. M. Sofuoğlu İstanbul 1970, VII, 311-314). Zeyd b. Erkâm, ayrıca Hz. Peygamber'in eşlerinin de ehl-i beyt'ten olduğunu, asıl ehl-i beyt'ten kasdın Peygamber'den sonra sadaka almaları haram olanlar yani Ali, Akîl, Ca'fer ve Abbâs aileleri olduğunu belirtmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bir başka hadisi şöyle nâkledilmiştir: "Zekât, Muhammed 'e de Muhammed 'in akrabalarına da gerekmez; o insanların kiridir'' (Müslim, Zekât, 167; Ahmed b. Hanbel, V, 166). "Biz ehl-i beyt 'iz bize zekât helâl değildir" (Ebû Dâvûd, Zekât, 29; Müslim, Zekât, 161). Ebû Hureyre'nin Buhârî'deki rivâyetinde de, "Hasan b. Ali-çocukken- zekât hurmalarından bir hurma aldı. Hz. Peygamber (s.a.s.) atması için 'kaka kaka' dedi. Sonra 'Sen bilmiyor musun ki biz zekât yemeyiz ' buyurdu" ifadesi vardır (Buhâri, Zekât, 57, 60; Cihad, 188; Müslim, Zekât, 161; Ahmed b. Hanbel, I, 200).

Müctehidlerin Hz. Peygamber'in yakınları ile onlara haram olan zekât konusunda farklı görüşleri vardır. Ebû Hanife ile İmam Mâlik onların Hâşimîler olduğunu söylerken, İmam Şafii, Hâşimîler ve Muttaliboğulları'dır demektedir. Ebû Yûsuf ile İbn Teymiyye, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in yakınlarının yabancılardan zekât almalarının haram, birbirleri arasında ise câiz olduğunu savunmuşlardır. Yûsuf el-Kardâvî günümüzde yaşayan ve Hz. Peygamber soyundan gelenlerin zekât alabileceklerini belirtmektedir. İbn Teymiyye ganimetlerden beşte birinden pay alamayan ehl-i beyt'in darda kalmamaları için zekât almalarının câiz olduğunu söylemiştir. Yûsuf el-Kardâvî buna işaret ederek Âlu Muhammed'in, Hz. Peygamber'in yaşadığı dönemdeki yakınları olduğunu vurgularken; Ebu Hanife, İmam Muhammed ve bir görüşe göre İmam Mâlik'in de böyle anladıklarını belirtmektedir. Yine o, Alu Muhammed'in zekât alamazken nâfile sadaka alabileceklerinin câiz kabul edilmesinin, minneti daha íazla olan nâfile sadakayı alırken farz olan zekâtı almamanın tutarlı olmadığını söylemektedir. Hz. Peygamber'in yakınlarına zekât yasağı koyarken, yakınlarını zekât almaktan menetmek, afif yaşamanın örneğini göstermek, kendisini ve ailesini töhmetten kurtarmak istemiştir. Bu yasağın kıyâmete kadar devam etmesinde bir hikmet bulunmamaktadır. Üstelik ganimet ve fey gelirlerinden de bugün yaşayan yakınlarını mahrum etmenin onları yoksulluğa ve fakirliğe mahkum etmek demek olduğunu savunmaktadır (Kardâvî, Fıkhü's-Zekât, Beyrut 1969, II, 732-733).

Gâdir hadîsinin Şiî kaynaklardaki anlatımında Hz. Peygamber'in Vedâ Haccı dönüşünde Gâdir-i Hûm'da önemli bir hususu tebliğ etmek için konaklayarak ashâbına, "Allah bana; 'Ey Peygamber, Sana indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan O 'nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kâfirlere yol göstermez' (el-Maide, 5/67) âyetini indirdi" buyurarak, Cebrâil'in şu emri getirdiğini söylemiştir: "Ali b. Ebû Tâlib benim kardeşim, vâsim, halifem ve benden sonra imamdır. Ey insanlar Allah onu size velî ve İmam olarak tâyin etti; ona itâat etmeyi herkese farz kıldı. Ona muhâlefet eden mel'un, saygı gösteren ise merhamete erecektir. Dinleyiniz ve itâat ediniz. Allah mevlâmız Ali ise imamınızdır. İmâmet ondan sonra onun soyundan kıyâmete kadar devam edecektir." Ayrıca Ebû Sâd el-Hudrî şöyle demiştir: "Mâide Sûresinin 67. âyeti Hz,. Ali hakkında nâzil olmuştur'' (Mecmau'l-Beyân, III, 223; Dairetü'l-Maarifü'l-İslâmiyye eş-Şiâ, 37; Vahidi, Esbâbu'n-Nüzûl, 115). Bu ibareler, Şiî kaynaklarda bu şekliyle kaydedilmektedir.

Şiâ tefsirinde, sözkonusu âyette Rasûlullah'ın tebliğ etmesi istenen şey Hz. Ali'nin hilâfetidir. Hasan el-Basrî'nin (ö.110/728) rivâyetine göre; Cebrâil Hz. Ali'nin velâyeti konusunda Hz. Peygamber'e delil olmasını istemiş, o da 'amcasının oğlunu korudu' diye düşünmesinler niyetiyle bunu tebliğ etmemiş, âyet bunun üzerine inmiştir... Hz. Peygamber daha sonra "Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır" buyurmuştur. İbn Teymiyye bu hadisin mevzû olduğunu yahut bu rivayetin Şiîler tarafından arzuları ve görüşleri doğrultusunda değiştirildiğini kaydetmektedir (bk. İbn Teymiyye, Minhacü's-Sünne, Gâdir-i Hum). Sekaleyn hadisi Ehl-i Sünnet'ten otuz dokuz, Şiâ'dan sekseniki rivâyet yoluyla gelmiştir. Bu kadar çok rivâyet yoluyla gelmesinin sebebi, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bunu birçok yer ve zamanda tekrar tekrar söylemiş olmasıdır. Şiâ, bu hadisten ehl-i beyt'in mâsum olduğunu ve Kur'ân'dan ayrılmazlığı anlamını çıkarmış; bunların yalnız birine değil her ikisine de tutunmak gerektiğini, çünkü Hz. Peygamber'in "iki emanet"ten kasdının bu olduğunu söylemişlerdir. Ehl-i beyt, kıyâmete kadar Kur'ân'ın yanındadır (Muhammed Takiy el-Hakim, Usûlü'l-Fıkhi'l-Mukârin, 167). Sünni alimler ise hadisin lâfzını, "Allah'ın Kitabı ve Râsûlullâh'ın sünneti" şeklinde açıklamaktadırlar (Bk. İbn Hişâm, es-Sıre, IV, 251; Ebû Dâvud, Menâsik, 56; İbn Mace, Menasik, 84; Ahmed b. Hanbel, IV, 267; İmâm Mâlik, Kader, 3; Buhâri Târih, 375; Askalânî, Tehzib, VII, 327; İbn Abdilberr, el-İstiâb, II, 473; İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, V, 214, İbnü'l-Esir, Üsdü'l-dâbe, 111, 307).

Ehl-i beyt'in Kerbelâ* katliamından sonra siyasetle ilgisini kesip kendisini tamamen ilme vermesine rağmen Emevi ve Abbâsilerin onlar üzerindeki baskısı her zaman varolmuştur. Ali Zeynelabidin, oğulları İmam Zeyd ve Muhammed Bâkır (ö.114) Hz. Peygamber'den tevârüs ettikleri ilmi sürdürmüşlerdir, Muhammed Bâkır'ın oğlu İmam Câfer-i Sâdık (ö.148) ehl-i beyt'in fikri, fıkhı ve ilmî mirasını sistemleştirmiş, o, İmam Zeyd'in, Hz. Ali'nin torunlarından en-Nefs-üz-Zekiye'nin, İbrahim'in, Abdullah b. el-Hasem'in şahâdetlerini görmüştür. Onun zamanında başta Irak olmak üzere İslâm ülkelerinde Ehl-i Beyt olduklarını öne süren "Dâî" * ler ortaya çıkmış; bunlar helâli haram kılarak, hattâ İmam Câfer'i tanrılaştırarak İslâm'dan sapmışlardır.

İslâm tarihinde ehl-i beyt'in Hz. Ali'den sonra tarihte çeşitli aşamalar geçirdiği ve her bir dönemde ayrı ayrı şekil ve kalıplar alarak bugünkü hale ulaştığı bilinen bir husustur. İlmin kapısı olan Hz. Ali'ye ashâb arasında sevgi ve hürmet besleyenler, hattâ onun halife olacağını savunanlar vardı; ancak onlar mezhep oluşturmamışlardı. Ebû Zerr, Mikdât b. el-Esved, Câbir b. Abdullah, Ubey b. Kâb, Ebû'l-Tufeyl, Abbas ve çocukları, Ammâr b. Yasir, Ebû Eyyub el-Ensârı bunlar arasındadır. Daha sonrâları Hz. Osman zamanında fitneler başlamış, aşın tarafçılık eğilimleri belirmiş, Emeviler zamanında ehl-i beyt'e büyük bir zulüm gösterilmesi bütün ümmetin Emevilere karşı nefretini doğurmuştur. Irak'ta gelişen Şiîlik, aşırılarıyla ve mûtedilleriyle tarihte önemli bir hareket olmuştur.

Hz. Ali yoluyla gelen ehl-i beyt; Hasan, Hüseyin, Muhammed İbn el-Hanefiyye, Abbâs ve Ömer'den yayılmıştır. Hz. Ali şehid edildikten sonra (661) yerine Hz. Hasan halife seçilmiş ve halifeliğinde suikasta uğramış, iyileştikten sonra hutbesinde şöyle demiştir: "Ey Irak halkı bizim için Allah'tan korkun. Biz sizin emirleriniz ve misafirleriniziz. Biz ev halkıyız. Çünkü Allahu Teâlâ bizim hakkımızda, "Ey ehlü'l-beyt, Allah sizden eksikliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister" diye bahsetmiştir."

Şiâ'ya göre mâsum olan ve ehl-i beyt'den gelen on iki İmam şunlardır: Hz. Ali, Hz. Hasan Hz. Hüseyin, Ali Zeyne'l-Abidin, Muhammed el-Bâkır, Câfer-i Sâdık, Musa el-Kâzım, Ali er-Rıza, Muhammed el-Cevad, Ali el-Hâdî, Hasan el-Askerî, Muhammed el-Mehdi. Ehl-i beyt'in Hz. Ali'den gelen imamlarına tarih boyunca zulmedilmiş, bunların birçoğu şehid edilmiştir.

Hz. Hasan'ın soyundan: Muhammed en-Nefsü'z-Zekiye (145/763), İbrahim, Hüseyin b. Ali (169/785), Muhammed b. Tabat (199/814), Muhammed b. Süleyman (814), Zeyd b. Musa el-Kâzım ve Ali b. Muhammed, İbrahim b. Musa, el-Hasan b. Zeyd (250/864), el-Hüseyin, İsmail b. Yûsuf, Muhammed b. Zeyd, Ahmed b. Muhammed, Hasan b. Ali gibi kimseler gelip ehl-i beyt'in liderliğini yapmış Emevi ve Abbâsilere karşı kıyam etmişlerdir.

Hz. Hüseyin'in soyundan gelip de ehl-i beyt davası uğruna şehid olanlar ise şunlardır: Zeyd b. Musa el-Kazım, Muhammed b. Câfer es-Sâdık, el-Hüseyin el-Aftas, Muhammed b. Kasım, el-Hasan el-Karkî, Muhsin b. Câfer (404) (Mes'ûdî, Murûcü'z-Zeheb) Hz. Peygamberin ehl-i beytinden gelenler günümüzde İslâm âleminin değişik yerlerinde yaşamaktadırlar. Hz. Hüseyin soyundan gelenlere Seyyid, Hz. Hasan soyundan gelenlere Şerif denilmektedir .

Hz. Peygamber'in ehl-i beyt'inin işleriyle meşgul olan görevlilere tarihte Nakîbü'l-Eşrâf denilmiştir. Nakîbü'l-Eşrâf, Peygamber hânedânı efrâdının umûmî bir vâsisi hükmünde olup, gördüğü vazifenin şerefinden ötürü en yüksek mansıblardan sayılmış, İslâm devletlerinde her zaman bunlara hürmet ve ta'zimde bulunulmuştur (Ayrıca bk: Ehl-i Sünnet).

Nixie
5 September 2009, 17:24
KONU: EHL-İ BİD'AT
Bid'at ehli, hevâ ehli, dalâlet ehli, şüpheler (şubûhât) ehli, tefrika ehli. İlim ehline göre bunlar aynı şeyin değişik isimleridir. Bunlar Kitap ve Sünnet'e ve Ümmetin, ashabın yolunu ve metodunu izleyen selefinin anlayışına aykırı görüşler ortaya koyan kimselerdir.

İslâm dininde bid'at, Allah'ın ve Rasûlünün teşri' buyurmadığı, farz veya müstehap türünden olmayan, bunlarla ilgili olarak hiçbir şekilde emretmediği şeylerdir. Ancak şer'î deliller ile bilinen hususlar ise, Allah'ın göndermiş olduğu dinin kapsamı içerisindedir. Bu konudaki bir kısım emirlere dair ilim adamlarının farklı görüşleri durumu değiştirmez.

Bid'at ehline "hevâ ehli" adı verilmeşinin izahı ile ilgili olarak İmam Ebu İshak İbrahim b. Musa eş-Şâtıbî (v. 791/1388) şunları söylemektedir: "Ehl-i Bid'at şer'î delilleri onlara ihtiyaç duyulan bir eda ve bu delilleri esas alan bir üslup ve yaklaşım ile ele almadılar. Aksine hevalarım şer'î delillerin önüne geçirdiler, kendi görüşlerine itimad edip güvendiler. Hatta şer'î delilleri ise bu esaslara göre ele alınıp değerlendirilecek bir mertebede gördüler" (el-İ'tisâm, II, 176).

Hevâ ise insanın sevmek veya nefret etmekten kaynaklanan eğilimleridir.

"Sünnet ve hadis ehli dışında bütün fırkalar hadis imamlarından sahih olan bir görüş ile ayrılmış değillerdir. Bununla birlikte bunların İslâm dininden hak olan bazı şeylere de sahip olmaları kaçınılmazdır. İşte bundan dolayı şüphe sözkonusu olmuştur. Yoksa katıksız bir bâtıl hakkında kimsenin şüphesi olmaz. Bundan dolayı bid'at ehline "şüphe ehli" denilmiştir. Ayrıca Onlar hakkında: "Onlar, hakkı batıla karıştıranlardır" denilmektedir" (Minhacü's Sünne, V, 167).

Dinde tefrikaya düşmek "bir tek fırkayı" fırkalara dönüştürür. Onların bu noktaya düşmelerinin sebebi ise hevâlarına uymalarıdır. Dinden uzaklaşmalarıyla, hevaları da bölük bölük olmuş ve sonunda dağılmışlardır. Bu bakımdan yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Dinlerini fırka fırka edip gruplara ayrılan kimselerle senin hiçbir ilişkin yoktur" (el-En'âm, 6/ 1 59). Burada yüce Allah, Rasûlünü böyle kimselerden uzak tutmuştur. Bunlar da bid'at ve dalâletlere gömülen Allah'ın ve Rasûlünün izin vermediği hususlara dair söz söyleyen kimselerdir.

Kişiyi hevâ ehli arasına sokan bid'at ise sünneti bilen ilim adamlarınca meşhur olan görüşe göre Haricilerin, Rafızilerin, Kaderiyenin ve Mürcie'nin bidatleri gibi, kitap ve sünnete aykırı düşen bid'attır. Allah Rasulü'nün sünnetini bilen âlimlerce dinden oldukları zaruri olarak bilinen hususlarda tartışmaya girişen bir kimse başkaları bu konuda şüphe etse yahut nefyetse dahi- aslı konularda muhalefet eden kimselerin bid'at sahibi olduğu hüküm üzerinde İslâm'ın ileri gelen âlimleri arasında ittifak vardır. Meselâ; sünnet âlimlerince mütevatir olarak kabul edilen Rasûlullah (s.a.s)'ın şefâatine, havzına, kebâir ehlinin ateşten çıkartılacağına dair hadisler ile yine onlarca mütevâtir kabul edilen sıfat ve kadere dair hadisler Cenâb-ı Allah'ın celâl ve azametine yakışır şekilde arşı üzerinde olduğuna dair hadisler ve buna benzer, Rasûlullah'ın sünnetlerini bilen ilim ehlinin ittifak ettikleri esaslar bu türdendir. Hz. Peygamber (s.a.s)'den gelen ilmi bilen ilim adamlarının mütevâtir kabul edilen şuf'aya dair hüküm, davalıya yemin ettirmek, muhsan zâninin recm edilmesi, hırsızlıkta nisabın muteber kabul edilmesi gibi hususlar bu türdendir. İşte bundan dolayı İslâm'ın önde gelen âlimleri bu gibi aslı meselelerde sünnet âlimlerine muhalefet edenlerin bid'atçi olacakları üzerinde ittifak etmişlerdir.

Kişi, bid'at sahibi olan bir kimsenin bid'atini bizzat görür veya işitirse yahut da o kişinin bu bid'ate sahip olduğu yaygınlık kazanacak olursa bid'at ehlinden olmakla nitelendirilir ve cerh edilir. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Bütün müslümanlar günümüzde de geçmiş asırlardan bu yana da Ömer b. Abdülaziz, Hasan-ı Basri vb. ilim ve din ehli ancak yaygınlık kazanması ile bilinebilecek hususlar ile bid'at sahibini cerhetmişlerdir. Aynı şekilde Haccac b. Yusuf ve Gaylan el-Kaderi ile benzeri zulüm ve bid'at sahipleri hakkında haberlerin yaygınlık kazanmasından başka bir şekilde bilinemeyecek durumlarda da bid'at sahibi olduklarına şehâdet edilir. Bu konudaki delil ise Enes b. Mâlik (r.a.)'ın yaptığı şu rivayettir:

"Bir seferinde Rasûlullah (s.a.s)'ın yanından bir cenaze götürüldü. Yanında bulunanlar ondan hayırla söz etti. Peygamber: 'Vacib oldu' dedi. Daha sonra bir başka cenaze geçirildi. Ondan kötülükle söz edildi. Peygamber: 'Vacip oldu' dedi yine. Bu sefer Ömer b. Hattab: 'Vacib olan nedir?' diye sorunca Hz. Peygamber: "Siz daha önce geçen hakkında güzel konuştunuz, iyilikle söz ettiniz o bakımdan cennet onun için vacip oldu. Ötekinden kötülükle söz ettiniz, ona da cehennem vacip oldu. Sizler Allah'ın yeryüzündeki şâhitlerisiniz. " (Buhârî, Cenâiz, 86; Müslim, Cenâiz, 60).

Onun şahitliğinin veya velâyetinin reddedilmesi için fâsık olduğunu ortaya koymak böyledir. Şayet maksat onun kötülüğünden sakınmak için uyarmak ise bundan daha da aşağı deliller ile yetinilir.

Bid'atin mahzurlarına ve hoşa gitmeyen yanlarına dair söylenmiş sözlerin bir kısmını İmam Şâtibî şöylece dile getirmektedir:

"Bid'at ile birlikte namaz, oruç, sadaka vb. Allah'a yaklaştırıcı hiçbir ibadet kabul edilmez. Bid'at sahibi ile birlikte oturup kalkan kimseden Allah'ın koruması kalkar ve o kişi kendi haline bırakılır. Bid'at sahibinin yanına giden ona saygı gösteren, İslâm'ın yıkılmasına yardımcı olur. İslâm'ın aslını bozacak davranış ve anlayışta olan bid'at sahibi kimse lânetlik kabul edilir. Bid'at sahibinin ibadeti kendisini Allah'tan uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Düşmanlığın ve karşılıklı kinin kaynağı bid'at sahibidir. Bid'at, Muhammed (s.a.s)'in şefâatine engeldir. Her bir bid'at bir sünneti ortadan kaldırır, o bid'at gereğince amel edenlerin günahı kadar da bid'atleri ortaya koyana da yazılı!. Bid'at sahibine Allah gazab eder, onu zelil kılar. Rasûlullah (s.a.s)'in havzından uzaklaştırılır. Dinden çıkan kâfirler arasında sayılacağından ve dünya hayatından ayrılırken, âkıbetinin kötü olacağından, âhirette yüzünün kararacağından ve cehennem ateşiyle azab göreceğinden korkulur. Allah Rasûlü, bid'atçiden beri ve uzaktır. Müslümanlar da ondan uzaklaşmıştır. Dünya hayatındaki fitneden başka ahiret azabının da artacağından korkulur" (Şâtibî el-İ'tisâm, I, 106-107).

Bid'at sahibi kimselere uygulanacak ceza herhangi bir şekilde artırılması veya eksiltilmesi sözkonusu olmayacak şekilde tesbit edilmiş değildir. Bu konuda müctehidler nass ile belirtilen bir takım bid'atler hakkındaki rivayetlerden hareketle görüşlerine göre bazı hükümler ortaya koymuştur. Meselâ Haricilerin, öldürüleceğine dair haberler ile Ömer b. el-Hattâb (r.a)'ın Sâbi el-Irâkî hakkında söylediği rivayet edilen sözler bunlardandır. Müctehidlerin bu konuda bazı görüşleri vardır

Bid'at sahibi irşâd edilir, öğretilir ve görüşlerine karşı deliller ortaya konulur. Onunla konuşulmaz, selâm verilmez. Beldesinden sürgün edilir. Hallâc'ın öldürülmeden önce senelerce hapse atıldığı gibi hapse atılır. Sakınmalarını sağlamak maksadıyla bid'atleri ilân edilir, yayılır. Onlarla savaşılır. Tevbe etmeyecek olurlarsa öldürülür. Genel olarak cerhedilir ve şehâdetleri rivayetleri herhangi bir şekilde kabul edilmez bu konuda etraflı görüşler vardır. Hastalandıkları takdirde ziyaretlerine gidilmez. Cenazelerinde bulunulmaz. Ömer b. el-Hattâb'ın Sabiğ'i vurduğu gibi vurulurlar.

Delil ile kâfir oldukları ortada olanların tekfir edilmesi. Meselâ eğer bid'at, İbâhiyye gibi açık bir küfrü gerektiriyorsa tekfir edilirler. Vahdeti vücûd, hulûl ve ittihadı savunanlar da aynı gruba dahildir.

Buna göre bizzat bid'atin durumunun farklılığınâ göre verilecek cezalar dâ farklılık arzeder. Bu konuda bid'atin dinde fesat çıkartacak kadar büyük olması ile olmamasına dikkat edilir. Bid'at sahibinin bunun açıkça ortaya koyup o bid'at ile tanınacak durumda olmasıyla olmaması, bid'atçinin propagandasını yapmasıyla yapmaması, açıktan açığa onu kabul edip uyması ile uymaması bu konuda insanlara karşı ayaklanmasıyla ayaklanmaması, bid'ât ile bilmediğinden dolayı amel edip etmemesi durumları nazarı itibara alınır.

Bid'at ehlinin kullandıkları deliller ile bid'atlerin ortaya çıkış şekillerini şöyle özetlemek mümkündür:

1. Senedi oldukça zayıf ve Rasûlullah'a yalandan uydurulan hâdislere güvenmeleri ve bunları delil almaları: Hz. Peygamber (s.a.s)'ın cübbesi omuzlarından düşünceye kadar sema edip harekete gelmesini delil göstermeleri buna misaldır.

2. Maksat ve mezheplerin uygun olmayan şekilde vârid olmuş olan hadisleri reddedip bunların akla uygun olmadığını ileri sürmeleri, kabır azabını inkâr edenler gibi.

3. Allah ve Rasûlünden gelen buyrukları anlamak için gerekli olan Arap dili ilmine sahip olmamakla birlikte Arapça olan Kur'ân ve Sünnet hakkında zan ve tahminlere dayanarak söz söylemeleri ve böylelikle kendi anlayış ve kanaatlerini şerîatın önüne geçerek geçmiş ve ilimde derinlik sahibi olan "Râsihûn"a muhalefet etmeleri.

4. Açık nasları bir kenara bırakarak muhkem nassların ışığında ele alınması gereken müteşabih naslara tâbi olmaları ve muhkem olanları da kalplerindeki eğrilik sebebiyle tevile kalkışmaları. Meselâ taklid edici lâfızları tetkik etmeden mutlak lâfızları delil almak. Tahsis edici lâfızları var mı yok mu düşünmeksizin umûmî lâfızları kabul etmek gibi. Sahih hadislerin Kur'ân-ı Kerîm ile çelişki teşkil ettiğini veya bu Hadislerde çelişki olduğunu, akla aykırı olduğunu söylemeleri bid'atlere düşmelerinin sebepleri arasındadır

5. Delilleri yerli yerince kullanmamak. Meselâ delilin herhangi bir illet sebebiyle bir hüküm hakkında vârid olmasına rağmen onların bu delili o hüküm hakkında değilmiş gibi ele almaları ve bu hükmün illetinden uzaklaştırarak her iki illetin de bir olduğu vehmini vermek suretiyle başka bir hükme tahvil etmeleri.

6. Bid'at ehlinden bazı grupların şer'î açık hükümleri aklın kabul edemeyeceği şekilde tevil edip asıl maksat ve muradın bu olduğunu ileri sürmeleridir ve Arap dilinden anlaşılan manânın kasdedilmediğini söylemeleridir. Bu tür şeyleri ise ancak geneliyle, özeliyle şerîatı iptal etmek isteyenler yaparlar. Bunlar ise Bâtınî fırkalarından İsmailiye ve Nusayriye ile hulûl görüşlerini kabul edenlerdir.

7. İmam ve şeyhlerin ta'ziminde aşırıya giderek onları hak etmedikleri makam ve mevkilere çıkartmak. Meselâ filân kişinin Allah'ın en büyük velisi olduğunu ileri sürmeleri, yahut bunların fazilet itibariyle Peygamberle (s.a.s) eşit olduğu, ancak onlara vahiy gelmediğini aradaki tek farkın bu olduğunu ileri sürmeleri, hattâ bazı hurafecilerin şeyhin kimi zaman bizzat tanrı olduğunu söylemeleri bu türdendir. Meselâ Hallâc'ın mensupları onun hakkında bu tür iddialarda bulunmuşlardır. Bazı Şiî grupların imamları masum kabul etmeleri, sûfilerin şeyhleri hakkındaki görüşleri bu türdendir.

8. Âlim ve şeyhleri körü körüne taklit etmek ve bu konuda yine kör bir taassub ile onlara bağlanmak. Bunların ileri sürdükleri en büyük delil ise şudur: "Biz, filan salih adamı gördük de, o da bize şunu yapmayın bunu yapın dedi." Hattâ kimileri: "Ben rüyamda peygamberi gördüm, bana şöyle dedi, şunu emretti" diye söyleyip buna dayanarak amel etmesi ve bazı şeyleri terketmesi. Bunu yaparken de şeriatla bulunan sınırlardan yüz çevirir. Bu ise apaçık bir sapıklıktır.

9. Bid'at sebeplerinin en büyüğü olan sünneti iptal etmek: bid'atin başlangıcı zan ve hevâ ile sünneti eleştirmeye kalkışmaktır. Zu'l-Huveysira'nın birtakım ganimetleri dağıttığı esnada Peygamber (s.a.s)'in sünnetini tenkid ve ta'n ederek: "Allah'a yemin ederim bu paylaştırmada adalet gözetilmedi ve Allah'ın rızası nerededir de bulunmak istenmedi." (Buhâri, Humûs 19; Müslim, Zekât 140) sözünü söylemesi de bu türdendir. Yine İblîs kendi görüş ve havâsını esas alarak Rabbi'nin emrine karşı çıkıp tenkid etmiştir. Halbuki aslolan sünneti seniyeye tâbi ve teslim olmaktır. Allah'tan gelmiş olan risâlete uymak ve ona teslim olmak işte budur.

10. Sünneti, yani şeriâtı ve maksadlarını bilmemek. Şeriatın gösterdiği yolu bilmeyen kimse onun yerine bid'atçilerin yolunu izler.

I I . Ashâb-ı kirâmı ve onlara tâbi olan selef-i sâlihin'i izlemeyi terketmek. İmam Ahmed b. Hanbel der ki: "Bize göre sünnetin esası Hz. Peygamber (s.a.s)'ın ashabının izlediği yola sıkı sıkıya yapışmak demektir."

12. Zındıklık ve ilhad. Büyük bid'atin pek çoğunun menşei Râfizîlik bid'ati gibi ilahı sıfatları reddetmek ve bâtıl tasavvufa meyletmek gibi zındıklar olmuştur. Velev ki bu bid'atler imân ve İslâm'a bağlı fakat şerîatı bilmediği için ve hevâsına bir dereceye kadar tâbi olduğu için iman ve İslam'a tâbi kimselere intikal etmiş olsun.

13. Can ve mallar üzerinde egemen olan yöneticilerin şerîatı Muhammediye'den sapıp uzaklaşmaları. Nitekim Ahmesli bir kadının: "Cahiliyyeden sonra yüce Allah'ın bize göndermiş olduğu bu doğru yol üzerinde biz ne kadar süre kalmaya devam edeceğiz?" şeklindeki sorusuna Hz. Ebu Bekir: "Sizin yöneticileriniz şeriat üzerinde dosdoğru oldukları sürece" diye cevap vermiştir (Buhâri, Menâkibu'l Ensâr, 26). Ebûbekir es-Sıddık (r.a)'ın bu sözleri söylemesinin sebebi şudur: Yöneticiler dosdoğru oldukları sürece insanlar da dosdoğru olurlar. Hz. Ali (r.a)'ın halifeliğinin son dönemlerinde bid'atler zuhur etmeye başlamıştır ki, bu da Haricilik ve Rafızilik bid'atidir. Bu bid'atler ise imâmet, hilâfet ve buna bağlı diğer İslâmî hükümlerle ilgilidir.

Şunu söyleyebiliriz: İlim ehlinin doğru kabul edilen görüşlerine göre bid'at ehli gruplarını sayı olarak tam olarak tesbit etmek imkânsızdır. Ancak bunların en ünlüleri şöyledir:

1. Hâricîler: Bunlar, İmam Ali (r.a)'a karşı çıkan ve ayaklananlardır. Bunların ayaklanmaları Irak'ta başlamıştır. Bid'atleri ise, müslüman olup büyük günah işleyenlerin kâfir olduğunu söylemek ve ashabı kiramı tân etmek şeklinde ortaya çıktılar. Daha sonra pek çok bid'atleri ilave ettiler ve yirmiden fazla fırkaya bölündüler. (Ayrıca bk. Hariciler, Hariciye mezhebi).

2. Râfîzîler: Bunların bid'atleri ise Hz. Peygamber (s.a.s)'ın Hz. Ali'nin hilafetini nâss ile tayin ettiğini, Hz. Ebu Bekir (r.a)'ın ve Hz. Ömer'in Allah'ın Rasulünün emrine muhalefet ettiklerini ileri sürmeleridir. Daha sonraları bunlardan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman'ı ve başka ashabı yoluyla rivâyet edilmiş hadisleri de reddederler, Kurân-ı Kerim'in manâlarına aykırı görüşler serdederler, yalan söylemeyi helâl kabul ederler.

3. Kaderiye: Bunlar da Allah'ın kadım ilmini kabul etmezler. Bunlar, Kaderiyye'nin gulâtı (aşırı) olanlarıdır. Avâmı ise Allah'ın kadim ilmini kabul etmekle birlikte, kulların fiilleri Allah tarafından yaratılmış değildir derler. Ashâb döneminin sonlarında İbn Abbas ile Câbir b. Abdullah'ın hayatta olduğu sırada Basra'da ortaya çıkmışlardır.

4. Cehmiyye: Cehm b. Safvân'a uyan kimselerdir. Bunlar yüce Allah'ın sıfatlarını te'villere saparak nefyederler. Şanı yüce Allah'ın arsının üzerine yükseldiğini kabul etmezler. Onun konuşmasını, her gece dünya semasına nüzulünü vb. diğer sıfatlarını ederler. Bu görüşler kısmen veya tamamen Kuran ve Sünnetin neye delalet ettiğini bilmemekten dolayı, sünnet ehline mensup bazı kimselere de geçmiş bulunmaktadır. Cehmiyye II. asrın başlarında Horasan'da ortaya çıkmıştır, imamların pek çoğu onların küfrüne hükmetmiştir.

5. Mutezile: Bunlar da Allah'ın sıfatını kabul etmezler, büyük günah işleyenleri ebediyyen cehennemde kabul ederler. Hz. Peygamber (s.a.s)'ın şefâatini inkâr eder, Allah'ın mahlûkatı üzerinde yükselmesini kabul etmezler. Bunlar da Hasan-ı Basrî'nin vefatından sonra Basra'da ortaya çıkmışlardır.

6. Mutasavvıflar: Bid'at olarak ortaya çıkmış ve ibadet şekline girmiş çeşitli davranışları dinden ve dinin bir emri olarak kabul eden ve şeyhler hakkında aşırılığa giden kimselerdir. Bazıları yüce Allah'ın şeyhe hûlul ettiğini söyleyecek kadar sapıklığa varırlar. Onların pek çoğu da vahdet-i vücûda, hulul ve ittihada, yani hâlikin mahluk ile birleşmesine inanırlar. Bu. icmâ ile küfürdür. Onlar ayrıca, nassların te'vilinde Batınilerin yollarını izler. Kanaatlerine göre bu gibi şeyler ise arifbillahın bilebileceği şeylerdir. Bu taife yalan ve iftira olarak ehli sünnete nisbet edilen taifelerin en kötü olanlarıdır. Hasan-ı Basri'nin vefatından sonra Basra'da ortaya çıkmışlardır.

7. Mezhebî taassub bid'ati: Bu, zaman itibariyle yukarıdakilerden daha sonra ortaya çıkmıştır. Böyle bir bid'at dört imamın vefatından bir süre sonra görülmeye başlandı. Bu gibi bid'atçiler dilleriyle imamların masum olduğunu kabul etmemekle birlikte vakıada böyle bir masumiyeti kabul ederler. Meselâ, bu bid'ate sahip bir kimse: İmam herhangi bir hadisi bilmeyebilir veya imamların hata edebileceği doğrudur ancak bizim imamımızın hata ettiği sabit olmamıştır derler. Hatta müteahhirlerden birisi şöyle der: Bizim mezhebimize aykırı olan her bir hadis ya te'vil yahut mensuhtur. Ancak ilim ehli bilirler ki bu bir bid'at ve bir dalalettir.

Müslüman olan her kişinin görevi, Kur'ân ve sahîh Nebevî sünnete tâbi olmak, Peygamber (s.a.s)'in ve ashabının izlediği yolu izlemektir. Asıl Fırka-i Naciye onların izlediği ve onların izinden gidenlerin gittiği yoldur.

Nixie
5 September 2009, 17:24
KONU: EHL-İ DALÂLET
Doğru yoldan, sırat-ı müstakîmden, Hz. Peygamber'in sünnet yolundan ayrılmış, bütün İslâm dışı din ve düşünce akımları.

Doğru yoldan çıkıp kaybolmak anlamıyla kullanılan dâlle (yalın hali dalâle, dalâl), Kur'ân'da çeşitli kullanımlarla geçmektedir.

Dalâlet veya dalâl; doğru yoldan sapma, sapıklık, sapkınlık demektir. Dalâl; doğru yoldan bilerek veya bilmeyerek sapmak anlamına da gelir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, I, 135). Gaflet, hayret, gaybûbet, helâk mânâlarına da kullanılır. Dâllîn, sapıklar demektir ve Kur'ân buyruklarınâ göre onlar dost edinilmeyecek, Allah'ın gazâbına uğramış azıp-sapmış kişilerdir, dinlerini bölük bölük yapanlardır (el-Fâtiha, 1/5-7; el-Enbiyâ, 9/159). Allâh, cemaatten ayrılmamayı emretmiş, dinde çekişenleri reddetmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) dinde her yeni şeyin bid'at, her bid'atin de dalâlet olduğunu söylemiştir (İbn Mâce, Mukaddime, 46). Kur'ân'da hak ehli müminlere dalâlet ehli olan kâfirlerin nasıl karşı durdukları birçok âyetlerde anlatılır. Hz. Peygamber zamanında insanlar mümin, kâfir (müşrik) ve münâfık diye üç ayrı gruptu. Müminler ehl-i İslâm, kâfirler ve münâfıklar ehl-i dalâlet olarak tanımlanmıştır. Bunlar için Rasûlullah, "Ben onlardan uzağım, onlar da benden " buyurmuştur. Bunlar ayrıca "siyah yüz sahipleri" diye tanımlanır (Âlu İmrân, 3/106). Onlar, müteşâbih âyetlere uyarlar (Âlu İmrân, 3/7). Ehl-i Sünnet âlimleri onları ehl-i kitab (Yahudi ve Hristiyanlar), ehl-i İslâm'dan sapan sapık bid'at firkaları (Bâtınîlik, Dürzîlik, Hulûliye, Cehmiye, Cebriye, Kaderiye, Neccâriye, Müşebbihe, Hàriciye, Keşfiyye, Habıtiyye, Bahâiye vb ...) şeklinde târif etmişlerdir.

İslâm'da ehl-i dalâlet'in öncüleri; İslam şeriatının ahkâm ve akîdesini zedeleyen sapık yollar ve bid'atlere dalan Cehmiye, Mu'tezile ve filozoflardır. Çağdaş dünyada dalâlet ehlinin tarifini belirlemek için Kur'an-ı Kerîm'deki dalâl ifadelerinin anlaşılması gerekmektedir.

İman; doğru yola girmek,İslâm'a teslim olmak demektir. Küfr ise imanın, ihtidânın karşıtıdır; doğru yoldan çıkıp kaybolmaktır. Kur'an-ı Kerîm küfrü bu dalâl anlamında çeşitli kullanımlarla bize göstermektedir: "Doğrusu babamız apaçık bir dalâl içindedir" (Yusuf, 12/8) âyetinde Hz. Yâkub'un oğullarının, kardeşleri Yusuf'u kıskanmalarına ilişkin olarak; "Erkek onun aklını basından almış, doğrusu biz kendisini apaçık dalâl içerisinde görüyoruz dediler..." (Yusuf, 12/30) âyetinde Mısır hükümdarına karşı şehirli kadınların sözü olarak; doğru yoldan ayrılmak manasını ahlâkı bağlamda kullanarak ele alınmaktadır.

Dalâl'ın dinî kullanım alanı ise Kur'an'ın bütün âyetlerinde sık sık vurgulanmaktadır: "...her kim yoldan şaşarsa (dâlla) kendi zararına şaşar..." (el-İsrâ, 17/15); "Doğrusu O'nun yolundan kimin şaştığını (yadillu) ve kimlerin doğru yolda olduğunu en iyi Rabbin bilir" (el-En'âm, 6/117); "Onlar, huda (irşad)dan mahrumiyet pahasına dalâleti (sapıklığı) ve aftan mahrumiyet pahasına da cezayı satın alanlardır" (el-Bakara, 2/175); "Hayır! Ahirette iman etmeyenler azab ve derin bir dalâl içerisindedirler" (Sebe, 34/8); "Onlar bundan evvel bâriz dalâl içindeydiler" (Âlu İmrân, 3/164); "Onların sürüden farkı yoktur; onlar yollarını daha da çok şaşırmış durumdadırlar" (Furkan, 25/44); "Doğrusu iman etmeyip Allah'ın yoluna engel olanların sapması (dâllu) büyük bir sapmadır" (en-Nisâ, 4/167); "İşte Rablerine iman etmeyenlerin misâli: Onların amelleri fırtınalı bir günde rüzgârda kalan küllere benzer; elde ettiklerini elde tutamazlar. Dalâl'in büyüğü işte budur" (İbrahim, 14/18).

Kâfirler de mü'minleri dalâlde olmakla suçlarlar!: "Ne zaman kendilerine bir uyarıcı gelse, kâfirler ona yalancı demekte ve şunu söylemektedirler: Allah birşeyi indirmemiştir, siz büyük dalâl içindesiniz" (el-Mülk, 67/9). Hz. Peygamber ise şöyle cevap verir: "O merhametlidir. Biz O'na inanır ve O'na bağlanırız ümitle. Siz kimin gerçekten dalâl içerisinde olduğunu az zaman sonra öğreneceksiniz" (Muhammed, 47/29). Her ümmete hak yolu göstermek üzere peygamberler gönderilmiş ve genelde o ümmetlerin ileri gelenleri peygamberlere şöyle demişlerdir: "Doğrusu biz seni apaçık bir dalâl içerisinde görüyoruz." Meselâ Hz. Nuh şöyle cevap vermiştir: "Ey milletim, bende dalâlet yok; ancak her bir yaratığın Rabbi olanın elçisiyim" (el-Ârâf, 7/59-61).

Kur'an'da küfrün en karakteristik görünümlerinden biri olarak şirkin, putperestliğin bir dalâl hali olarak zikredildiğini görürüz: "Müşrik, Allah'tan başka kendisine ne zarar verebilecek ne de faydası dokunabilecek olanı anar. Bu gerçekten dalâlin derin olanıdır" (el Hacc, 22/12); "İbrahim, babası Azer'e 'Putlara ilahlık mı yakıştırıyorsun? Doğrusu ben seni de senin milletini de açık bir dalâl içersinde görüyorum dedi" (el-Enâm, 6/74).

Küfür, her türlü şekliyle gerçekten dalâldir. İşte vahyi yalanlayanlar için inen buyruklar: "O halde seyredin siz saşkınlar (dâllun), kıyâmet gününe yalandır diyenler; cehennemin zakkum ağacından yiyeceksiniz siz" (Vâkıa, 56/52).

Ve onların sonları, acıklı âkıbetleri için şöyle buyurulur: "Her kavimden elçiler yolladık; Allah'a kulluk edin, putlardan uzak durun diye. Kimini Allah yola koydu ama onlardan bazıları dalâlete eğilimliydiler. Gez, gör, yeryüzünü, bak iftiracıların sonu ne olmuş" (en-Nahl, 16/36).

Kalpleri katılaşanlar hakkında: "Yazıklar olsun kalbi Allah'ın zikredilişine karşı katı olanlara. Bunlar açıkça dalâl içerisindedirler" (Zümer, 39/22).

Kötülük haksızlık yapanlar ile zâlimler de dalâlet ehlidir: "Vay haline o masum gündeki toplantıda iman etmeyenlere; kötü işleri isleyenler, bu gün apaçık dalâl içerisindedirler" (Meryem, 19/37-39; Ayr. bk. Lokman, 31/11).

Şüpheciler, Allah'tan ümit kesenler de aynı yoldadır: "İman edenler son vakitten yana korku içerisinde, onun hakikat olduğunun iyice farkındadırlar. Evet, hakikaten o saatten yana kuşkuları bulunanlar derin bir dalâl içindedirler" (Es-Şûra, 42/18); "Rabbinin rahmetinden, yoldan ayrılanlardan (dâllune) başka kim ümit keser ki " (el-Hicr, 15/56).

Dâlla kelimesinin eşanlamlı kullanışları da aynı maksatla doğru yoldan sapanlar için zikredilmektedir: Gâviye, gevâ, gâvi gibi. "Cennet müttakîlerin, cehennem ise gâvilerin yanına getirilecektir. Orada birbirleriyle çekisip dururken cehennem ateşindeki kafirler, 'Allah'a yemin olsun, muhakkak sizi bütün varlıkların Rabbi ile eşit ilâhlar kılmakla apaçık dalâlde bulunmuşuz. Gerçek su ki, bizi yoldan çıkaran günahkârlar oldu' diyecekler" (eş-şuarâ, 26/96-99).

İrşâd olunmak anlamındaki ihtidânın aksi itâatsizlik için: "Adam, ebediyet ağacının meyvesinden yiyerek Rabbine itâatsizlik etti ve yoldan uzaklaştı. Ne var ki sonra Rabbi onu seçti, yeniden ona doğru döndü ve onu tekrar yolun doğrusu üzerine koydu" (Tâhâ, 20/121-122) âyetleri örnektir.

Zâğâ fiili de yan dönmek, doğru yoldan sapmak anlamındadır: "Sana bazı âyetleri tek anlamlı, bazı âyetleri ise çok anlama gelebilecek o kitabı indirmiş olan O 'dur. Kalplerinde zeyğ (sapma eğilimi) olanlar bu şüpheli kısma eğilirler; amaçları ihtilâf çıkarmaktır. İlmen ehil olanlar ise şöyle der: 'Biz ona iman ediyoruz; hepsi Rabbimizdendir. Ey Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi döndürme" (Âlu İmrân, 3/7-8).

Emihe yahut Emehe fiili, gözleri kapalı ve kafası hangi yola gireceği konusunda tamamıyle karışmış olarak sonu belirsiz yollara düşme diye anlamlandırabileceğimiz, bu dünyada bir o yana bir bu yana giden, doğru istikamete de asla ulaşamayan kâfirlerin halini ifade için kullanılmıştır: "Doğrusu âhirete iman etmeyenlere gelince; biz onlara yaptıkları işleri güzel göstermekteyiz ki, yolların karıştırsınlar" (en-Neml, 27/4).

Kayıtsızlık, dikkatsizlik anlamındaki gaflet de dalâle yakındır: Dalâl'ın dini kullanımdaki anlamının irşâd çizgisinden kopmak olmasına karşılık gafletin manası ona karşı tamamıyle kayıtsız kalmaktır: "Onlar sığır sürüsü gibidirler. Hayır, daha da şaşkındırlar. Bunlar, aldırışsızlardır" (el-A'raf, 7/179). Kur'an'a muhâtap olmayanları gâfiller olarak niteleyebiliriz: "Biz sana bu Kur'an'ı vahyetmeden önce sen de gâfillerdendin " (Yûsuf, 12/3); "Ey Muhammed bunu sana babalarının uyanmamış olması yüzünden kendileri de gaflete düşmüş olanları uyarmak için Kadir ve Rahîm olan vahyetmektedir" (Yâsin, 36/5-6).

Şu âyette de aldırmazlık, küfr zulüm ve şirk ile yakın alakalıdır: "Hak olan vaad (cehennem azâbı) yaklaştığı zaman, gör kâfîrlerin gözleri nasıl yuvalarından fırlayacak gibi bakar. Vay başımıza gelenlere derler; biz, bundan yana vurdumduymaz, gaflet içinde idik; biz zâlimlerdik. Doğrusu siz ve Allah'tan başka taptığınız ne varsa hepsi cehennem için yakacaktır. şimdi gireceksiniz oraya" (el-Enbiyâ, 21/98).

"Allah, kâfirlere rehberlik etmez. O onların kalplerine, kulaklarına, gözlerine mühür vurmuştur. Onlar aldırmazlar" (en-Nahl, 16/107-108). "Ey Muhammed onlara o üzücü günün haberini ilet ki, onlar gaflet içinde ve inanmaz iken son karar verilecektir" (Meryem, 19/39).

Hevâ ehli olarak dalâlet: "Ben sizin ahvânıza uyacak değilim. Zira o takdirde yolumu şaşırırım ve doğru yolu bulanlardan olmam de" (el-En'âm, 6/56); "Allah'tan bir irşâd olmaksızın kendi hevâsına uyandan daha şaşkın kim olabilir? Doğrusu Allah zâlimleri, doğru yola iletmez" (el-Kasas, 28/50); "Geçmişte yolunu kaybetmiş ve birçok insanı da yoldan çıkarmış, şimdi de düz yoldan kopmuş olanların ehvâma tâbi olma" (el-Maide, 5/77).

İnançsızlara ehl-i ehvâ denilmiştir. İmam Eş'arî şöyle der: "Hakîkaten ayrılmış olan Mu'tezilileri ve Kaderîleri kendi ehvâları, önderlerine ve atalarına körü körüne itâate, Kur'an'ı da oldukça rastgele bir biçimde anlamaya itmiştir."

Bütün bu misâllerden ve Kur'an'daki genel anlatım düzeninden dalâlet ehlinin: Küfür hevâ, isyan, nankörlük, iftirâ, yalancılık, büyüklenmek, inançsızlık, Allah'ın elçisine tâbi olmamak, Kur'an'a inanmamak, sünneti terketmek, kalplerini katılaştırmak, şirk koşmak, âhirete inanmamak, hakka karşı aldırışsızlık, müteşâbihlere uymak, inançta şüpheli davranmak, bilgisizce âyetler hakkında tartışmak, haklara tecâvüz etmek, vahiyle alay etmek, haddi asmak, fâsıklık, fâcirlik, zâlimlik, müsriflik, Allah'ın indirdiği ile hükmetmemek gibi özellikleri olduğu anlaşılmaktadır. Dalâlet ehli, yani "Kâsitûn'a gelince onlar cehennemin yakıtıdırlar" (el-Cin, 72/14-15). (Ayrıca bk. Ehl-i Bid'at, Ehl-i Sünnet)

Nixie
5 September 2009, 17:25
KONU: EHL-İ FETRET KİMDİR, BUNLAR HERHANGİ BİR ŞEYLE MÜKELLEF MİDİRLER?
Bilindiği gibi peygamberimizden önceki peygamberlerin risaleti umumi değildi. Bunun için, kendilerine peygamberlerin risaleti umumi değildi. Bunun için, kedilerine peygamber gönderilmiş olan bir kavim ehl-i fetret olduğu gibi; risaleti umumi olan peygamberin gönderilmesinden sonra da tebellüğ etmemiş olan bir kavim veya bir kimse de ehl-i fetrettir. Ehl-i fetret'in ibadet ve itaatla mükellef olmadığında ittifak vardır. Çünkü ibadetten haberi olmayan ve nasıl ifa edileceğini bilmeyen bir kimse, nasıl onunla mükellef kılınacaktır. Ama Allah'a iman etmek ile mükellef olup olmayacağı hususunda ihtilaf vardır. Matüridilere göre, kainatta olan her şey Allah'ın varlığına ve birliğine delalaet ittiği veaklen bunu idrak etmek mümkün olduğu için, herkes her yerde ve her zamanda Allah'a iman etmekle mükelleftir. Cenab-ı Allah şöyle buyurur:

"Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette aklı selim sahipleri için ibret verici deliller vardır”(al-i imran,189).

Buna göre, cahiliyye devrinde yaşamış (peygamberin annesi ile babası dahil) ve ölmüş veya peygamberin bi'setine yetişmiş fakat iman etmemiş olan kimseler, ehl-i necat sayılmazlar.

Eş'arilere göre ise, bunlar ibadet ve itaatla mükellef olmadıkları gibi. Allah'a iman etmekle de mükellef değillerdir. Çünkü Kur'an-ı Kerim şöyle buyurur:

Nixie
5 September 2009, 17:26
KONU: EHL-İ HADİS VE EHL-İ REY
"Ehl" sahip ve taraftar anlamlarına geldiğinden "Ehl-i Hadis" hadis ehli, taraftarı, hadisçi; "Ehl-i rey" de, rey (yani ictihad) taraftan, yanlışı demek olur.Fıkıh literatüründe ise, insanların problemlerini halledip, dini hükümlerini bildirmede ictihada ve şahsi görüşe başvurmaktan sakınıp, bunda daha çok hadislerle yetinme yolunu tercih eden Islam alimlerine "Ehl-i Hadis"; Hadisi kabul etmekle beraber, insanların problemlerini çözmede daha çok şahsi görüş ve içtihadlarını kullanan Islam alimlerine de "Ehl-i rey" tabiri kullanıla gelmiştir. Fıkıh tarihinde Hicaz Mektebi genellikle ehli hadisin temsilcileri, Irak Mektebi de ehl-i reyin temsilcileri olarak görülmüş, birincilerin imamı olarak Imam Malik, ikincilerin imamı olarak da Imam Ebu Hanife kabul edilmiştir. Bu genel bir bakış açısıdır. Yoksa, az sonra göreceğimiz gibi, Malik, rey ve ictihad kullandığı gibi, Ebu Hanifede hadis kullanmıştır. Ayrıca bu mektepleşme onlarla kalmamış, daha sonralara doğru devam etmiştir.Ama bu ayrılma tabiidir. Çünkü insanların karekterleri ile de alakalıdır ve tâ sahabeye dayanır. Mesela Mu'az bin Cebel, Kitap ve sünnetle halledemeyeceği problemleri ictihadıyla (Reyi ile) çözeceğini söylediginde Resulullah'tan takdir görmüştür.Hz. Ömer, Ebu Musa el-Eşarı'ye: "Kitap ve Sünnette bulunmayan meselelerde gönlüne (vicdanına ve reyine) kulak ver ve onları benzerlerine kıyasla" diye emir vererek reyin kullanılma yeri ve konularında susmayı ve görüş beyan etmeyi tercih edenler de vardır. Bu, işaret ettiğimiz gibi, biraz da kişilerin mizacıyla, mesuliyet ve görev yüklenip yüklenmemeleriyle alakalıdır. Mesuliyet yokken görüş beyan etmekten sakınan birisi, mesuliyet yüklenince buna mecbur kalabilir. Aslında re'ysiz bir hadisçiliğin ve hadissiz bir reyciliğin olması da düşünülemez. Çünkü "Rey" (ictihad) geniş anlamıyla hem nassı anlamayı, hem kıyas yapmayı, hem de nasların öyle ya da böyle delaleti olmayan yeni problemlere şeriatın ruhuna uygun hükümler istinbat etmeyi içine alır. Buna göre ehli hadis de re'yin en azından iki ucuyla alâkalı demektir. Kala kala bir ucu kalmış olur ki, işte ehli reyi, ehli hadisten ayıranda reyin o bir ucunda ehli hadise göre daha cesur olmaları ve onu öbürlerinden daha çok kullanmış olmalarıdır.Vakıa Irak Mektebi olarak bilinen ehl-i re'y hadisi diğerlerinden daha az kullanmışlardır. Ama bunun makul sebepleri vardır:1. O bölgede her ne hikmetse Ibn Mesud gibi re'ye çokça başvuran sahabe üstadlık etmiş ve oradaki fıkıhçılar bu cesareti onlardan almışlardır.2. Irak bölgesi tabii olarak, sünnet malzemesi konusunda Hicaz bölgesinden fakirdir. Çünkü sünnetin nâkilleri olan sahabe ve tabiinin çoğu Hicaz bölgesindedir. Ama buna rağmen Iraklılar da problemlerini halletmek ve hadislerin bıraktığı boşluğu ictihadla (rey) doldurmak zorunda idiler.3. Irak, sapık mezheplerin ve batıl dinlerin çokça bulunduğu ve herkesin kendi görüşünü destekleyen hadisler uydurduğu karışık bir bölgedir. Bu yüzden orada hadis çok ince eleklerden geçirilerek alınmış ve bu arada belki de gerçekten Resulullahın sözleri olan hadisler dahi, kesin kanaat oluşmadığı için terkedilmiştir. Yoksa sabit sünnetle amel etmekte her iki mektep de ittifak halindedir. Kaldı ki, Imam Malik de pek çok hadisi bazı sabit kurallara ve kesin esaslara uymadıkları için kabul etmemiştir.4. Irak bölgesinin örfi ve yaşayış biçimi farklı idi. Hüküm vermede örfe de itibar etme gereğiorada ictihadın çoğalmasına sebeb oldu.5. Re'yi fazla kullanıp bunda maharet kazanmak Iraklıları "Farazi fıkıh" denen bir uygulamaya götürdü ve olmamış meseleleri de olması ihtimaline binaen hükme bağladıklarından re'y ürünü görüşler çogaldı. Görüleceği üzere ortaya çıkan sonuç sudur:"Ehli rey ve ehli hadis, hadis yerine reyi kabul edenler çok ya da daha az kullanabilenler demektir. Keza ehli hadis de reyi kabul etmeyenler demek değildir. Ehli Rey sünnetle halledemedikleri konuları kıyası hafi ya da istihsanla halletme yoluna giderken, ehli hadis de istislah ve Medine ehlinin örfiyle halletmeye çalışmışlardır. Isimleri değişik olsa da bu metodlar netice itibari ile reydir ve aynı kapıya çıkarlar. Zaten ehli hadisin önderleri olan meşhur yedi Medine fakihinin beşi reycilikleriyle tanınırlar.Bilahere Ebu Hanife'nin talebeleri olan Imameyn daha çok hadis mütalaa imkanına sahip olmuşlar ve hadisi malzeme olarak daha çok kullanmışlardır. Bu arada ehli hadis de -hadisler sabit, olaylar çoğalmakta olduğu için- re'yi daha çok kullanır olmuşlardır. Imam Şafii de her iki mektepten etkilendigi için bir bakıma bu iki eğilimin bileşkesi olmuş ve her iki malzemeyi de eşit derecede kullanmıştır.

Nixie
5 September 2009, 17:26
KONU: EHLÎ HAYVANLAR
Ehlî hayvanlar, ahırda, ağılda ve kümeste beslenen yırtıcı olmayan hayvanlardır; etinden, sütünden. Yumurtasından deri ve yününden faydalanılır; yük taşıma, tarla sürme gibi değişik işlerde kullanılır.

"Ehlî hayvan" karşılığında "yabânı (vahşî, yırtıcı) hayvan" tâbiri kullanılır. Yabânı hayvanlar avlanarak, ehlî hayvanlar ise yetiştirilsek elde edilir.

Kur'an-ı Kerîm'in birçok âyetinde ehlî hayvanlardan söz edilmiş, bu hayvanların, Allah'ın insanlara nimeti olduğu hatırlatılarak, şükretmeleri istenmiştir: "Bütün çiftleri yaratan ve size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar vareden o'dur. Onların sırtına binesiniz sonra onlara bindiğiniz zaman Rabbinizin nimetini anasınız ve (şöyle) diyesiniz: 'Bunu bizim hizmetimize veren (Allah)ın şânı yücedir, yoksa biz bunu (hizmetimize) yanaştıramazdık'' (ez-Zuhruf, 43/12-13).

Hayvanların insanlara "boyun eğdirildiği" ve faydaları Kur'an-ı Kerîm'de şöyle haber veriliyor: "Görmediler mi ellerimizin yaptıklarından kendilerine nice hayvanlar yarattık ta kendileri onlara mâlik olmaktadırlar. Onları kendilerine boyun eğdirdik. İşte binekleri onlardandır ve onlardan yiyorlar. Kendileri için onlarda daha birçok faydalar ve içecekler var. Hâlâ şükretmiyorlar mı?'' (Yâsîn 36/7 1 -73).

İnsana hizmet için yaratılan, insanın her emrine uyan ehlî hayvanlar bu itâatkâr halleriyle bize şunu anlatmaktadırlar: "Ey insanoğlu, senden güçlü olduğumuz halde Allah bizi senin emrine verdi. Onun için sana itâatsizlik etmiyoruz. O halde sen de O'nun emrine gir, O'na itaatsizlik etme, şükret! "

Gerçekten de bu hayvanların varlığı, akıl taşıyan ve ahsen-i takvim (en güzel şekil) üzere yaratılan insanın şerefli mevkiini gözler önüne sermektedir; İnsan onlara binip istediği yöne sevk etsek, gideceği yere rahat bir şekilde gitmektedir:

"Biz Âdemoğullarına (güzel biçim mizaç ve aklî kabıliyetler vermek suretiyle) çok ikram ettik; onları karada ve denizde (hayvanlar ve taşıtlar üzerinde) taşıdık; onları güzel rızklarla besledik ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık'' (el-İsrâ, 17/70).

Her hayvanın ayrı özelliği ve ayrı görevi vardır: "Hayvanlardan da (çeşit çeşit yarattı) kimi yük taşır, kiminin tüyünden döşek yapılır. Allah'ın size verdiği rızıktan yeyin. Şeytanın adımlarını izlemeyin (onun peşinden gitmeyin). Zira o, sizin için apaçık bir düşmandır" (el-El'âm 6/142).

"Allah kimine binmeniz, kiminden yemeniz için size hayvanlar yarattı. Onlarda sizin için (sütleri, derileri tüyleri gibi daha birçok) faydalar var. Onların üstünde gönüllerinizdeki arzuya erersiniz; onların ve gemilerin üstünde taşınırsınız" (el-Mü'min, 40/79-80).

İnsanların işlerini kolaylaştıran maddî faydaları yanında, hayvanların "süs" olma, eğlendirme-dinlendirme gibi mânevî faydaları da vardır: "Ve akşamleyin mera dan getirdiğiniz, sabahleyin mera ya götürdüğünüz zaman onlarda sizin için bir güzellik de vardır (Onların gidiş-gelişleri, size ayrı bir güzellik ve zevk verir). Ağırlıklarınızı öyle (uzak) şehirlere taşırlar ki (onlar olmasa) siz canlarınızın yarısı tüKerimeden oraya varamazdınız. Doğrusu Rabbiniz çok şefkatli, çok merhametlidir. Binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır" (en-Nahl 16/6-8).

"Ehl-î hayvanlar, koyun ile keçiden, sığır ile mandadan ve at ile deveden ibaret olmak üzere başlıca altı cinstir" (Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, 322). Köpek, kedi, at, eşek gibi hayvanlar da etleri yenmeyen ehlî hayvanlardandır.

Dinimizde kurban ve zekât gibi mâlî ibadete konu olan ehlî hayvanlar "en'am" adı verilen deve, sığır-manda, koyun-keçidir. Kur'an-ı Kerim'in altına sûresi "En'âm" adını taşımaktadır. Bu sûrenin 136. 138. ve 139. âyetlerinde Arapların hayvanlara uyguladıkları bazı gelenekler kınanmıştır: Câhiliye Araplarından bazıları, ekinlerinden ve hayvanlarından bir kısmını "şu Allah'ın payı şu da tanrılarımızın payı" diye bölüştürürler; eğer Allah'ın hakkından putun hakkına birşey geçerse onu öyle bırakırlar, putun hakkından Allah için ayrılan tarafa birşey geçerse onu alıp tekrar putun hakkına katarlar ve, "Allah zengindir, bunlar fakirdir" derlerdi.

İslâm hukukunda ehlî hayvanlarla ilgili olarak bazı hükümler mevcuttur. Bu hükümler şu başlıklar altında toplanabilir:

1) Hayvan haklarına riâyet etmek: Allah'ın yarattığı can taşıyan varlıklara işkence etmek haramdır. Peygamberimiz (s.a.s.), "Kim bir canlıya işkence ederse ve tevbe etmezse, Allah kıyamet gününde ona aynı şekilde azâb eder" (et-Terğib ve't-Terhib, II, 282) buyurmuştur.

Ehlî hayvanların yiyeceklerini, içeceklerini zamanında vermek, tımarlarını yapmak gerekir. Hayvanın sahibi onları fazla yoramaz gereksiz yere dövemez. Her cinsi, hangi hizmet için yaratılmışsa, o hizmette kullanmalıdır. Meselâ sığır hayvanları arabalara koşulmak, tarlalarda çalıştırılmak için yaratılmıştır, bunlara binilemez, sırtlarına yük yükletilemez."

2) Hayvan Kesimi (Zebh) - Kurban Dinimizde hayvanlar; "etleri yenen ve yenmeyenler olmak üzere iki kısma ayrılır. Deve, sığır, koyun gibi ehl; hayvanlarla, tavuk, kaz, ördek gibi kümes hayvanlarının eti yenir. Ancak bu hayvanların etlerinin helâl olması için; bıçak gibi kesici bir âletle kesilmesi, kesilirken de Allah adının anılması, "Bismillah Allah'u Ekber" denilmesi gerekir. Kur'an'da bu hususa şöyle işaret edilmiştir: "Biz o kurbanlık develeri de size Allah'ın (dininin) işaretlerinden yaptık. Onlarda sizin için hayır vardır. Onlar, ön ayaklarını sıra halinde yere basmış durumda iken üzerlerine Allah'ın adını anın (da kesin)..." (el-Hacc, 22/36).

Allah adını anmadan kesilen hayvanın etini yemek haramdır: "(Kesilirken) üzerine Allah'ın adı anılmayan (hayvan)lardan yemeyin! Çünkü o(nu yemek), yoldan çıkmadır. Şeytanlar dostlarına, sizinle mücâdele etmeleri için fısıldar (telkinde bulunur)lar. Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de ortak koşanlar (gibi olur)sunuz" (el-En'âm, 6/121).

Temiz ve helâl olan bir hayvana âit yedi şeyi yemek haramdır:

Akan kan (el-Mâide 5/3), tenasül uzvu, husyeler, bez, bevl torbası, öd.

Kurban, Allah rızası için ehlî hayvanlardan deve, sığır ve koyunun kesilmesidir. Kurban Bayramı günlerinde (Zilhicce'nin 10. 11. ve 12. günleri) gücü yeten kimselere kurban kesmek vâcibdir. Bir koyun veya keçi yalnız bir kisi için kurban olabilir. Bir deve veya sığırı ise bir kişi kesebileceği gibi en çok yedi kişi birlikte de kesebilir. Tavuk-horoz gibi kümes hayvanlarından kurban olmaz.

Bir kurban, âdâbına uygun olarak şu şekilde kesilir: Hayvan, kesileceği yere eziyet vermeden götürülür; kıbleye karşı yatırılır; ''Bismillah Allahüekber" denilir ve "İnne salâtı ve nüsükî ve mahyâye ve memâtî lillahi Rabbilâlemin lâ şerîke leh: Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir. O'nun ortağı yoktur" (el-En'âm, 161-162) âyeti okunur. Fazla acı çekmemesi için keskin bir bıçak ile kesilir, tamamen canı çıktıktan sonra derisi yüzülmeye başlanır. "Allah her şeyde güzelliği emreder: Öldürdüğünüz zaman öldürmeyi güzel yapın. Kestiğiniz zaman kesmeyi güzel yapın. Bıçağınızı keskinleştirin, hayvanı eziyet vermeden güzelce yatırın. " Çabalaması sona ermedikçe hayvanın başını koparmayın ve yüzmeyin" (et-Terğib ve't-Terhîb, II, 279).

"Hayvanlarda da sizin için ibret (alınacak dersler) vardır. Onların karınlarından fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından (çıkardığımız) hâlis, içenlere (içimi) kolay süt içiriyoruz (en-Nahl, 16/66).

"Allah size, evlerinizden oturulacak bir yer yaptı ve size hayvan derilerinden, göç gününüzde (yolculukta) ve ikamet gününüzde (oturma zamanlarınızda) kolayca kullanacağınız hafif evler (çadırlar, portatif evler) ve yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar (kullanacağınız) giyilecek, döşenecek eşya ve geçimlik (ticaret malı) yaptı " (en-Nahl, 1 6/80).

Nixie
5 September 2009, 17:27
KONU: EHL-İ KİTAP
İslâm literatüründe yahudiler ve hristiyanlar için kullanılan bir tâbir, kitab ehli.

Kur'ân-ı Kerîm, birçok yerde yahudiler ve hristiyanlardan, ehl-i kitap diye bahseder; Hadislerde de bu tâbir sık sık kullanılmıştır. Böylece vahiy yoluyla nâzil olmuş Tevrat, Zebûr ve İncil'e sahip bulunan yahudiler ve hristiyanlar, bu kitaplar tahrif edilmiş olmasına rağmen, müşriklerden ayırdedilmiş ve kendilerine farklı bir statü tanınmıştır.

İslâm ahkâmına göre, İslâm idâresini kabul edip bağlandıktan sonra ehl-i kitaba ibadetlerini serbestçe yapabilme hürriyeti tanınır. Antlaşma şartlarını tamamen yerine getirmeleri ve âdil ölçülerde kendilerine konan cizyeyi (baş vergisini) ödemeleri hâlinde İslâm idâreşinin himâyesinde olup can ve nal güvenlikleri sağlanır.

Bu hususlara muhâlif davranan müslümanlar, büyük bir günâh işlemiş sayılırlar. Hz. Peygamber ve Râşid Halifeler döneminden itibaren tüm âdil İslâm idârelerinde ehl-i kitaba bu hakların eksiksiz verildiği, antlaşma metinlerine bu hususların hassâsiyetle yazıldığı ve uygulanmasında büyük titizlik gösterildiği, tarihî bir gerçektir. Bu hassâsiyet, Peygamber efendimizin, "Bir zımmîye zulmedenin... kıyâmet gününde hasmı benim!" hadislerinde en güzel şekliyle ifadesini bulmuştur (Ebû Dâvûd, İmâret, 33; ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Cihad 153). Sefere çıkan ordu komutanlarına ve valilere halifeler tarafından verilen tâlimâtlarda, muâhedûn, ehlü'z-zimme veya zimmîler sıfatıyla ehl-i kitabın haklarına riâyet etmeleri, kendilerine ibadet hürriyeti verilmesi ve insânı muâmelede bulunulması sıkı sıkıya emredilmiştir. İmâm Ebû Yûsuf'un Kitâbü'l-Harâc'ı, Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm'ın Kitâbü'l-Emvâl'ı ve diğer İslâm hukukçularının kaynak eserleri bu tâlimatları ile ehl-i kitaba uygulanacak ahkâm ve verilecek haklar konusunda geniş bilgiler ihtivâ ederler.

İlk halifeler döneminde ehl-i kitabın, Arap Yarımadası'ndan sürülüp çıkarılması, Hz. Peygamber'in, "Arap Yarımadası'nda iki din birarada bulunmayacaktır" (Muvatta', Medine, 18,19) şeklindeki bir hadisine dayandırılırsa da bunun yanında ehl-i kitabın, antlaşma şartlarına uymamaları ve huzursuzluk çıkarmalarının da bu uygulamaya esas teşkil ettiğini göz önünde bulundurmak gerekir.

Hz. Peygamber'in, yahudi ve hristiyan olmadıkları halde Hecer ve Bahreyn'deki İranlılardan cizye almış olması, ilk dönemlerde mecûsîlerin de ehl-i kitap adı ile anılmalarına değilse bile, ehl-i kitaba uygulanan ahkâm ile muâmele görmelerine yol açmıştır. Ayrıca Arap Yarımadası'nın dışında kalan bölgelerde yahûdilik ve hristiyanlıktan başka dinlere mensup olanların ehl-i kitaba tanınan haklara sahip olup olamayacakları hususu, İslâm âlimlerince farklı şekillerde yorumlanmıştır. Bu sebeple İslâm tarihinin çeşitli dönemlerinde Arap Yarımadası'nın dışındaki putperestlerden ve diğer din mensuplarından da cizye* alınıp kendilerine ehl-i kitab gibi muâmele edildiği olmuştur. Ancak bu husus, ehl-i kitab tâbirinin zamanla anlam değiştirdiği ve şümûlünün genişletildiği manasına gelmez.

Kur'an; yahudi ve hristiyanlar gibi, -sonradan bozulmuş da olsa-, bir hak dine inananların yiyeceklerini müslümanlara helâl kılmıştır:

"Bugün size temiz ve faydalı şeyler helâl kılındı. Kitap verilenlerin yiyecekleri size, sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir" (el-Mâide, 5/5).

Bu âyetin manası genel olup, domuz, şarap, içki, ölü hayvan gibi aslı haram olan yiyeceklerin dışında kalanları içine alır.

Yahudi ve hristiyanlar dışında kalanlar müşrik hükmünde olup, kestikleri yenmez. Yahudi ve hristiyanların kesim şekli kendi dinlerinin kabûl ettiği bir şekilde oluyorsa, böyle kesilen hayvanlar yenir; dinlerinin kabûl etmediği bir kesme ve öldürme şekliyle öldürülmüşse, böyle hayvanların etleri yenilmez.

İslâm, müslüman bir erkeğin kâfir veya müşrik bir kadınla evlenmesine izin vermezken, kitap ehlinden olan, yani yahudi veya hristiyan bir kadına evlenmesine izin vermiştir. Çünkü bunların dini, aslı bozulmuş olsa da semâvî bir dindir. Bu konuda Kur'an'ı Kerim'de şöyle buyurulur:

"Kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir. Mehirlerini verdiğiniz takdirde, iman eden hür ve iffetli kadınlar ve sizden önce kitab verilenlerin hür ve iffetli kadınları, zina etmemek ve gizli dost tutmamak şartıyla size helaldır" (Maide 5/5).

Bu, kitap ehline İslâm'ın bir müsâmahasıdır. Kitâbî kadınlarla evlenmek bir ruhsattır, azîmet değildir. Yani aslolan, müslüman bir erkeğin kitâbî kadınla evlenmesi değil, evlenebilir olmasıdır. Fakat müslüman bir kadın, yahudi ve hristiyan da olsa gayr-i müslim bir erkekle evlenemez, bu haramdır. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, müslüman bir erkek için mümin bir kadın şüphesiz, kitâbî bir kadından daha iyidir. Doğacak neslin inanç, terbiye ve yetiştirilmesinde tehlike görülürse kitâbî kadınlarla evlenilmemelidir. Müslümanların azınlık durumunda olduğu memleketlerde müslüman nüfusun artması, kitâbî erkeklerle evlenemeyeceklerinden müslüman kızların açıkta kalmaması için, kitâbî kadınlarla evlenebilme hükmünün geçici olarak kısıtlanması da mümkündür.

Nixie
5 September 2009, 17:27
KONU: EHL-İ SÂLİB
Ehl-i Kitâb'tan hiristiyanlar, Haçlılar.

Arapça Sâlib kelimesi "haç" (istavroz, çarmıh) demektir. Ehl-i sâlîb, Haçlılar için kullanılır. Haç, Hristiyanlığın sembolü olan ve Hz. Isa (a.s.)'ın gerildiğine inandıkları birbirini dikey kesen iki çizgidir.

Mukaddes şehir Kudüs İslam'ın hâkimiyetindeyken onu müslümanlardan almak için Papa'nın teşvikiyle Avrupalı hükümdarların ortak Hıristiyan ordularının askerlerine, elbiselerinin üstüne büyük kırmızı haçlar diktirdiklerinden dolayı "Haçlılar" (Ehl-i Sâlîb, Celibâ, Croises) denilmiş, ve bunların sekizbüyük seferle (H. 5-7/M.11-13. yüzyıl) Kudüs'e saldırmalarına "Haçlı Seferleri" (Ehl-i Sâlîb Muhârebeleri) adı verilmiştir. 1096-1270 yılları arasında 174 yıl süren bu seferler birçok can ve mal kaybına sebep olmuş, ancak sonuçta kutsal topraklar müslümanların elinde kalmıştır. Avrupa askerî tarihi açısından başarısız sayılan Haçlı seferlerinde iki büyük din karşılaşmış, savaşlarda Hıristiyan vahşetine karşı Türkler büyük kahramanlıklar göstermişler, Salahaddin Eyyubi büyük bir Islâm mücâhidi olarak tarihe geçmiş, Akkâ savaşı, gemicilik sanatının ilerlemesi, hristiyanların müslümanlardan birçok bilgiyi Avrupa'ya taşımaları gibi sonuçlara yol açmıştır. Insanlık tarihinde din savaşlarının en büyüğü olan "Haçlı Seferleri" İslam'ın, ilâ'yı kelimetullah amacıyla, Hristiyanlığın altta iktisadı-sosyal sebepler yatan kutsal savaş adı altındaki saldırısına karşı Islâm topraklarını müdafaasıdır. Ehl-i Sâlîb, müslümanların Kur'an-ı Kerîm'de zikredilen ehl-i kitaba ilişkin âyetlerde açıklandığı şekliyle kendilerine en yakın olan bir tevhid dininin muharref savunucularının din adına yahudileri katletmeye başlamalarıyla ve Kudüs'ü fethetmek gayeleri ile de Islâm'la çarpışması sonucunda yenilmiş, 13. yüzyıldan sonra 20. yüzyıla kadar ehl-i sâlîb ile ehl-i hilal (Islâm) arasında yüzyıllarca savaşlar yapılmıştır.

Ehl-i Sâlîb'in, seferler sırasında tüm Anadolu'da vahşet sahnesi bırakmasına rağmen, müslümanlar onlara karşı merhametli olmuştur. Bu yüzden birçok "Haçlı askeri" seferlerde müslüman olmuştur. Birinci Haçlı seferini düzenleyen keşiş Pierr L'Erminete'nin hıristiyan hacılarına zulmedildiği yalanını söylemesi üzerine Papa II. Urbain 488/1095 yılında Fransa'nın Clermont şehrinde din adamları ve komutanları toplamış Hristiyanları Kudüs'ü "kâfirlerden" kurtarmaya çağırmış, yüzbinlerce hristiyan ehl-i sâlîb bu emre uymuştur. Papa, her gönüllünün sağl kolu üzerine bir haç asmış ve böylece haç, savaşların sembolü olmuştur. Bütün derebeylik Avrupa'sı bu "kutsal savaş" çağrısıyla birleşmiştir. Batı Avrupa'da da Islam Hristiyanlık çatışması, Ispanya'da devam etmiştir.

Birinci haçlı seferinde ehl-i sâlîb, ayaktakımı çapulculardan oluşan yüzbinlerce inananın zalımce saldırısı ile Kudüs'ü istilâ etmiş, şehirde katliâm yapmışlar ve Kudüs Krallığı'nı kurmuşlardır. Haçlı teşkılatı, Saint Şövalyeleri'nin ortaya çıkışı da bu sırada olmuştur. Ikinci savaşta müslümanlar galip gelmişler, üçüncüsünde Filistin'in batısını Selahaddin Eyyûbî kurtarmış, dördüncü seferde haçlılar kutsal savaşı amacından saptırarak dünya çıkarları için yapmışlar, hattâ Kudüs'ü bırakıp Kostantiniyye ve Mısır'a yönelmişlerdir.

Haçlı seferlerinin dünya tarihinde önemli sonuçları olmuştur. Bunlardan, Islâm-Hristiyanlık ilişkileri ile ilgili olanların başında her iki medeniyetin birbirine kültür alış-verişine vesile olması gelir. Avrupa'ya müslüman dünya yoluyla birçok mal gittiği gibi, Kur'an-ı, Kerîm Latince'ye tercüme edilmiş. Avrupalılar dünyaya açılmış, kilise ve Papalık, derebeylik kurumunda, iktisâdi düzende değişim meydana gelmiştir. (Ayrıca bk. HAÇLILAR)

[Only Registered Users Can See Links]

Nixie
5 September 2009, 17:28
KONU: EHL-İ SÜNNET
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine ve ashâbının (r.a) yoluna bağlı olan ve onların izlediği dini yol ve metodu benimseyenler. Kitap ve Sünnet üzerinde ittifak etmiş, ihtilâf ve tefrikadan sakınmış, dinde münakaşaya sebep olan hususlarda aklı değil, Kitap ve Sünneti kaynak alan, nasları esas kabul eden topluluk. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine tâbi olanlara ehl-i sünnet; onun sahâbîlerini âdil kabul ederek onların din hususundaki metodunu takip edenlere de ehl-i cemaat ikisine birlikte "ehl-i sünnet ve'l-cemaat" denilmiştir.

"Ehl-i sünnet ve'l-cemaat" tabiri ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemâata tabi olmak gibi ayırıcı iki önemli özelliği vardır. Sünnet; Hz. Peygamber (s.a.s.)'in söz, fiil ve takrirleri ile ahlâki ve beşerî tavırlarıdır. Ancak konumuz itibariyle, sünnetin bu anlamda sınırlarını çizmek, hangi çeşitlerinin ne derece bağlayıcı olduğunu tesbit etmek, önemli değildir. Islâm hukukçularının, sünnetin çeşitlerinin fıkhi bağlayıcılıkları üzerindeki görüş ayrılıkları ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan farklı yaklaşım metodları, hep ehl-i sünnet çerçevesinde oluşmuş farklılıklardır. "Sünnet" daha ziyade metod, yol, izlenilmesi gerekli olan çizgi anlamıyla, toplulukların bir ayırdedici özelliği olması açısından karşımıza çıkmaktadır. Bu duruma göre, sünnet şöyle tarif edilmiştir: Bir inanç ve âkide etrafında biraraya gelen topluluğun (ümmet), inanç sisteminin, akideşinin oluşmasını temin eden yola ve metoda sünnet denilir. Insanların bu metodda görüş birliğine varıp, bunu uygulaması da, cemâat diye isimlendirilmiştir (Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, (el-Fisâl kenarında), I, 47). Bu anlamda Kur'ân-ı Kerim'de de kullanılmıştır: "Allah'ın nice sünnetleri gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların âkıbetini görün" (A/u Imrân, 3/137). "Allah'ın sünneti kesinlikle değişmez" (el-Fâtır, 35/43). Bu âyet-i kerime'de ifade edilen sünnet, Allahu Teâlâ'nın kâinatın yaratılması ve tedbiri için takdir ettiği yol, metod anlamındadır. Allah için cebir sözkonusu olamayacağından, bu mana Islâm tefekküründe "âdet" kelimesi ile karşılanmıştır.

Sünnet: Islâm toplumunun yani ümmetin oluşması için Hz. Peygamber'in usûlünün esas alınması ve peygamberi usûlü ittifakla takip eden sahabi cemaâtının yolunun izlenmesidir. Islâm toplumunun fikrî ve amelî oluşumunu sağlayan, Allah'ın Kitabı ve Hz. Peygamberin sünnetidir. Bunun için Allah Teâlâ, Kur'an ile birlikte Peygambere tabı olup bağlanmanın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu belirtmiştir. "Allah, önceleri açık bir şaşkınlık içinde olan inananlara, Allah'ın âyetlerini okuyan, kötülükten arındıran, Kitabı (Kur'an) ve hikmeti (sünnet) öğreten ve size daha bilmedığınız nice şeyleri de öğreten bir Peygamber gönderdi" (el-Bakara, 2/151). Kötülükten arındırmak (tezkiye), haram ve helâli Kur'an'dan öğrenmek ile tefsir edilmiş, hikmet ise, ittifakla "sünnet" olarak kabul edilmiştir.

Kur'an farzı, vâcibi tayın etme, helâli, haramı belirleme açısından Allah'ın hükmü ile, Rasûlünün hükmünü, iki temel esas kabul etmiştir. "Allah ve Rasûlünün yoluna aralarında hüküm vermesi için davet olunduklarında, inananlar; "dinledik ve itaat ettik" diye cevaplar. Işte ancak bunlardır kurtulanlar" (en-Nûr, 24/5).

Hz. Peygamber (s.a.s.), "size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarınıı da gücünüz yettiğince terk edin" buyurmuştur (Müslim, 412, Ibn Mâce, Mukaddime, 1). Sünnete bağlılık, dinî bir zorunluluktur. Kur'an bize yeterlidir düşünceşiyle sünneti ihmal etmek tarih boyunca bütün bid'at fırkalarının ortak özelliği olan gizli bir hıyanet çeşididir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu durumun ileride ortaya Sıkacağını haber vererek, dinî hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi sakındırmıştır. "Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size "Kur'an yeterlidir; Kur'an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa onu haram bilin" diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur'an ile birlikte (hüküm bakımından) onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir" (Ebû Dâvûd, Sünne, 6, Ahmed b. Hanbel, IV, 131).

Imrân b. Husayn (r.a.), bize Kur'an yeterlidir, sünnete gerek yoktur, diyen bir adama şöyle seslenir: "Ahmak herif: sen Kur'an'da öğlen namazının dört rekât olduğunu, kıraatinin gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur'an bize Sok şeyleri müphem bırakmış, sünnet onları açıklamıştır." Abdullah b. Mesud (r.a.) "Allah'ın, yaradılış şeklini değiştirenlere lânet ettiğini" haber verirken bir kadın "bunlar Kur'an da var mı?" diye sorar. Abdullah b. Mesud şöyle der: "Var tabii, sen şu âyeti okumuyor musun": "Rasûlullah size neyi emrederse onu yerine getiriniz neyi yasaklarsa ondan kaçınınız" (el-Haşr, 59/7; Abdullah b. Zeyd, Sünnetü'r-Resûl Şakîkatu'l-Kur'ân, s.54).

Hz. Peygamber sünnetine uyulmasını emrettiği gibi, kendi ashabına da uyulmasını emir buyurmuştur. Ashâba uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren gökteki yıldızlara benzetilmiştir. "Içinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sarılın. Çünkü her uydurma, bid'at; her bid'at sapıklıktır" (Ebû Dâvûd, Sünne, 5).

Kur'an-ı Kerim'de de sahâbîler hakkında şöyle buyurulur: "Ilk iman eden, en ön safta bulunan muhacırlerle ensar ve onlara iyilikle tabı olanlardan, Allah razı oldu. Onlar da Allah'dan razı oldular. Allah onlar için ebedî kalacakları, altında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Işte büyük kurtuluş budur" (et-Tevbe, 9/100). Allah'ın sahabeleri, övmesi, sonradan gelen ümmetin onlara tabı olmasını, övülmek için onlara uyun, onlar gibi olun, manasını zımnen ifade eder. Sahabelerden sonra gelen Tabiîn cemaâtından da iyilikle sahabelere uyanların; Allahu Tealâ'nın övgüsüne dahil olduğunu görüyoruz. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde bunu şöyle açıklar: "Ümmetimin en hayırlı dönemi, benim içinde yaşadığım dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir" (Buhâri, Fedâilu's-Sahâbe, 1). Sahâbilerin Allah ve Rasûlü tarafından övülmesi, sonrakilerin de onların yoluna iyilikle uymak kaydıyla bu övgüye dahil olması hadis-i şeriflerinde uyulması tavsiye edilen "cemaât"ın, sahâbîler ve tabiin cemaâtı olduğunu gösteriyor.

Hz. Peygamber (s.a.s.), "size ashabımı (onlara tâbı olmayı) tavsiye ederim, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da onların peşinden gelenleri. Daha sonra yalan yaygınlaşacaktır." Başka bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın rahmet eli cemaât ile beraberdir" (Tirmizî, Fiten, 7). Hz. Peygamber (s.a.s.)'in cemaatı tavsiye etmesi ve firka-ı nâciyenin (azabdan kurtulacak kesimin) cemaât olduğunu söylemesi, cemaât'ın kimlerden ibaret olduğunun belirlenmesini gerektirmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan bir topluluk hariç hepsi cehennemliktir" buyurmuştur. O topluluğun kimler olduğu sorulunca "benim ve ashabımın yolunda olanlar" diye cevaplamıştır. Bir rivâyette "cemaât" denilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur: "Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez. Ihtilâf gördüğünüz zaman size ‚sevâdu'l a'zam (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim" (Ibn Mâce. Fiten. 8). Sevâdu'l-a'zam: Sırât-ı Müstakım metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir (Ibnü'l-Esir, en-Nihâye, II, 419).

Hz. Peygamber, cemaâta, sevâdu'l a'zama tabi olunmasını emretmiştir. Cemaât; ilk dönemde, sahabîler; sonraki dönemlerde ise sâlih amel sahibi bilginlerdir. Abdullah b. Mübarek'e cemaat kimlerdir? denilince "Ebû Bekr, Ömer (r.a.)dır" diye cevap vermiş, "Onlar öldü", denilince de yine "falan ve falandır" demiştir. Onlar da öldü, denilince "işte şu Ebû Hamza es-Sekkerî cemaâtdır" der (Tirmizî, Fiten, 7). Imâm Tirmizî şöyle der: Âlimler, cemaâtı şöyle tarif etmişlerdir: "Ehl-i fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaâttir" (Tirmizî, Fiten, 7). Bu anlamıyla, âlimler cemaâtının sapıtması mümkün değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) "Allahu Teâlâ ümmetimi sapıklık üzerine bir araya getirmez. Allah'ın rahmet eli cemaâtledir. Kim cemaâtten ayrılırsa; cehenneme atılacaktır" (Tirmizî, Fiten, 7) diye buyurmuştur.

Şehristânî'nin tarifine göre "cemaât, bir sünnet ve metod üzerinde ittifak etmiş insanlar topluluğudur" (Şehristânî, el-Milel, 1, 47).

Islâm tarihinde ilk defa cemaât kelimesinin meşhur olması, Hz. Hasan (r.a.)'ın hilafeti Hz. Muaviye (r.a.)'a devretmesi yılında olmuştur. Müslümanların birliğini temin ettiği için bu yıla "senetü'l-cemâa" (birlik yılı) denilmiştir. Müslümanlar Hz. Peygamber (s.a.s.) vefat ettiğinde her bakımdan emniyete alınmış, düzenli bir sosyal yapıya sahiptiler. Ancak Hz. Osman'ın şehid edilmesi (ö.35/656) sonucu ortaya çıkan olaylar müslümanların zihinlerinde bir takım yeni soruların oluşmasına yol âçtı. Sahabîler öldürülmüş, hilâfet meselesi gündeme gelmişti. Öldürülen müslümanların durumlarının ne olduğu ve bu olaylarda kaderin tesiri meselesi gibi itikâdı meseleler konuşulur oldu. Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasındaki hilâfet meselesi ve bunun sonucu ortaya çıkan savaşlardan sonra, her iki tarafın sempatizanları arasındaki siyâsi sürtüşmeler söz konusu olmaya başladı. Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerin müslüman olması ve Islâm kültürüyle tanışması sonucu, onların kültürlerindeki meselelere Islâmî nassların mütekabıliyet meselesi tartışmaları başladı. Bütün bu meseleler taraflar arasında ifrat ve tefrit nedeniyle büyük uçurumlar ortaya çıkardı. Bunlara karşı sahâbîlerin çoğunluğu mutedil bir yol takip ederek cemaâtın birliğini muhafaza etmeye, siyası meselelerde aşırı taraf olmamaya çalıştılar. Bu zümrenin ilk mümessilleri olarak, Abdullah b. Ömer (r.a.) (74/693); Ibrahim en-Nehaî (96/714); Hasanü'l-Basrî (110/728) ve Imam-ı Âzam Ebû Hanife (150/767) sayılabilir. Ortaya Sıkan fırkalar hakkında görüş beyan ederek bu meseleler hakkında ilk defa merkezi zümrenin fikirlerinin temsilciliğini yapan Hasanü'l-Basri'dir. Onun ehl-i sünnetin fikrı ve itikâdı esaslarının tezahüründe önemli bir yeri vardır. Devrının siyâsi ve itikâdı meseleleri hakkında muayyen görüşler ileri sürmüştür. Emevi idarecilerini tenkit etmiş, zâlim idareciye her konuda itaat edilmeyeceğini savunmuş ve "Allah'a karşı bir günah söz konusu olunca, mahlûka itaat gerekmez" (bk. Buhâri, Ahâd, I; Müslim, Imâre, 39; Ebû Dâvud, Cihâd, 40, 87; Nesaî, Bıa, 34;,Ibn Mace, Cihad, 40; A. b. Hanbel, Müsned, I, 94, 409). Hadisine dayanarak Allah'a karşı gelmeyi gerektirecek bir istekte bulunduğu takdirde, idareciye itaat mecburiyetinin olmayacağını açıkça ifade etmiştir (Mes'ûdî, Murücüz-Zeheb, 111, 201). Hasanu'l Basrî, iktidar mevkiinde bulunanların uyarılmasının, ve onların cehennem azabıyle korkutulmasının, müslüman bilginlerin görevi olduğunu belirtmiştir. Ancak kılıçla karşı çıkılmasını kabul etmemiş, şöyle demiştir: Eğer zikrettiğiniz meseleler Allah'ın azâbını gerektiriyorsa insanlar, kılıçlarıyla Allah'ın cezasını döndüremezler. Eğer onlar bir gâile ise, Allah'ın hükmünü sabırla beklemelidirler.

Hasanu'l-Basrî Siyası otoriteyi elinde tutanların zâlim olabileceği hususunu kabul ederek, Peygamber (s.a.s)'in fitne anında âlimlere uyulmasını tavsiye etmesini dikkate alıp "Sizden olan ulû'l-Emre itaat edin" (en-Nisâ, 4/59) ayet-i kerimesinde geçen Ulû'l-Emr'i âlimler, fâkihler diye tefsir etmiştir. Sonraki dönemlerde Islâm ümmetinin manevi dinamiğini âlimler, Islâm hukukçuları belirlemiş, insanlar onların çevresinde toplanmıştır (Ibn Kesir, Tefsiru'l Kur'an'il-Azîm, II, 303). Büyük günah (Kebâir) işleyenlerin âkibeti ve kader meselesinde bazı yeni görüşler ileri süren, Vâsil b. Ata'yı meclisinden "kovmuş", haricilerin büyük günah işlediler iddiasıyle bazı sahâbîleri tekfir etmesini, bir nifak alameti saymış ve Gulât-ı Şia'yı (hulefâ-ı râşidine söven aşırı grup) reddetmiştir.

Sahâbilerin fitne çıkmadan önceki haline uyan, fitneler çıktıktan, müslümanlar fırkalara ayrıldıktan sonra da, sahabîlerin çoğunluğunun tutumunu benimseyen topluluk, kendilerini diğer bid'at fırkalarından ayırmak için, zaman zaman ehl-i sünnet, ehlü'l-hakk, "ehlu's-sünne ve'l-Istikâme, ehlu'l-hadis, ehlu'l-cemaâ, ehlu'l-hadis ve's-sünne ve ehlu's-sünne ve'l-cemaâ isimlerini kullanmışlardır. Ehlu's-Sünne terimini ilk kullanan, Muhammed b. Sirın (ö.110/728), "ehlu'l-hakk ve'l-cemâ'a" terimini ise, ilk defa kullanan Ebu'l-Leys es-Semerkandı (ö.373/898)'dir. Terim hicrî II. asır başlarından itibaren "ehlu'l-hakk ve'l-istikâme" "ehlu's-sünne ve'n-nakl", "ashabu'l-hadis" şekillerinde kullanılmıştır. Bu topluluk hakikatte bir fırka değil, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ve ashabının yolunu takib eden ekseriyettir. Sonraki dönemlerde bu isimler içerisinde diğerlerindeki ortak noktalan da toplaması açısından "ehlu's-sünne ve'l-cema'ât" ismi yaygınlaşmış ve kabul edilmiştir. Bu kullanışa yakın bir ifadeyi Ahmed b. Hanbel (241/855) "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'a ve'l-âsâr" şeklinde kullanmıştır. (Ibn Ebı Ya'la, Tabakatu'l-Hanâbile, Kahire 1952, I, 31). "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'â" şeklindeki ifade tarzına da elimizde bulunan eserlerden Ebûl-Leys es-Semerkandî (373/898)'nin "Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber" isimli eserinde rastlanmaktadır. "Ehlu's-sünne", dinde bid'atlerin ve çeşitli fikirlerin ortaya çıkmasından sonra sünnetin savunulması ve Ümmetin bütünlüğünün korunması hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Ehlu's-sünne, bid'at fırkalarına karşı bir tepki, onların dindeki yerini belirleme onların ortaya attığı meselelerin dini cevaplarını tesbit etme ve bid'ata karşı islâm cemaâtının tavır alma hareketidir.

Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Yahudiler yetmişbir fırkaya, Hristiyanlar yetmişiki fırkaya ayrılmıştır. Benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bütün hepsi cehennemliktir. Ancak bir fırka kurtulur. O da cemaâttır" (Ebû Dâvûd, Sünne, I; Tirmizî Iman, 18; Ibn Mace, Fiten, 17; Ahmed b. Hanbel, 11, 332, 111, 145; Hakim, Müstedrek, IV,430). Hâkim bu hadis için Sahihaynın şartlarına uygun bir hadistir der. Bu hadisi Hz. Peygamber (s.a.s)'den on sahabı rivâyet etmiştir. Hz. Ebû Bekr, Hz Ömer (r.anhum), müslümanların böyle gruplara ayrılacağını haber vermiştir (Bağdadı, el-Fark, s.8.9). Bu hadiste bildirildiği gibi müslümanlar fırkalara ayrılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) din hususunda sonradan ortaya çıkan şeylerden ümmetini sakındırmış, bunların bid'at olduğunu her bid'atın da insanı cehenneme sürükleyeceğini haber vermiştir (Ebû Dâvûd, sünne, 5). Bidatın din hususunda ashâb-ı kirâm ile tabiilerin yapmadığı ve şer'î delîlin gerektirmediği, sonradan ortaya çıkarılmış şeylerdir. Ehl-i sünnet akîdelerine aykırı itikatta bulunan ve fakat ehl-i kıble olan kimseye de "bid'atçı" denir. Bunlar, Cebriye, Kaderiye, Rafıziler, Haricîler, Muattıla (Mu'tezile) ve Müşebbihedir. Bunların her biri oniki gruba ayrılmıştır. Toplam yetmişiki fırKadir (Seyyid Œerif Cürcânî, et-Ta'rifât, s.40. 43). Bid'at; Peygamber (s.a.s)'den naklı meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir. Fakat bu, inad sebebiyle değil, bir nevî şüphe ile olduğu ve bir delile dayandığı zaman bid'at kabul edilir. Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri, bid'at sebebiyle tekfir edilemez... Şayet yaptıkları bu inkâr, bir tevil ve şüphe neticesi ise tekfir edilmezler. Fakat bid'atçı, asla şüphe götürmeyen katî delillere karşı inad ederek bid'ata inanırsa dinden çıkar. Mesela: Haşrı (ba's) veya kâinatın sonradan yaratıldığını kâbul etmemek gibi. Şüphe ile tevile kalkışanın şüphesi fâsid bile olsa, onun küfürle suçlanmasına engeldir. Meselâ: Allah Tealâ'yı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin "O azamet ve Celâl'inden dolayı görülmez" demeleri gibi. Bizim kıblemize dönenlerin hiçbiri, bir şüpheye dayanan bir bid'âttan dolayı tekfir edilemezler. Ancak zarûriyât-ı diniyeden kabul edilen dini katıhükümlerden birinin inkâr edilmesi, hilâfsız küfürdür. Meselâ: Bu âlemin sonradan meydana getirildiğine ve cesedlerin haşr edileceğine (ba's-ı cismânı) inanmayan kimse de dinden çıkar.

Hz. Ebû Bekr ve Ömer (r.anhum)'in hilâfetlerini inkâr eden ve onlara söven kimse, bu yaptığını bir şüpheye binâen yapsa dinden çıkmaz. Hz. Ali (r.a)'ın Allah olduğunu ve Cibril'in hata ettiğini iddia edenler, dini çizginin dışına çıkar. Çünkü bu bir şüphe ve içtihaddan dolayı değil, sırf hevâ ve heveslerinden dolayı bir inkâr niteliğindedir. Bid'atlardan sayılan Allah'ın sıfatlarının zâtı üzerinde zâid manalar olduğunu kabul etmeyen, kabır azabını, şefaati, büyük günah işleyenin cehennemden çıkacağını ve Allah'ı görmeyi inkâr eden Mu'tezile tâifesi gibi câhil bid'atçılar tekfir edilemese de sapıklıkta sayılırlar. Çünkü Kur'an ve sahih sünnetin bu konudaki delilleri açıktır. Çünkü ehl-i kıble tekfir edilmemiştir. Diğer yandan onların şâhidliklerinin kabul edileceğine dair icmâ vâki olmuştur. Halbuki bir kâfirin müslüman aleyhine şahidliği geçerli değildir. Günahı mübah saymanın küfür olması meselesi ise, şöyle açıklanmıştır: Şayet inaddan dolayı ve delilsiz ise küfürdür. Şer'i delilden dolayı inkâr ise, ma'zur değildir. Kullarının kalblerini en iyi Allah bilir (Ibn Abidin, Reddu'l-Muhtar, 1, 560, 561). Itikâdı konulardaki inancımız kesin delil ve naslarla tesbit edildiği için, itikad şüphe ve tereddüd mahalli değildir. Fıkhı bir mezhebe taraftar olanlar bilmeli ki, bir konuda müctehid hatalı veya isabetli, bir diğer konuda bir başka müctehid hatalı veya isabetli olabilir. Fakat itikadı meselelerde bu hüküm geçerli değildir. Bid'atçi da haklı olabilir, biz de haklı olabiliriz denilemez. Ibn Abidin bu konuyu şöyle açıklar: Itikadımızdan murad, hiçbir kimseyi taklıd etmeksizin her mükellefe inanılması vacipolan meselelerdir. Bizim itikadımız, ehlü's-sünne ve'l-cemaât mezhebidir. Ehlü's-sünnet; Selefiler, Eş'arîlerle Mâtûridîlerdir. Bu iki fırka itikadda genellikle bir gibidirler. Sayılı meselelerde, aralarında küçük farklar vardır. Bazıları, aralarındaki ihtilâfın genellikle lâfzı olduğunu söylemişlerdir. Hasımlarımızdan maksat, itikatları küfre varan bid'atçılarla, küfre varmayanlardır. Küfre varan bid'adlara örnek: Âlemin kadım olduğunun iddia edilmesi, Peygamberin bi'setinin inkârı gibi. Küfre varmayan bid'atlara örnek: Kur'an'ın mahlûk olduğunu ve Allah'u Teâlâ'nın kulları için kötülüğü irade etmedığının iddia edilmesi gibi (Ibn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, 1, 48, 49,). Rafızilere ve bid'at ehline benzememeye çalışmak ve onlara muhalefet etmek gerekir. Bid'at ehline benzemek câiz değildir. Ancak onlara teşebbüh kasdıyla yapılan benzemek ve onların kötü hallerini taklıd etmek uygun değildir (Ibn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, V, 472).

Bid'atçılar hakkında ki bu genel hükümlerin açıklanmasından sonra; ilk bid'at fırkalarının ortaya çıkışını ele alabiliriz: Ilk çıkışları Hz. Ali (r.a.)'ın hilâfeti dönemindedir.

Şehristâni (549/1154) Islâmi fırkaları; Kaderiyye, Sıfatiyye, Hâriciyye, ve Şiâ olarak dört ana gruba ayırmış, yetmişüç fırkanın bunlardan yayıldığını belirtmiştir (Şehristânî, a.g.e, 1, 15).

Ibn Hazm ise, (ö.457/1065),Islâmi mezhepleri: Ehl-i sünnet ve cemaat, Mu'tezile, Mürcie, Şîâ ve Hariciler olarak beş grupta toplamış, bunlardan ehl-i sünnet'i hak ehli", onun dışındakileri ise, bâtıl ehli" olarak belirttikten sonra, ehl-i sünnet'i, sahabe ve tabiînin seçkinleri, ehl-i hadis ile onlara uyanlar olarak tarif etmiştir (Ibn Hazm, el-Fısal, II, 113).

Hz. Ali (r.a.)'ın hilâfeti döneminde ortaya çıkan bid'at fırkalarının ilki olan Hâriciler başlangıçta bir siyâsi fırka olarak ortaya çıkmıştır. Şîâ ise, bir Yahûdi olan, Yemenli Ibn Sebe'nin tahriki ile, Hz. Ali taraftarlığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır.

Şîa'nın ilk ortaya çıkışında şüphesiz ki, Abdullah Ibn Sebe'nin etkisi inkâr edilemez. Ibn Sebe' Yemenli bir yahudidir. Islâm'ı içten tahrip etmek için Yemen yahudilerinin planı gereği müslüman gözükerek, yahudi ve mecûsî kültüründen aktardığı sapık görüşleri Islâm'a sokmaya çalışmıştır. Velâyet, vesâyet, ric'at, ilâhı hak kavramlarını ilk defa Islâm'a sokan bu şahıstır. Şîâ âlimleri de, Ibn Sebe'nin yaptığı bu tahribatı kabul ederler. Önde gelen Şiâ ulemâsından en-Nevbahtî bunlar arasındadır.

Bütün bu gelişmeler konusunda hicrî ikinci yüzyıldan itibaren Islâm ülkelerinde yaygın hale gelen siyâsi, dinî, itikâdı ve fıkhı görüşler arasında Hz. Peygamberin ve ashabının yolunu savunmak için ortaya çıkan imamlar, ehl-i sünnet akîdesini sistemleştirmişler, ehl-i bid'ate karşı mücadele etmişlerdir. Hasanü'l-Basrî (110/128). Bu hareketi sistemleştirenlerin ilki sayılmaktadır. Ehl-i sünnet akîdeşinin esaslarını ortaya koyması yönüyle Imam-ı Azam Ebû Hanife'yi de bu ekolün öncülerinden saymak gerekir. Ehl-i sünnet ve'l-cemaât'in selefilerden farklı metotlarıyla tanınan Ebû Mansur-el-Mâturîdî (ö.333) ve Ebu'l-Hasan el-Eş'arî (ö.324), sünnetin izleyicisi düşüncenin olgunlaşmasında özel role sahiptirler.

Islâmî fırkaların ortaya çıkmasında siyâsi ve sosyal şartların da rolü olmuştur. Tarihin belli dönemlerinde, Sünnilik, Şîa ve Mu'tezile biribirlerine üstünlük sağlamışlar, zaman zaman sırayla devletin resmi mezhebi olmuşlardır. Bu rekabet, mezhep taassuplarına, düşmanlık ve çatışmalara sebep olmuştur.

Ehl-i sünnet âlimleri arasında, zamanla bazı görüş ayrılıkları olmuştur. Ancak hepsinin de dayandığı temel; Kitap, Sünnet ve bu iki kaynağa uygun olan sarıh ve sahih akıldır. Aralarındaki bazı farklı görüşler esasa taalluk etmeyen ve teferruat sayılan konularda görülmüştür. Bu ihtilâfların çoğu, lâfzîdir.

Ehl-i sünnet, önceleri; ehl-i sünnet-i hassa olarak bilinirdi. Daha sonraları Ehl-i Sünnet-i âmme adıyla şöhret buldu. Gerçek şu ki; Kur'an ve sünnette yer verilmeyen, ashâb ve tâbiînin de üzerinde görüş beyan etmedikleri meselelere dalmayıp, dinî nasları yorumlamadan onları olduğu gibi alanlara, Ehl-i sünnet-i hassa, ehl-i tevhid veya Selefiyye denildi. Hakkında nass, Sahabe ve tâbiînin görüşü bulunmayan bazı itikâdı meseleleri de yeni bir metodla inceleyerek, gerektikçe aklı yorum ve te'vile gidenlere ise ehl-i sünneti âmme adı verildi. Eş'âriyye ve Mâtûridîyye gibi (Izmirli Ismail Hakkı, Yeni Ilmî Kelâm, s.97).

Ehl-i Sünnet âlimleri; Başta Imam Eş'ârî, Imam Mâturîdî olmak üzere, Imam Gazâlı, Fahriddün er-Râzı, Sadeddin Taftazanî, Seyyid Ali el-Cürcânî ve Ibn Teymiye, ehl-i sünnet akîdesini aklı ve naklî delillerle güçlendirmişler, başta Mu'tezile ve diğer bid'at ehl-i mezhep ve fırkalarla mücadele etmişler, onların Kitap ve sünnete aykırı, görüşlerini reddetmişler, Aristo ve O'nun gibi düşünen Yunan ve Müslüman filozofların sapık, mesnedsiz ve batıl fikirlerini çürütmüşlerdir.

Kısaca ehl-i sünnet:

Selefiyye ve Mâtûridîyye ve Eş'âriyye olarak metod bakımından üçe ayrılmaktadır. Yukarıda da işaret edildiği gibi selefiyye, yorum ve teşbihe kaçmadan nasları olduğu gibi kabul edenlerin mezhebidir. Meselâ Imam Malık: "Şüphesiz ki Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arş üzerinde istivâ etti" (el-A'râf, 7/154) âyetinin tefsirinde: "Istivâ malumdur, keyfiyyeti ise meçhuldür. Bu konuda soru sormak bid'attır" demiş, teşbih ve te'vile gitmemiştir (Kurtubî, Tefsir, V11,217-218). Imam Mâturîdî ve Eş'arî'nin temsil ettiği ehl-i sünnet-i âmme ise, Cenab-ı Hakkı mahlukata benzetmekten tenzih gayesiyle müteşâbih nassları te'vil etmişlerdir. Arş üzerinde istiva etti sözünü "Arşda hükümran oldu" Allah'ın eli sözünü Allah'ın kudreti ve rahmeti olarak te'vil etmeleri gibi.

Maturidîler ile Eş'ariler arasında da bazı lâfzi ihtilâflar vardır. Bu ihtilâfları onüçten elliye kadar çıkaranlar olmuştur (Bekir Topaloğlu, Kelâm Ilmi, 146).

Öte yandan mezhepler, siyâsi fıkhı ve itikâdı olarak birçok meselede biribirleriyle bağlantılıdırlar. Aynı mezhep içinde birçok farklı eğilimler bulunabilmektedir. Meselâ; Fıkhi, ameli konularda Sünnîlerin önemli bir kısmı, Hanefi'dir. Hanefilerin büyük çoğunluğu itikâdı konularda Mâtûridî'dirler. Ehl-i Sünnetten Şafîi ve Malıki olanların çoğu itikatta Eş'âri, Hanbeliler ise genelde Selefîdirler.

Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfii, Ahmed b. Hanbel, Mâtûridî, Eş'âri, Ebû Bekr el-Bakıllânı, Abdulkâdir el-Bağdâdi, Imamu'l-Harameyn el-Cüveyni, Imam Gazzâli, Fahreddin er-Râzî ve Nasıruddin el-Beyzâvi gibi âlimler, ehl-i sünnetin önde gelen simâlarıdır.

Ibni Teymiyye ile Ibnü'l-Kayyim el-Cevazıyye gibi selef mesleğini tercih eden bazı âlimler son asırlarda, Selefiyye diye bilinen Ehl-i Sünnet-i Hassâ mezhebini ihya ve neşre çalışmışlardır. Islâm âleminin büyük çoğunluğu itikadda Eş'âri veya Mâtûridî diye şöhret bulan ehl-i sünnet-i Âmme mezhebi üzeredirler.

Abdulkâdir el-Bağdâdi'ye göre, ehli sünnet sekizzümreden meydana gelmektedir:

1- Ehl-i bid'atın hatalarına düşmeyen kelâm âlimleri,

2- Sevri, Evzâî, Dâvûd ez-Zahiri dahil büyük müctehid fakihler ve mensupları,

3- Muhaddisler,

4- Ehl-i bid'ate meyletmeyen sarf,Nahv, lugat ve edebiyat âlimleri,

5- Ehl-i sünnet görüşüne sadık kalan kıraat imamları ve müfessirler,

6- Müteşerrî Sufiyye, yani şeriate bağlı tasavvuf ehli,

7- Ehl-i sünnet yolundan ayrılmayan müslüman mücahidler,

8- Ehl-i sünnet akîdeşinin yayıldığı memleket ahalisi (el-Bağdâdı, el-Fark beynel-Fırak, s.313-318; Bekir Topaloğlu, a.g.e., s.109-110).

Islâm dünyasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Sünnîlik sadece bir isim, sıfat veya mezhep değil, bütünüyle bir yaşam tarzıdır ki, tamamen Kitap ve Sünnete uygun olarak İslam'ın hayata tatbikidir.

Itikadda orta yol, ehl-i sünnetin yoludur. Ümmet-i Muhammed (s.a.s.)'in ana özelliği, itidaldır. Cenab-ı Hak, bunu şu şekilde belirtiyor: "Işte böylece biz, sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık" (el-Bakara: 2/143).

Câbir b. Abdullah'tan gelen sahih bir rivâyete göre, Hz. Peygamber, toprağa düz bir çizgi çizdi ve bu çizginin üstüne elini koyup, şöyle buyurdu: "Işte bu, Allah'ın yoludur." Daha sonra o çizginin sağlına ve soluna da çizgiler çizdi. "Bunlar da değişik tefrika yollarıdır. Herbirinin basında ona çağıran bir şeytan vardır" dedi. Bilahare şu âyeti okudu: "Bu benim dosdoğru yolumdur. Öyleyse ona uyun. Sizi o'nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın" (en-En'âm, 6/153) (Ibn Mâce, Mukaddime, 2; Dârimî, Mukaddime, 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/435). Hz. Peygamber (s.a.s.) burada dinde sağla sola sapmalara işaret etmiş, doğru yolun ortadaki ehl-i sünnet yolu olduğunu belirtmiştir.

Imam Tahâvî, ehl-i sünnet yolunu şöyle özetlemektedir: Bu din, ifratla tefritin ortası, teşbihle ta'tilin ortası, cebr ile kaderciliğin ortası, ümitsızlıkle aşırı güvenin ortası, korku ile ümidin ortası bir yoldur. Işte dinimiz, zâhiren ve bâtınen budur. Tefrika görüşlerden, merdûd mezheplerden, müşebbihe, mûtezile, cehmiyye, cebriyye, kaderiyye v.s. gibi ehl-i sünnet ve'l cemaat'e muhalefet eden, dalâlete sapan mezheplerin görüşleri ehl-i sünnet âlimlerince incelenmiş ve delillere dayanan ikna edici cevaplar verilmiştir (Tahâvi, Şerhû akiteti't- Tahaviyye, 586-588).

Nixie
5 September 2009, 17:28
KONU: EHL-İ SÜNNET VE'L-CEMAAT KİMDİR EHL-İ SÜNNET VE'L- CEMAAT OLMAYAN BİR KİMSE MÜSLÜMAN SAYILIR MI?
Asr-ı saadette herhangi bir problem ortaya çıktığı zaman ihtilafa yol açmadan kolayca halledilirdi. Çünkü Peygamber (sav) en az günde beş defa müslümanlarla bir araya gelip onlarla birlikte karşılaştıkları problemleri gözden geçiriyordu. Peygamberi aşan bir mesele ortaya çıktığı zaman hakkında vahy-i ilahi nazıl olup onu açıklıyordu. Peygamber (sav), şrtşhal ettiğinde tabii olarak Kur'an-ı Kerim ile Peygamber (sav)'in sünneti her şeyi açıkça belirtmediğinden, birçok meselelerde ihtilaf başgösterdi. Bu sebeple ibadet ve hukuk alanında mezhepler oluştuğu gibi inanç sahasında da fırkalar meydana geldi. İnanç sahasındaki fırkalar; Mu'tezile, Şia, Havarıç, Neccariye, Müşebbihe, Mürcie, Cebriye ve Ehl-i Sünnet olmak üzere sekiz sınıfa ayrılmıştır.

Nixie
5 September 2009, 17:29
KONU: EHL-İ TERTİB
Tertibin sözlük anlamı; tanzim etmek, dizmek, sıralamak ve düzene koymak, tedârik edip hazır hale getirmek, bir şeyi bir yere sâbit ve dâîmî kılmak, mertebelere göre davranmak, hile ve aldatmak.

Hedeflenen bir neticenin meydana gelmesi için lâzım olan sebeplerin sıralarına göre tanzim edilmesi, bir neticeye varmak için sırasına riâyet edilmesi gereken sebepler de, tertibin tanımına girmektedir.

Ehl-i tertib, yukarda anılan fiilleri yapan kimselere, yani tertibe riâyet edenlere verilen isimdir. Ancak asıl mevzu, bu terimin ıstılâhî yönüdür.

Istılah olarak "ehl-i tertîb", farz olan beş vakit namazı, ara vermeden vaktinde ve muntazam olarak kılanlar hakkında kullanılan bir tâbirdir. Bu duruma göre, üzerinde beş vakitten az veya en çok beş vakit kaza namazı olan kimse "ehl-i tertîb" sayılır. Üzerindeki kaza namazı altı vakti bulan kimse "ehl-i tertîb" olmaktan çıkar.

Hanefi mezhebine göre, "ehl-i tertîb" sayılan bir kimsenin, kazaya kalmış namazları arasında ve kazâ namazıyla vakit namazları arasında tertîbe riâyet etmesi gerekir. Kaza namazını kılmadan vakit namazını kılması câiz değildir. Aynı şekilde öğlenin kazaya kalmış namazını, sabahın kazaya kalmış namazından önce kılması da doğru olmaz.

Üzerinde altı vakitten az kazâ namazı bulunan kimse, vaktin farzını edâ ederken bunu hatırlarsa, kılmış olduğu vakit namazı geçici olarak bozulmuş olur. İkinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci vakit namazlarını da bu şekilde, kaza namazlarını hatırladığı halde kılar ve hiç birini iâde etmezse, beşinci vakti kılmakla bütün namazları sahih olur. Çünkü namazdaki bozulma mevkûfen -geçici- duruyordu. Beşinci vakte kadar böyle mevkûf olarak bulundurulur ve beşinci vaktin farzı kılınırsa hepsi de sahih olmuş olur. Beşinci vakti kılmadan kaza namazını kılacak olsa, bundan önce kılmış olduğu dört vakit namazı nâfileye dönüşür, böylece tümünü kazâ etmesi gerekir.

Tertib, şu üç husustan dolayı bozulur:

1- Kazaya kalan namazlar beş vakti aşarsa,

2- Vakit, ancak hazır namazı kılacak kadar daralırsa,

3- Vakit namazı edâ edilirken kazâ namazı unutulursa.

Üzerindeki kaza namazları sayısını beş veya beşten daha aşağı bir sayıya indiren kimse, bir görüşe göre tekrar "ehl-i tertîb"den sayılır. (Merginânî, el-Hidâye, 1. cüz., bâbü kadâi'l-fevâit; Ö. Nasuhi Bilmen, Büyüt İslâm İlmihali, Celal Yıldırım, Büyük İlmihal, kaza namazlarında tertib.)

Nixie
5 September 2009, 17:29
KONU: EHVEN-İ ŞER
Ehven, kelime anlamı itibariyle, "daha hafif"; şer ise, hayrın karşıtı olup, "meşru olmayan her türlü iş" demektir. Terkip olarak da ehven-i şer, diğerlerine kıyasla zarar ve fenalık bakımından daha hafif olan kötülük anlamında kullanılır.

Mecelle'de, "İki şerden, daha hafif olanı (ehven-i şerreyn) ihtiyâr olunur" (Mecelle, md. 29) şeklinde bir genel kural bulunmakta olup, bununla anlatılmak istenen şudur: Câiz ve meşrû olmayan iki şeyden birinin işlenilmesi durumunda kalınırsa, bunlar arasında kötülük ve fenalık bakımından daha az ve hafif olanı tercih edilir. Çünkü, haram olan bir şeyi işlemek, ancak zarûretten dolayı mübah kılınmaktadır (Mecelle, md. 21). Zarûretler de kendi miktarlarınca takdir olunacağına göre (Mecelle, md. 22), daha hafif olan dururken, daha ağır ve büyük bir haramı işlemek zarûret sınırını aşmak olur.

Aynı içerikte olmak üzere, "İki kötülükle karşı karşıya gelince daha hafif olanı işlenerek, büyüğünün çaresine bakılır" (Mecelle, md. 28) ve "Daha şiddetli olan zarar, daha hafif olan zararla izâle olunur" (Mecelle, md. 27) şeklinde iki genel kural daha vardır ve bunların her üçü de yaklaşık olarak aynı anlamı ifâde eder.

Bu genel kuralı, pekçok alana uygulama imkânı vardır. Bu kuralın uygulama örneklerinden biri şöyledir: Bir kimsenin çok değerli bir incisi yere düşüp, bir tavuk tarafından yutulmuşsa, incinin sahibi, tavuğun değerini ödeyerek tavuğu sahibinden satın alır (Mecelle, md. 902). Bu durumda tavuğun sahibi, tavuğu satmamazlık edemez. Şayet direnecek olursa, fiyatı kendisine ödenerek, tavuk ondan cebren alınır. Kural olarak bir kimsenin malını, rızası hilâfına satmak câiz değilse de, burada daha büyük zararı gidermek amacıyla, daha hafif olan zarara katlanılmış ve sözkonusu kural gereğince, mülkiyetin dokunulmazlığı prensibine bir nevî sınırlama getirilmiştir.

Diğer bir örnek de şöyledir: Bir kimse, arsasını, şuf'a hakkına sahip olan komşusuna (şefi') teklif etmeden başka birine satarsa, şefi' bu arsayı müşteriden geri alabilir. Ancak, müşteri, böyle bir tarzda satın aldığı arsa üzerine, bir ev yaptırmışsa, bu durumda iki ihtimal sözkonusudur. Birincisi, ev cebren (telâfisi olmayacak şekilde) yıkılarak arsa, müşterinin elinden alınır ve arsaya ödediği fiyat kendisine iâde edilir. İkincisi, şuf'a hakkına sahip olan kişi, arsayı kendisi satın almak istemesi halinde, müşterinin yaptırdığı evin kıymetini de ödemeye icbâr edilir.

Birinci ihtimalde müşteri için sözkonusu olan zarar, yaptırdığı evin, kendisine hiçbir karşılık verilmeden yıkılması olup, ağır bir zarardır. Çünkü, müşteri, uğradığı zararı hiç kimseden talep edememektedir. İkinci ihtimalde ise, zarar, "şuf'a hakkına sahip olan kişi hakkından olup, daha az para ödeyerek çıplak alması mümkün olan bir arsayı, bir de üzerindeki eve para ödeyerek satın alma durumunda kalması şeklindedir.

Bu olayda iki taraflı bir zarar sözkonusudur. Şu kadar ki, şuf'a hakkına sahip olan kişinin uğrayacağı zarar, karşılığında hiç değilse bir bedel bulunduğu için yani şefi' evin mülkiyetine sahip olduğu için, bu zarar müşterinin telâfisi olmayan zararından daha hafif (ehven) sayılmıştır.

Bu ve benzeri prensiplerle, akıl ve mantığın rahatlıkla kabul edebileceği bir sistem dahilinde genelde, hukukî hayata bir esneklik ve istikrar kazandırmasına ve adil bir dengenin kurulmasına çalışılmıştır.

Nixie
5 September 2009, 17:30
KONU: EL- HİDAYE
E1-Hidâye, tanıtmaya çalıştığımız el-Merginâni'nin yine kendi yazdığı "Bidâyetü'1-Mübtedî" adlı kitabın şerhidir. Ama aslında Kudûrî'nin ((428/1036) Muhtasarı ile Imâm Muhammed'in (189/804) el-Câmiu's-Sağir'inin bir araya getirilmiş açıklamalı şeklidir. (Hacı Halîfe; Kesfu'z-zunun 2)2032.) Ayrı ayrı dört cüz ya da iki büyük cilt halinde bir kaç defa basılmıştır. Ayrıca başta Kemalûddîn ibn Hümâm'in Fethu'1- Kadîr'i olmak üzere, bazı şerhleriyle beraber de, yine birkaç defa basılmıştır. Hidâye ayrıca çeşitli dünya dillerine terceme edilmiştir.(bk. Y.Ziya Kavakçı, Karahanlılar Devrinde Islam Hukukçuları s.133)Osmanlı medreselerinde yıllarca ders kitabı olarak okutulan Hidaye için: "Zamanın gözü bir ikincisiyle sürmelenmediği değerli bir kitap" (Taşköprüzade, Miftâhu's-sa'ade 2/l64.) denmiştir.Hidâye'yi yazışının hikâyesini müellif şöyle anlatır: "Ilk tahsil yıllarımda istiyordum ki, fıkıhta hacmi küçük, fonksiyonunu büyük ve her konudan sözeden bir kitap bulunsun. Derken zaman geçti ve Kudûrî'nin Muhtasar'ının en güzel, en az ve en öz kitap olduğunu, küçük-büyük herkesin el-Câmiu's-Sağîr'i ezberlemeye teşvik edildiğini görünce, ikisini birleştirmeye ve zorunluluk olmadıkça da, onlarda olandan başkasını almamaya karar verdim. Ortaya çıkan kitaba "Bidâyetü'1-Mübtedî - Ilk Heveslilere Bir Başlangıç" adını verdim ve sonra da bunu "Kifâyetü'1-Müntehî Sona Varanlara Yeterli" adıyla şerh etmeye muvaffak oldum."( Lüknevî, Fevâid, s. l41-l42. Kifâye adlı bu Şerhin bazı kaynaklar'da seksen cilt olduğundan (bk. Taşköprüzâde, Mevzuâ'tü'l-ulum I/724, bazılarında ise sekizcilt olduğundan (bk. IA Merginân md.l sözedilir. Seksen cilt diyenler, ya fasıkül halindeki cüzleri kastetmiş olmalı, ya da bir hatâ sonucu "sekizi, seksen" diye okumuş bulunmalıdırlar. Çünkü müellifin önsözündeki "bir nebze uzun oldu" ifadesi, ancak sekizcilt için yerinde bir ifadedir. Seksen cilt olsaydı "çok uzun oldu" demeliydi.) Bitirince biraz uzun olduğunu gördüm ve bu yüzden kitabın terkedileceğinden endişe ederek, gayretleri "Hidâye" isimli bir başka şerhe yönelttim. Bundan ana rivayetleri ve sağlam içtihatları alarak, her konudaki fazlalıkları bıraktım, uzun olmasından kaçındım."( Merginânî, Hidâye, (Mukaddime) I/N.) Değerli hocam Ruhi Özcan merhum, Hanefi mezhebinde sistematiği ve tertibi en güzel olan fıkıh kitabının Hidâye olduğunu söylemişler ve otuz yılda bitmek üzere plânladığı fıkıh külliyatını onun tertibi üzere belirlemişlerdi.Şimdiki adıyla "Ümmü'1-Kurâ" Üniversitesinde doktorasını tamamlamak üzere olan bir arkadaşım da, hocalarından bir Arap fıkıhçının "Beni üç tane Mütenebbî Divanı yazmakla, Hidâye'nin üç sayfası gibisini yazmak arasında muhayyer bıraksalar, Mütenebbî Divani gibisine göz kestiririm de, Hidâye'nin üç sayfası gibisine cesaret edemem" dediğini anlatmıştı. Buna rağmen ibaresinin "her talebe tarafından anlaşılabilecek sehlü'1-mümtenî" kabılinden" olduğu söylenir.(Taşköprüzade age.1 /725.) Hidâye üzerine onlarca şerh, hâsiye, şerhe hâsiye, ihtisâr, tahriç ve tâ lik yapılmış (bk. Kâtip Çelebi, age. 2/2031 vd.; Bu Şerhlerden özellikle, Fethu'l-kadîr, elnihâye, el-Binâye ve tahriçlerden de Nasbu'r-râye meşhurdur. Fethu'l Kadîr üzerine Aliyyü'l- Kârî'nin bir hâşiyesinden söz edilirki, mevcut olması halinde çok değerli bir kitap olmalıdır. Yine Fethu'l-Kadîr'e Ibrahim el-Halebînin de tenkitli bir ihtisarından söz edilir. (bk. agk.)) ve bu özelliğiyle de o, Hanefi mezhebinde ilk sıralarda yer almıştır. Merginânî'nin kendi oğlu Imâmüddin, Hidâye için: "Hidâye, Beleynini hidâyete götürür ve siler körlügü. / Artık ey aklı olan, ondan ayrılma ve onu belle / Ki, kim bunu elde ederse, / En uzak arzuyu elde etmiştir." anlamında bir dörtlük söylemiş, birbaşkası da: "Hidâye Kur'ân gibi neshetti,/Kendinden önce yazılan şeriat kapılarını. / Öyleyse koru kıraatini, sarıl tilâvetine / Ki, sözün hatâ ve yalandan uzak olsun" demiştir.(Taşköprüzade age. I/725.)Hidâye'de Merginânî'nin kendine özgü bir terminoloji ve metodu vardır ki, onu okuyanların bunları bilmesinde sayısız yararlar mevcuttur:

Nixie
5 September 2009, 17:30
KONU: ELFÂZ-I KÜFÜR
Elfâz'ın tekili olan lâfız; söz, sözcük ve ifade demektir. Küfür ve küfr ise "kefera" fiilinden mastar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir. Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden "münkir" veya "kâfir" * denilmiştir. Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere "elfaz-ı küfür" adı verilir.

Bir mümini küfre düşüren sözler üçe ayrılır. Bunları: istihza; dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf; inanılması gereken ve zarurat-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak: bir islâmi hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukâddes olan şeylere küfretmek.

Allahu Teâlâ'nın zatî, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka yollu da olsa alay ederek konuşmak, bunları küçümseyici sözler söylemek ve Allah'a sövmek kişiyi dinden çıkarır (el-Fetâva'l-Hindiyye, II, 258). Âyette şöyle buyurulur: "Allah ile, O'nun âyetleriyle, O'nun Rasûlü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın. Siz imandan sonra küfre düştünüz" (et-Tevbe, 9/65 vd.)

Peygamberlik müessesesi ve peygamberlikte alay etmek, onları küçük düşürücü sözler söylemek sövme sayılır. Bu yüzden diğer peygamberleri veya Hz. Peygamber'i küçük gören alay eden ve O'na ezâ veren dinden çıkar. Ayetlerde şöyle buyurulur: "Şüphe yok ki, Allah'a ve Resulu 'ne eziyet verenlere Allah dünyada ve ahirette lânet etmiştir. Onlara çok küçük düşürücü bir azap da hazırlamıştır" (el-Ahzâb, 33/57). "Münafıklardan öyleleri vardır ki, peygamberi incitiyorlar ve, 'O her söyleneni dinleyen bir kulaktır' diyorlar. De ki, 'O sizin için bir hayır kulağıdır. Allah'a da inanır, müminlere de. İman edenleriniz için bir rahmettir. Allah'ın Resulune eziyet verenlere ise acıklı bir azab vardır" (et-Tevbe, 9/61).

Ebû Hanife ve tâbileri, İmam Şafii, İmam Ahmed b. Hanbel ve İmam Mâlik gibi İslâm hukukçularının büyük çoğunluğuna göre, Hz. Peygamber'e söven kimse dinden çıkar ve öldürülmesi gerekir. Diğer peygamberlere söven de dinden çıkar ve öldürülür (İbn Teymiyye, es-Sârimü'l-Meslûl, Nşr. Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Mısır 1960, s.512, 565).

Mukaddes kitaplara ve Kur'an-ı Kerim'e sövmek veya bunların aslını inkâr edici sözler söylemek küfürdür. Kur'an'la, bir sûresi veya ayetiyle alay etmek, onu küçümsemek küfürdür (Aliyyu'l-Kârı, Şerhu'l-Fıkh'ı-Ekber, Mısır 1323 h., s.151 vd.; el-Heytemî, ez-Zevâcir, I, 30). Kur'an'ın Allah kelâmı değil de beşer sözü olduğunu söylemek de küfürdür. Velid b. Muğîre (ö.1/622) Kur'an hakkında şöyle demişti: "Bu ancak sihirbazlardan öğrenilip nakledilen bir sihirdir. Şüphesiz bu bir insan sözüdür". Yüce Allah da Velid hakkında "Ben de O'nu muhakkak cehenneme sokacağım'' (Müddessir, 74/24 vd.) buyurmuştur.

Meleklere sövmek, alay etmek, ayıplamak, onları küçük görmek küfürdür. Cebrâil (a.s.)'in vahyi getirirken hata ettiğini, Hz. Ali yerine yanlışlıkla Hz. Muhammed'e vahyi verdiğini söylemek de kişiyi dinden çıkartır (İbn Abidin, Reddu'l-Muhtâr, III, 292; el-Fetâva 'l-Hindiyye, II, 266; Ahmet Saim Kılavuz, İman-Küfür sınırı, İstanbul 1982, s.132-133).

Ashâb-ı Kirâm'ı tekfir ederek, onların mümin olmadığını söylemek küfürdür. Sahâbeyi küçümsemek, alay etmek ve onlara buğzetmek ise bid'at ve sapıklıktır. Diğer mü'minleri tekfir edenin dinden çıkması ile ilgili hadislerin vâhid haber kabılinden olması konuyu kelâmcılar arasında tartışmalı hale getirmiş, sahâbeyi tekfir edenin kâfir sayılması hükmü ise aşağıdaki delillere dayandırılmıştır.

Ayetlerde ashâb-ı kirâm övülmüştür: "Müminler ağaç altında sana bey 'at ettikleri zaman Allah onlardan razı olmuştur. Allah onların kalplerindekini bildi de, onlara huzur ve itminan verdi. Onları pek yakın bir fetih ve zaferle mükâfatlandırdı " (el-Fetih, 48/18). ''Muhâcirlerden ve ensârdan en ileri ve önce gelenlerle, iyilikte onlara tâbi olanlardan Allah razı olmuştur; onlar da Allah 'tan hoşnut oldular, Allah onlara, altında ırmaklar akan cennetler hazırladı; Onlar orada ebedi kalırlar. İşte en büyük mutluluk da budur" (et-Tevbe, 9/100).

Sahâbeyi öven pek çok hadis de vardır. "Ashâbıma sövmeyiniz. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse, onların iki avuç veya bir avuç miktarındaki bağışına ulaşamaz '' (Müslim, Fedâilu's-Sahâbe, 54; Ebû Dâvûd, Sünnet, 11; Tirmizî, Menâkıb, 59; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 111, II). "On kişi var ki, cennettedir: Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Abdurrahman, Sa'd, Said ve Ebû Ubeyde" (Tirmizî, Menâkıb, 26). "Ümmetimin en hayırlısı aralarında bulunduğum bu nesildir. Sonra onları takip edenler, sonra onların ardından gelenlerdir" (Buhâri, Fedâilu's-Sahâbe, I, Rikâk, 7). Sahâbeyi tekfir eden, bize Kur'ân-ı Kerîm'i tevâtüren nakleden bir nesli mahkum etmiş olmaktadır.

Âlimlere ve fakihlere sebepsiz yere sövmenin dinden çıkaracağına dair çeşitli fetvâlar verilmiş ise de, kendileri ayet ve hadislerle övülen sahâbelere sövenin bile kâfir değil sapık ve bid'atçı sayıldığı düşünülürse bu kimselerin fısklarıyla başbaşa bırakılması daha uygun olur (Aliyyü'l-Kâri, a.g.e., 156-159; el-Fetâva'l-Hindiyye, II, 270 vd.; el-Heytemi, a.g.e., I, 31; İbn Âbidin, Reddu'l-Muhtar, III, 293, Mecmuatü'r-Resâil, I, 360).

Hanefilerin çoğunluğu bir kimsenin sahabeye sövmeyi, onlarla alay etmeyi, onları küçümsemeyi helâl görüp bu fiilleri isleyecek olursa kâfir, helâl görmeden isleyecek olursa fâsık olacağını, söylemiştir. Ancak bazı Hanefi fakihleri, aynı sözler Hz. Ebû Bekir ve Ömer için söylenirse, söyleyenin dinden çıkacağını söylemişlerdir. Hanefilerden bir grup âlim ise, sahâbe büyüklerine sövenin siyaseten öldürülmesini câiz görür. İmam Mâlik, Hz. Peygamber'e sövenin öldürülmesi, ashâba sövenin ise te'dib amacıyla cezalandırılması gerektiği kanaatindedir. Ahmed b. Hanbel'e göre ise, sahâbeden birine söven kimse şiddetli bir şekilde dövülür (Aliyyu'l-Kâri, a.g.e., II, 410-411; İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, III, 293, Mecmuatü'r-Resâil, I, 359; İbn Teymiyye, es-Sarimu'l-Meslul, s.561).

Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irade ve ihtiyarla söylenmesi gerekir. Tehdit, zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse zorlama tam ise, yani öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme tehdidi varsa küfür sözü söyleyebilir. Ayette şöyle buyurulur: "Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesna olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sine açarsa Allah'tan onlara bir azap vardır" (Nahl, 16/106). Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını gösterir. Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı Sümeyye'yi İslâm'dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini de öldürmüştür. Yâsir'in oğlu Ammâr'ı da bir kuyuya atarak işkence yapmışlar, Ammar işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla dolu olduğu halde, diliyle İslâm'dan döndüğünü söylemiş ve canını kurtarmıştır. Haber Hz. Peygamber'e ulaşınca, kendisiyle görüşmüş ve yine işkenceye maruz kallısa aynı sözleri söylemesine ruhsat vermiştir. Yukarıdaki ayet-i kerîme bu olay üzerine inmiştir (İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe, I V, 130 vd.)

Nixie
5 September 2009, 17:31
KONU: ELLİ DÖRT FARZ
"Elli dört farz" terimi, Islam'in halk seviyesinde anlatımında bu terimi çıkaranlara göre dinin en önemli emir ve yasaklarını anlatan bir ifadedir ve elli dörtle sınırlandırıcı bir nassa ya da ictihada dayanmamaktadır. Bir diğer ifade ile Islam'in öğrenildiği temel deliller olan, kitap, sünnet, icma, kıyas ve onlara bağlı deliller böyle bir sınırlama ve sayıdan söz etmezler. Islam'da pek çok emir ve yasakların olduğu vakıadır. Hatta bu emir ve yasaklar arasında bir hiyerarşinin (büyüklük - küçüklük sırasının) bulunduğu da genel kabul gören bir durumdur. Buna göre bazı farzlar diğerlerinden daha önemli, bazı yasaklar da diğerlerinden daha ağırlıklı olabilir. Ancak bunları hem birbirine karıştırmak, hem de elli dörtle sınırlamak doğru değildir. Zaten saydığımızda da görüleceği gibi bu tertip ilmi olmaktan uzaktır ve muhtemelen bir vaiz efendinin dinin temel prensiplerini kendine göre bir sıraya koymasından oluşmustur.

Bazı basit el ilmihallerinde Mızraklı Ilmihal'den (Mizraklı Ilmihal (1321 Osmanlıca baskısı) 49-51.) alınarak (Elli Dört Farz) diye sayılan prensipler şunlardır: Allah'ı bir bilip zikretmek, Helaldan kazanıp yemek, Abdest almak, Beş vakit namaz kılmak, Cünüplükten yıkanmak, Rızka Allah'ın kefil olduğunu bilmek, Helaldan ve temiz giymek, Allah'a tevekkül etmek, Kanaat etmek, Kazaya razı olmak, Belaya sabretmek, Günahlardan tevbe etmek, Şeytan ı düşman bilmek, Kur'an-ı delil kabul etmek, ölümü hak bilmek, Allah'ın sevdiğini sevmek sevmediğini sevmemek, Ana-babaya iyilik etmek, Iyıligi emretmek, Kötülükten sakındırmak, Akrabayı gözetmek, Emanete ihanet etmemek, Allah'tan daima korkmak, Allah'a ve Resulüne itaat etmek, Günahlardan sakınıp ibadetle meşgul olmak, Ulul emre itaat etmek, Dünyadaki varlıklara ibret göze ile bakmak, Tefekkür etmek, Dilini çirkin sözlerden korumak, Kalbini kötü düşüncelerden temizlemek, Kimse ile alay etmemek, Harama bakmamak, Doğru sözlü olmak, Kötü şeyler dinlememek, Ilim öğrenmek, Ölçü ve tartıda adil olmak, Allah'ın azabından emin olmayıp korkmak, Fakirlere sadaka verip yardım etmek, Allah'ın rahmetinden ümit kesmemek, Nefsin arzularına uymamak, Allah için yemek yedirmek, Yeterli helal rızık aramak, Zekatını vermek, Hayızlı ve nifaslı zevcesine yaklaşmamak, Kalbi bütün günahlardan temizlemek, Kibirlenmemek, Yetimin malını korumak, Livatadan sakınmak, Beş vakit namaza devam etmek, Kimsenin malını haksız yere yememek, Allah'a şirk koşmamak, Zinadan sakınmak, Sarhoş edici içkileri içmemek, Yalan yere yemin etmemek. Mızraklı ilmihalının bu sıralamasına baktığımızda: 1. Bunların her birerlerine istilahi anlamda farz denemeyeceğini görürüz. Farz: Sarı' (şeriat koyucu) tarafından yapılması kesin ifade ile istenen ve yapanın sevap kazandığı, yapmayanın ise günah ve cezayı hakkettiği fiillerdir. Oysa kimse ile alay etmemek, içki içmemek, zina ve livate yapmamak gibi şeyler, bir şeyi yapmak değil, yapmamaktan ibarettirler. Din istilahında bunlar farz ile değil, haram ile ifade edilirler. Bu konuda "terletmeyi" de bir eylem yapma olarak görmek zorlama olur. 2. Bu maddelerin pek çoğunun, diğerlerini de içine aldığından tekrar oldukları açıktır. Mesela Kur'an-ı delil kabul etmek, dedikten sonra, anaya babaya iyilik etmek, akrabayı gözetmek, içki içmemek vs. gibi şeyler hep onun tekrarı olmuş olurlar.Çünkü Kuran'i delil sayan herkes bunları ve benzerlerini de zaten böyle kabul edecektir. Keza dünyadaki şeylere ibret gözüyle bakmak ile, tefekkür etmek farklı şeyler değildir.3. Ölümü hak bilmek gibi şeyler de farz telakki edilemez. Çünkü ölümün hak, yani mutlaka gerçekleşecek olduğunu herkes bilir. Zekatını verenin ayrıca sadaka vermesi ise zaten farz değildir.4. Sıralamada hiçbir değer ve meratip gözetilmemiştir. Mesela cünüplükten yıkanmak başlarda yer alırken, Allah'a şirk koşmamak gibi önemli bir yasak sonlarda zikredilmiştir. 5. Bazı küçük günahlar sayıldığı halde, haksız yere adam öldürmek, sihir yapmak, zina iftirasında bulunmak, faiz yemek, cepheden kaçmak... gibi büyük günahlar zikredilmemiştir. Bu ve benzeri tutarsızlıklar "Elli Dört Farz" gibi bir terimin ilmi ve isabetli kullanılmadığının delilidirler. Onun yerine "Dinin emir ve yasaklarının önemlileri" denerek, tekrarlardan uzak ve büyükten küçüğe doğru sıralı bazı temel prensipler verilse, en azından öğretici bir özetleme olmuş olabilir. "Otuziki Farz" terimi ise "Elli Dört Farz"a göre daha tutarlıdır.

Nixie
5 September 2009, 17:31
KONU: EMR-İ Bİ'L-MA'RUF NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
İyiliği emretme, kötülükten alıkoyma.

Maruf, şerîatın emrettiği; münker, şerîatın yasakladığı şey demektir. Başka bir deyimle Kur'an ve sünnete uygun düşen şeye maruf; Allah'ın râzı olmadığı, inkâr edilmiş, haram ve günah olan şeye de münker denilir (Râğıb el-İsfahânı, el-Müfredât, s.505; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2357-2358; V, 3118).

Yani marufu emretmek iman ve itaata çağırmak; münkerden nehyetmek de küfür ve Allah'a başkaldırmaya karşı durmaktır (Kadı Beydâvî, Envârü't-Tenzil, 2/232).

Kur'an-ı Kerîm'de, ''Sizden hayra çağıran, marufu emreden, münkerden vazgeçirmeye çalışan bir ümmet bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir" (Alu İmrân, 3/104) buyurulmaktadır. Bu ayetle marufun emredilmesi ve münkerden menedilmesi işi bütün İslâm ümmetine farz kılınmıştır. İslâm uleması bu görevi ümmet içinden bir grubun yapmasıyla diğerlerinden sorumluluğun kalkacağını, ancak hiç kimsenin yapmaması halinde bütün müslümanların sorumlu ve günahkâr olacağını söylemiştir (Yazır, a.g.e., II, 1155).

Başka bir ayet-i kerimede yüce Allah Şöyle buyurmaktadır: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Marufu emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız; çünkü Allah'a inanıyorsunuz...'' (Alu İmrân, 3/110).

Müminler, dünyadaki en hayırlı toplumdur ve iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan en güzel ahlâkla yetişmişbir toplumdur. Bu toplumun korunması için bu ayetlerle dinin en önemli ilkeleri olan iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe, çağırmak emredilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle onun kötülüğünü söylesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir'' (Müslim, İman, 78; Tirmizî Fiten. 1I- Nesaî iman 17 İbn Mâce, Fiten, 20).

Marufu emretmek, münkerden alıkoymak sorumluluğunun ağır bir yük olduğunu Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu buyruğu ortaya koymaktadır: "Bana hayat bahşeden Allah'a andolsun ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez" (Ebû Dâvûd, Melâhim, 16; Tirmizî, Fiten, 9; İbn Hanbel, V, 388). şu âyet de ibretle düşünmeyi gerektirmektedir:

"...onlar, (İsrailoğulları) birbirlerine hiçbir münkeri yasaklamadılar. Yemin ederiz ki yapmakta oldukları şey çok kötü idi..." (el-Mâide, 5/78-79). Yine başkâ âyetlerde müşriklerden başka, müminlerin karşısında münkeri emreden, marufu yasaklayan, böylelikle Allah'ın emir ve yasaklarına karşı çıkarak, emredilenin tam tersini yapan münâfıklar da zikredilir (bk. et-Tevbe, 81/67).

Hz. Peygamber'in çeşitli buyruklarında müslümanların her birinin birer çoban olduğu, elleri altındakilerden sorumlu bulunduğu, mü'minler arasında canlı ve sürekli bir toplumsal birliktelik ve beraberliğin olması, dâima zayıfın hakkının güçlüden alınmasından yana tavır takınılması, cihadın en faziletlisinin zâlim bir devlet başkanına karşı hak bir söz söylemek olduğu belirtilmektedir.

Bir toplumda ma'rûfu emreden, kötülükten menedenler olmazsa giderek münker olan işler bírer kural haline, bir yaşama biçimi haline gelirler. Şeytanlar hak ile bâtılı karıştırır, doğruyu bozarlar; insanlara Allah'ı unuttururlar. Böyle bir toplumda müslümanın tavrını yine âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu buyruğunda bulmak mümkündür:

"Sizde iki sarhoşluk ortaya çıkmadıkça Allah tarafından gelen hak din üzere devam edersiniz: Cehâlet sarhoşluğu ve dünyaya aşın düşkünlük. Siz iyiliği emreder, kötülüğe engel olur ve Allah yolunda cihad ederken içinizde dünya sevgisi oluşuverince iyiliği emretmez, kötülüğe engel olmaz ve Allah yolunda cihadı bırakırsınız. O gün Kitap ve sünnetin emirlerini yaymaya çalışanlar Ensâr ve Muhâcirlerden İslâm'a ilk giren kimseler gibidirler'' (Bezzâr, Mecmau'z Zevâid, VII, 271); "İyileriniz zâlimlerinize yardakçılık eder; Fıkıh kötülerinizin, saltanat da küçüklerinizin eline geçer. İşte o zaman fitnenin hücumuna uğrar ve birbirinize düşersiniz" (a.g.e., VII, 286); ''(Bu durumda ise) açık günahlar herkese zarar verir, kötüler iyilere musallat olur, iyilerin de kalbi mühürlenir, lânetlenirler. Fitne günlerinde ise sabırlı olmak ateşi kor halinde elde tutmak gibidir" (Kenzü'l-Ummâl, II, 68-78).

Marufun emredilmediği, münker den alıkonulmayan toplumların nasıl helâk edildiği, nasıl Allah'ın azâbının onları kuşattığı Kur'an-ı Kerîm'de hemen her sûrede zikredilmektedir (A ' râf, 7/163 vd).

İslâm bilginleri, bir şeyden korkarak kötülüğe engel olmamanın âdeta o kötülüğü kabul etmek ve ona katılmak anlamına geldiğini; asıl korkunun Allah'tan korkmak olduğunu; iyiliği emretmek ve kötülüğü engellemek görevinin eceli yaklaştırmadığını ve rızkı kesmediğini; ancak göz göre göre tâkat dışı belâya direnmenin de câiz olmadığını söylemişlerdir (Kenzü'l Ummâl, II, 141 vd).

İnsanlar için en hayırlı topluluk olan İslâm ümmetinin bireyleri birbirlerinin bütün dertleriyle ilgilenen kişilerden meydana gelir. Halbuki diğer bütün dinlerde iyilik ve kötülük her ferdin kendi sorunudur. Meselâ Tevrat'ta, "Rab, Kabıl'e sordu: 'kardeşin nerede?' O da, 'Bilmem, ben kardeşimin bekçisi miyim?" gibi bir ifade vardır (Tevrat, Tekvin, 4/9).

Marufu emretmek, münkerden alıkoymak görevini İslâm ümmeti içinden öncelikle âlim olanlar üstlenir; yoksa bu iş câhillere bırakılmaz. Çünkü câhiller her şeyi altüst ederler, kavram ve değer kargaşasına yolaçarlar. Görevin yerine getirilmesinde ana ilke her müslümanın ahirette hesap vereceğini bilmesi bilincidir. Toplumlar genelde ikiye ayrılırlar: Maruf toplumlar, münker toplumlar. Münker toplumlar oluşmuş veya oluşmaktâ iken, müslümanların ma'siyete, münkere, tâğuta itaatten kaçınmaları farzdır (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 144). Yani müslümanların her münker toplumunu maruf toplum, İslam hükümlerinin yaşandığı toplum haline getirmeleri fârz kılınmıştır. Çağdaş demokrâtik-laik toplumlar dini sadece Allah'la kul arasında bir mesele olarak görürler ve İslâm'ın maruf münker ilkeşinin sadece ahlâkı bir mesele olduğunu vâzederler. Halbuki hayatın bütün yönlerini Allah ve Resulunün emir ve yasakları doğrultusunda yaşamak ve münker toplumları İslâmî toplum haline dönüştürmekle görevli olan müslümanların bu durumuyla demokratik ilkeler birbirine hem karşıt, hem de çelişiktir. Bu sebeple müslümanların her zaman marufu emretmeleri, münkerden sakındırmaları mümkün olmaz; karşılarına münker toplumun emir ve yasakları çıkarılır. İşte bu noktada müslümanlar için şu buyruk geçerlidir: "Ey iman edenler siz kendinize bakın; doğru yolda iseniz sapıtanlar size zarar veremezler" (el-Mâide, 5/105). Çağdâş toplumla müslümanın çelişkisi onun, ancak Allah'a ve Resulune itaat edeceği gerçeğinden dolayı İslâmî bir devleti gerçekleştirmesini zorunlu kılar. Bir yandan bu yolda çalışırken öte yandan münkerlerle mücâdele kesintiye uğramaz, marufun emredilmesinden geri kalınmaz. Bu nokta şunun için önemlidir: Maruf, ne salt ahlakçılık demektir, ne de İslâm'ın ana ilkelerinin yerine insan haklarının geçirilmesidir. Maruf, tek kelimeyle İslâm'ın kendisidir. Münker de, aslı itibariyle veya ahlâkı açıdan sadece kötü şeyler değil, tam anlamıyla İslâm'ın yasakladığı her şeydir. Yeryüzünün değişik yerlerinde, değişik rejimlerde ve şartlarda yaşayan müslümanlar için değişmeyen ölçü budur. Bunun tek yöntemi de Rasûlullah'ın sünnetidir. "Size peygamber neyi verdiyse onu benimseyiniz..." (Haşr, 59/7).

Gerçek maruf-münker görevi, en başta insanın kendisinden başlayarak yapılır (Bk. el-Bakara, 2/44). Bazı insanlar her devirde, Resule itaati söylerler, kendileri itaat etmezler; sadakayı emrederler, kendileri vermezler. İşte şu ayet-i kerimede onlar uyarılmaktadır: "Kitabı okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyiliği emredersiniz? Düşünmez misiniz?" (el-Bakara, 2/44). İyiliği emredip kendileri yapmayanlar için hesap gününde dudaklarının ateşten makaslarla kesileceği haberi verilmiştir (İbn Kesir, 1, 8).

İkincisi, Rabbin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağırmak, insanlarla en güzel şekilde tartışmak, azgınlara bile yumuşak söz söylemektir (en-Nahl, 1 6/ 1 25; Tâhâ, 20/43).

Sonuçta marufun emredilmesi, münkerin yasaklanması meselesi, sadece bir fetvâ olayı değil; aile, hukuk, siyaset ve ekonominin her zaman içiçe geçmiş bir şekilde şerîatın gerekleri doğrultusunda savunulması ve yaşanması demektir. Bu, sistemli bir davet çalışmasını gerektirir. İslâm'ın ilk yayılışı da böyle olmuştur. İslâm'ın hâkim olmadığı düzenlerde, ehl-i kitab'a karşı veya müşriklere ve diğer gayri İslâmî zümrelere karşı tek geçerli davet metodu Resulullah'ın sünnetidir. Bunu ancak Resulullah'ın sünnetiyle açıklayabiliriz. Yoksa basit bir ahlâkçı, bir vâiz, hattâ bir muhtesib * gibi davranarak değil. "Dirilerin ölüsü" olarak kalmak isteyen, yani eliyle, diliyle ve kalbiyle toplumdaki münkeri kötülemeyen kimse ne kötüdür... Tevrat'ta: "Kişi iyiliği emr, kötülüğü yasakladığı takdirde kavminin nezdinde derecesi kötüleşir" denilerek İslâmî hâreket ve ahlâk saptırılmış, dinin esası tahrif edilmiştir. O sebeple Allah katında din olarak yalnız İslâm geçerlidir.

Öte yandan, İslâm toplumlarında ise marufun emredilmesi, münkerin yasaklanmasında ictihada giren konularda uyarıcılık yapılmaz. Meselâ Hanefiler, unutularak besmelesiz kesilen hayvanın etini yiyen bir Şâfiîye, "Bu yediklerin haramdır" şeklinde bir uyarıda bulunamaz; zira bunlar Şâfiî'ye göre helâldir. İşte emri bi'l-mâ'rûf nehyi ani'l-münkeri herkesin yapamamasından kasıt budur. Ancak, herkesin bildiği büyük-küçük günahlar, dinin kesin yasaklamaları hakkında herkes bu görevi yerine getirir (İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûmi'd-Din, Emri Bi'l-Mâ'ruf ve Nehyi Ani'l-Münker bölümü). Fakat Şâfiîler, besmelesiz kesilen hayvanların etini yemek isteyen Hanefilere ikazda bulunabilir. Gerek Allah hakları, gerekse kul hakları olsun bütün ma'rûf ve münkerlerde önce sözlü, sonra fiilî uygulama esastır. Mutezile ise kul hakkıyla ilgili olmayan meselelerde sözle veya fiille uyarıcılığı kabul ederken; bunu da ancak imamın yapabileceğini, fertlerin karışamayacağını savunmuştur.

Enes b. Mâlik'ten rivâyet edilen bir hadiste şöyle bir hüküm bulunmaktadır: "Biz Allah'ın Resulune 'Ey Allah'ın Rasûlü, biz iyiyi tamamen işlemedikçe emredemez miyiz? Kötülükten tamamen sakınmadıkça menedemez miyiz?' diye sorduk. Resulullah şöyle buyurdu:

"Siz iyiliğin tamamını işlemezseniz dahi iyiliği emrediniz. Siz kötülüğün tamamından sakınmasanız dahi kötülükten sakındırınız" (Taberânî).

Hz. Lokman'ın oğluna öğüdü her zaman ve mekanda uyarıcının hâlini beyan eder: "Yavrum, namazı gereği üzere kıl; iyiliği emret ve fenâlıktan alıkoy. Bu hususta sana isabet edecek eziyete katlan. Çünkü bunlar kesin olarak farz kılınan işlerdir" (Lokman, 31/17).

[Only Registered Users Can See Links]

Nixie
5 September 2009, 17:32
KONU: EMVÂL-İ BÂTINA (ZEKATTAN GİZLENEN MALLAR)
Bâtını veya gizli mallar. Gizli olan veya zekât memurlarından gizlenmesi mümkün ve kolay olan mallar bu gruba girer. Bunların tam olarak tespiti zordur. Ancak sahiplerinin beyanı, herhangi bir yerde emânet edilmiş olmalarıyla tesbitleri mümkün olabilir. Altın, gümüş, nakit paralar, mücevherât ve ticaret malları bu çeşide girer. Evinde altın zinet eşyası bulunduran bir kadın bunların varlığını zekât memuruna bildirmezse, araştırma yaparak bunları tesbit etmek imkânsızdır. Bu yüzden gizli malların zekâtı, sahiplerinin vermesi için devlet mâliyeşinin kontrolü dışında bırakılmıştır.

Hz. Osman devrine kadar ister gizli olsun, ister açık bütün malların zekâtı devlet tarafından alınmaktaydı. Hz. Osman'ın hilâfeti zamanında devlet gelirleri arttı. Ticaret malları ile nakit paranın tesbit ve kontrolü zorlaşmaya başladı. Bunun üzerine Hz. Osman bâtını malların zekâtını sahibinin isteğine bıraktı. Bu mallara sahip olan kimseler, devlet başkanının vekili kabul edilerek zekâtlarını muhtaçlara bizzat vermekle yükümlü tutuldular. Sâib b. Yezid şöyle diyor: "Hz. Osman'ın minbere çıkarak şöyle dediğini duydum: 'Bu ay zekât verme ayıdır. Kimin üzerinde zekât borcu varsa, borcunu ödesin". Hz. Osman devrinde başlayan bu uygulama günümüze kadar bu şekilde devam edegelmiştir. (el-Kâsânı, Bedâyiü's-Sanâyi', I!, 7; Seyyid Sâbık, Fıkhu's-Sünne, I, 204). Ancak İslâm devleti uygun gördüğü takdirde emvâl-i bâtınanın zekâtını da toplayabilir. Bunların toplanıp emvâl-i zâhire ile birlikte tek elden yani devlet eliyle dağıtılması çok daha yararlı olur.

Nixie
5 September 2009, 17:32
KONU: EMVAL-İ ZÂHİRE (SAKLANMASI ZOR OLAN MALLAR)
Açıkta olan, görülebilen, saklanması kolay olmayan mallar.

Emvâl, "mal"ın çoğuludur. Mal; insan tabiatının meylettiği ve ihtiyaç için biriktirdiği şeylerdir. Birşeyin mal oluşu herkesin veya bir kısım insanların ona ilgi duyması ve değer vermesiyle sâbit olur. Arapça'da önceleri yalnız altın ve gümüş için kullanılan bu terim, daha sonra nakit para, menkul ve gayr-i menkul mallardan maddî değeri olan her şeyi kapsamına almıştır (İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, XI, 636). "Zâhir": açık, açıkta, gizli olmayan anlamındadır. Emvâl-i zâhire, bir zekât* terimi olup; görünen ve tesbiti imkân dahilinde olan açık malları ifade eder. Bunun zıddı emvâli bâtına, yani gizli kalabilen mallardır. Bu iki terim, zekâtın devlet eliyle toplanması konusuyla ilgili olarak ortaya çıkmıştır.

Zekâtın devlet eliyle alınması ayette şöyle ifade edilir: "Müminlerin mallarından zekât al ki, onunla kendilerini temizlemiş ve mallarını bereketlendirmiş olursun. Zekât verdikleri zaman da onlara dua et. Zira senin duan onlar için bir huzur vesilesidir" (et-Tevbe, 9/103-104). Hz. Peygamber yasadığı sürece zekât ona veya görevlendirdiği zekât memurlarına verilmiştir. İbn Sırın (ö.110/728) şöyle der: "Başlangıçta zekâtlar Hz. Peygamber'e veya onun görevlendirdiği memurlara verilirdi. O'ndan sonra halife olan Hz. Ebû Bekir'e veya tâyin ettiği memurlara; Hz. Ömer devrinde de yine kendisine veya zekât memurlarına veriliyordu. Hz. Osman devrinde de ayrıl şekilde devam etmişse de onun şehîd edilmesi üzerine müslümanlar görüş ayrılığına düşerek, bir kısmı zekâtı devlete vermekte devam ediyor, diğer bir kısmı da zekâtlarını kendileri dağıtıyorlardı" {Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, Kitâbü'l-Emvâl, 751). Enes b. Mâlik'ten rivâyet edildiğine göre, Temimoğulları kabilesinden bir adam Peygamber'e gelerek "Yâ Resulullah, zekâtı senin gönderdiğin memura ödediğim zaman, Allah'a ve Resulune karşı sorumluluktan kurtulur muyum?" diye sordu. Hz. Peygamber şu cevabı verdi: "Evet, zekâtı benim gönderdiğim elçiye ödediğin zaman kurtulur, borçtan berâat edersin. Ödediğin zekâtın sevabı sana, günâhı da onu değiştirene aittir" (Mâlik, el-Müdevvene, II, 88). Hz. Ebû Bekir halife olunca, zekâtı devlete vermek istemeyen bazı kabilelere karşı, devlet güçlerini göndererek onları itâat altına almıştır" (Y. Vehbi Yavuz İslâm'da Zekât Müessesesi, İstanbul 1977, 419).

İşte Hz. Osman devrinden sonra da devlet eliyle toplanan emvâl-i zâhire, toprak altından veya toprak üstünden elde edilen ya da elde edilmesi mümkün olan bütün mallar ve hayvanlardır.

Bunlar toprak mahsulleri, hayvanlar ve madenlerden ibarettir. Zekât miktarları ise şöyledir:

1) Kendiliğinden veya yağmur suları ile sulanan toprakların mahsullerinde; 1/10 (Onda bir).

2) Dışardan sulama, gübreleme gibi enerji sarfetmek suretiyle elde edilen mahsullerde; 1/20 (Yirmide bir).

3) Yeraltı kaynakları, maden, petrol... ve definelerde 1/5 (Beşte bir).

4) Hayvanlardan; Sığır cinsinde 1/30 (Otuzda bir); koyun cinsinde 1/40 (Kırkta bir); deve cinsinden, her beş deve için bir koyun; atlarda, her at için bir dinar (4 gr. altın para). (Geniş bilgi için bk. Zekât).

Bunların dışında kalan altın, gümüş, nakit, mücevherat ve ticaret malları emvâl-ı bâtına (gizli mallar)dır. Bunların zekâtı, Hz. Osman devrinden itibaren sahipleri eliyle verilmeye başlanmıştır (es-Serâhsı, el-Mebsut, III, 18; el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', II, 7, 69; İbn Âbidîn, Reddü'l

Muhtâr, XI, 59; Seyyid Sâbık, Fıkhu's-Sünne, I. 204).

Nixie
5 September 2009, 17:32
KONU: EŞ'ARİYYE
Ebu'l-Hasen el-Eş'ârî'nin (324/935-36) öncülüğünü yaptığı, kelâm metodunu benimseyen kelâm ekolü. Çoğulu "Eşâ'ira" gelir.

Eş'ariyye ismi, her ne kadar, Ehl-i Sünnete mensup iki ekolden birisinin ismi olsa da, bu ekolün ortaya çıkışı dikkate alındığında, ehl-i bidata mukabil kullanılması itibariyle genel anlamda Mâtûridîyye'yi de içine alarak, Ehl-i Sünnet'in genel ismi olarak anlaşılmaktaydı. Zira, o yıllarda akaidin önemli meselelerinden birini teşkil eden Allah'ın sıfatları meselesinde birbirine zıt iki görüş ileri sürülüyordu. Bunlar, sıfatları kabul eden Selefiyye görüşü ile onların bir kısmını kabul etmeyen Muattıla görüşü idi. Selefiyye'ye sıfatları kabul etmesi sebebiyle "Sıfâtiyye" deniliyordu. Eş'ârî Selefiyye'ye geçtikten ve Eş'ariyye ekolünün temsilcisi olduktan sonra, sıfatları kabul eden Ehl-i Sünnete "Eş'ârîyye" denilmiştir. İşte bu bakımdan Eş'ârîyye, ehl-i bid'ata mukabıl olarak kullandığı takdirde Maturidiyye'yi de içine almaktadır (Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi 153. Ayrıca kaynaklar için bk. Şehristânı, el-Mile'l 1/92-93; İzmirli, Yeni İlm-i Kelâmı/l 10).

Eş'ârîyye Mezhebi, Mu'tezile'ye karşı bir anti-tez olarak doğmuş ve selef akidesini esas almıştır. Fakat, akaid meselelerinin ele alınışında kelâmı bir istidlâl kullanılmış, te'vile yer verilmiştir. Eş'ariyye'ye mensup kelâm âlimleri zamanla te'vile daha çok yer vermişler, zaman zaman da kelamda yenilikler yaparak, Kelâm ilmini felsefe ile meselelerini tartışabilecek bir güce kavuşturmuşlardır. Gazzâlî'nin faaliyetleri bu hususun en canlı örneği olarak ele alınabilir. Kısacası, Eş'ârî kelâmında aklın büyük önemi vardır. Zira, ortaya çıkışındaki ortamda bunun böyle olmasını zorunlu kılıyordu .

Eş'ârîyye ekolü önce Irak ve Suriye'de yayılmış daha sonra da Nizamiye medreselerine Eş'ârî âlimlerinin tayin edilişiyle geniş bir alana yayılma imkânı bulmuş ve Mısır ile Mağrîb ülkelerine kadar yayılmıştır.

Eş'ârî'den sonra bu ekole mensup olarak, ortaya atılan fikirleri geliştiren âlimler arasında şunları saymak mümkündür: Ebû Bekir el-Bâkıllânî (403/1012-1013); İmâmu'l-Haremeyn Cüveynî (478/1085-86); Ebû Hâmid Gazzâli (505/1111); Şehristânî (548/1153-54); Fahru'd-din Râzı (606/1209-10); Sayfullah Âmidî (631/1233-34); Beydâvî (685/1286 -87); Sa'dud-din Teftâzânî (793/139091); Seyyid Şerif Cürcânî (816/141314); Celâlu'd-din Devvânı(908/1502503).

Eş'ârîyye ekolünün genel görüşlerine gelince; Bunları bir fikir vermesi açısından ana hatlarıyla şöyle sıralanabilir: Ancak bu görüşleri tam anlamıyla ifade edebilmek için dayandıkları esaslar ve istidlâl yollarıyla, delilleriyle ele almak en doğru yol olacaktır. Bu da burada mümkün olmadığı için bunları ana başlıklarıyla verme yolunu tercih ediyoruz.

1. Ma'rifetullah: Akıl hiç bir şeyi vâcip kılamaz. Akıl, Allah'ı bulabilecek güçte bile olsa, Allah'ı bilmek şer'an vaciptir. Aklen bir vucûbiyyet yoktur. Şeriattan, dinden- haberi olmayan insan, hiç bir şeyden sorumlu değildir.

2. Nübüvvet: Nübüvvet için erkek olmak şart değildir. Kadında peygamber olabilir.

3. Cüzi İrade: Cüzi irade müstakil değildir, onu da Allah yaratır.

4. Kesb: Kesb, insan gücünün, güç yetirilen şeyle birlikte olmasıdır. Eş'ârîyye ekolünde kesb anlayışı kapalı bir şekilde anlatılmıştır. Bu yüzden anlaşılması diğer meselelere göre daha zordur.

5. Husn ve Kubh: Husn ve kubh şer'îdir, akıl ile idrak olunamaz. Ancak Allah'ın emir ve yasağı ile bir şeyin iyi ya da kötü olduğu bilinir. Bir şey emredilmiş ise iyidir, nehyedilmiş ise kötüdür. Emir ve nehiy olmadan iyilik ve kötülük bilinemez.

6. Tekvin: Tekvin hakiki bir sıfat olmayıp, itibarı bir sıfattır, kudret sıfatının bir taallukudur.

7. Sebep ve Hikmet: Allah'ın fiilleri bir hikmete göre olmadığı gibi bir sebebe de bağlı değildir. Çünkü Allah, yaptıklarından sorumlu değildir.

8. Güç Yetirilemeyen Şeyle Teklif: Allah'ın insanın gücünün dışında kalan bir şeyin yapılmasını emretmesi ve kullarını bununla mükellef tutması caizdir. Ama böyle bir durum vaki olmamıştır.

9. İbadet Mükellefiyeti: Kâfirler iman etmekle mükellef oldukları gibi, ibadet etmekle de mükelleftirler. İbadet etmedikleri için ayrıca ceza göreceklerdir.

10. İrtidad: Dinden çıkmış olan, yeniden iman ederse amelleri de kendisiyle geriye dönmüş olur.

11 . Kelâm-ı Nefsı: Kelâm-ı Nefsî'nin işitilmesi caizdir.

12. Kur'an-ı Kerîm: Kelâm-ı nefsî durumundaki Kur'an mahluk değildir. O Allah'ın kelâmıdır. Ses ve harflere muhtaç değildir. Elimizde bulunan mushaf ise, ses ve harflere muhtaç olan kelâm-ı lâfzîdir ve mahluktur. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Bir şeyi(n olmasını) dilediğimiz zaman sözümüz ancak ona "ol" dememizden ibarettir. O da derhal oluverir" (en-Nahl, 16/40). Kur'an yaratılmış olsa idi, Allah kendi sözü olan Kur'an'a ol demiş olacaktır. Halbuki "ol' sözü de Kur'ân'dadır.

13. Ezelde Ma'dûma Hitab: Yüce Allah'ın hitabının ezelde ma'duma (yokluk) taalluk etmesi caizdir. Buna göre Yüce Allah ezelde mütekellimdir.

14. Tevbe-i Ye's: Ümitsizlik halinde yapılan tevbe makbuldur.

15. Şefaat: Şefaat haktır ve kıyamet günü gerçekleşecektir.

16. Rü'yet: Yüce Allah'ın ahirette mü'minler tarafından gözle görülmesi mümkündür ve görülecektir. Bu hem aklı deliller hem de naklî deliller ile desteklenmiştir. Allahu Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurur: ''O günde (kıyamette) peygamberlerin velilerin ve müminlerin yüzleri apaydınlıktır. Rablerine orada hiçbir engel olmaksızın bakıcıdırlar'' (el-İnsân, 75/22-23) .

Nixie
5 September 2009, 17:33
KONU: EŞHURU'L-HURUM( HARAM AYLAR)
Haram aylar, hürmete lâyık aylar (Zilkâde, Zilhicce, Muharrem, Receb). Bu aylarda savaş yapmak yasak olduğu için bu adı almıştır.

Câhiliye devrinde Araplar arasında iç savaşlar eksik olmazdı. Yalnız haram aylarda savaş yapılmazdı. Bu aylarda panayırlar kurulur, şiir yarışmaları yapılır; yahudiler, hristiyanlar ve puta tapıcılar dinlerini yayarlardı. Eğer bu barış aylarında savaş olursa, yasak çiğnendiği için "Ficâr savaşı" denirdi. Peygamberimiz (s.a.s.)'in yirmi yaşlarında iken, Kureyşlilerle Hevâzin kabilesi arasında yapılan Ficâr savaşlarına katıldığı rivâyet edilmektedir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu savaşta kimsenin kanını dökmemiş, yalnız atılan okları toplayıp amcalarına vermiştir.

Haram aylar, Arapların Hz. İbrahim'den beri kullandıkları, kameri aylardandır. Yani ayın hareketine göre düzenlenen takvimin aylarındandır. Hicret, İslâm tarihinde bir dönüm noktası olduğu için hicretin yapıldığı ay olan Muharrem ayı Hz. Ömer zamanında takvim başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Böylece hicretin yapıldığı yıl birinci yıl olmak üzere hicri kameri yıl ortaya çıkmıştır. Muharrem ile başlayıp Zilhicce ile sona eren hicrî-kamerî senenin ayları şunlardır: Muharrem, Safer, Rebîulevvel, Rebîulâhir, Cemâzilevvel, Cemâzilâhir, Receb, Şâban, Ramazan, Şevvâl, Zilkâde, Zilhicce.

Kur'an'da haram aylardan Tevbe suresinde bahsedilir:

''Gökleri ve yeri yarattığı gündeki yazısına göre Allah'ın katında ayların sayısı onikidir. Bunlardan dördü haram (ay)lardır. İşte doğru din budur. O aylar içinde (konulmuş yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin ve Allah'a ortak koşanlar nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekün savaşın ve bilin ki Allah (günahlardan) korunanla beraberdir. Haram ayı içinde savaşmak yasaklanmıştı. Bu ayda savaşmak için haram ayını başka bir aya ertelemek, küfürde daha ileri gitmektir. İnkâr edenler onunla saptırılır. O (haram ayını) bir yıl helâl sayarlar, bir yıl haram sayarlar ki, Allah'ın haram kıldığının sayısını çiğneyip, Allah'ın haram kıldığını helâl yapsınlar. Yaptıkları işin kötülüğü kendilerine süslü gösterildi Allah kâfirler toplumuna yol göstermez '' (et- Tevbe, 9/36-37) .

Bu ayette geçen "nesî" (geciktirme)'nin nasıl olduğuna ve Arapların bu sûretle haram ayı nasıl helâl saydıklarına gelince; Ay senesi (354 gün) ile güneş senesi (365 gün) arasında on bir günlük bir fark olduğu için kamerî aylar her sene on bir gün evvel geliyordu. Buna göre Hac mevsimi bazan kış ortasına gelir, bazan yazın en sıcak zamanlarına rastlardı. Bu durum müşriklerin hoşuna gitmiyordu. Çünkü yazın sıcağında kışın soğuğunda bedevîler Kâbe ziyaretine gelemiyor, ticaret hayatı da aksıyordu. Bundan dolayı her üç yılda bir defa bir meclis toplanır, o senenin aylarına bir ay eklenerek ay senesi on iki aydan on üç aya çıkarılırdı. Hac mevsimi ise devamlı olarak, dört mevsimden işlerine gelen (mesela ürünlerin yetiştiği) mevsime bırakılırdı. Bu suretle Hac mevsimi değişmiyor fakat aylar yer değiştirmiş oluyordu. Muharrem ayı Saferden başlayarak sırasıyla onikinci ay olan Zilhicce'ye kadar bütün on bir ayın yerini alırdı. Böylece haram aylar helâl ayların yerine geçmiş olurdu. Hac ayı (Zilhicce) de, her sene on bir ay sonraya bırakıldığı (yani nesî' yapıldığı) için hakiki Hac ayı olan Zilhicce'nin dokuzuncu günü ancak otuz üç senede bir defa esas kendi yerini buluyordu. Nitekim Hicretin onuncu yılı Zilhicce'si aslı yerine gelmişti.

Peygamberimiz (s.a.s.) Veda Hutbesi'nde haram aylar konusunda şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar, harbedebilmek için haram ayların yerlerini değiştirmek, şüphesiz ki küfürde çok ileri gitmektir. Bu, kafirlerin kendisiyle dalalete düşürüldükleri bir şeydir. Bir sene helâl olarak kabul ettikleri bir ayı öbür sene haram olarak için ederler. Cenâb-ı Hakk'ın helâl ve haram kıldıklarının sayısına uydurmak için bunu yapıyorlar. Onlar Allah'ın haram kıldığına helâl, helâl kıldığına da haram derler. Hiç şüphe yok ki zaman, Allahu Teâlâ'nın yarattığı gündeki şekil ve nizamına dönmüştür. Sene oniki aydır; dördü haram aylardır; üçü peşpeşe gelir: Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Şaban'la Cemâzilevvel arasındaki Mudar kabilesinin Receb'i (Mudar kabilesi Receb ayına çok hürmet ettikleri için böyle denilmiştir) (et-Tâc, II, 149).

Bu aylarda savaş yasağı neshedilmiş (kaldırılmış)tır. "Nefislerinize zulmetmeyiniz'' ayetindeki "zulüm" günâh işlemek olarak tevil edilmiştir. Dolayısıyla bu aylarda günâh işlemenin cezası diğer aylara göre daha çoktur.

Nixie
5 September 2009, 17:33
KONU: ESMÂÜ'L-HÜSNÂ
Cenâb-ı Allah'ın güzel isimleri.

Yaşadığımız dünya, felekler, yıldızlar, ay ve güneş birer âlemdir. Bütün bu âlemler bir ahenk içindedirler. Bu, Allah'ın Rab sıfatının bir tecellisidir. Dünyadaki düzenin kaidelerini koyup, varlıkları bir ahenk içinde yaşatma da Rab sıfatının gereğidir.

Doğmamız, büyümemiz, ölmemiz, insanlardâki yücelik, ahlâk, terbiye, kemal hep Rubûbiyet sıfatının yansımasındandır. Gözün görmesi, aklın ermesi, bütün iş ve hareketler, olma ve oluşma Rab sıfatının bir tecellisidir. Onsuz bir hareket ve düşünce yoktur.

Gerek Kur'ân-ı Kerîm'de gerek hâdis-i şeriflerde gecen birçok güzel ismi vardır. Aslında bu isimleri iki grupta ele almak mümkündür:

a) Hak Teâlâ'nın zatına mahsus bir özel isim olan "Allah" lâfz-ı şerifi Ondan başka bir varlık hakkında kullanılmamıştır. Kullanılması caiz değildir. Bu ismin tesniyesi (ikil siğası) ve çoğulu da yoktur. Bir başka dile tercüme edilemez, hiçbir kelime onun yerini tutamaz.

b) Allahu Teâlâ'nın ikinci gruba giren isimleri, sıfatlarından alınan isimlerdir. Ayet ve Hadislerde Cenâb-ı Hakk'ın pekçok güzel isminden bahsedilir. Bunlardan her biri O'nun sıfatları ile ilgili ve onlardan alınan isimlerdir. Rahman, Rahîm, Âlîm, Hâlik vs. gibi. Bu isimler bir başka dile tercüme edilebilir. Meselâ, Hâlik ismi, yaratan veya yaratıcı olarak söylenebilir. Müminin Allah hakkındaki inancı, O'nun zâtının mukâddes olduğu, diğer zat ve eşyâyâ benzemediği, yüce sıfatlarla sıfatlandığıdır. Allah kendisini Esmâü'l-Hüsnâ en güzel isimler ile isimlendirmiştir (el-A ‚râf, 7/180; el-Isrâ, 17/1 10; Tâhâ, 20/7; el-Haşr, 59/24). Doksan dokuz adet olan bu isimlerin basında "Allah gelir. Diğer isimlerin hiçbiri anlam ve içerik itibarıyla "Allah" isminin yerini alamaz. Bu nedenle, Islâm'a girecek kişi, "Lâ ilâhe Illâllah" der; "Lâ ilâhe illarahman" demez. Namaza başlarken, "Allahü Ekber"der; "Rahman Ekber" diyemez. Allahu Teâlâ'nın bütün isimleri güzeldir. Kur'an-ı Kerîm'de, "Allah'ın güzel isimleri vardır. O halde Allah'a o güzel isimlerle dua edin" (el-A'râf, 7/180);

"De ki: "Ister Allah deyip dua edin, ister Rahman deyip dua edin; hangisi ile dua ederseniz edin, onun güzel isimleri vardır " (el-Isrâ, 1 7/110) buyurulmuştur

Peygamber efendimiz de bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ'nın doksan dokuz ismi vardır. O isimleri kim ezberlerse (sayar, manasını anlar ve şuûruna ererse) cennete gider. şüphesiz, Allah tektir ve tek olmayı sever" (Buhârî, Daavât, 68). Allahu Teâlâ'nın isimleri doksandokuz isimden ibaret değildir. O'nun ayet ve Hadislerde gecen başka isimleri de vardır. Yalnız Tirmizî ve Ibn Mâce'de geçen bir hadiste bu doksandokuz isim teker teker sayılmıştır.

Nixie
5 September 2009, 17:34
KONU: EVVÂBİN NAMAZI
Akşam namazının sünnetinden sonra kılınan altı rekâtlık gayr-i müekked namaz. Evvâb, faal vezninde ism-i fâildir, günâhları terk ve hayırlı işler yapmak sûretiyle Allah'a dönen demektir. Çoğulu Evvâbin'dir. Evvâbin namazı, Allah'a çok itaat edenlerin namazı demektir. Ashab-ı kirâmdan Zeyd b. Erkâm, kuşluk vakti birtakım insanların namaz kıldıklarını görmüş de; "Bu adamlar pek âlâ bilir ki, bu saatten başka zamanda namaz kılmak, daha faziletlidir. Çünkü Resulullah (s.a.s.), "Evvâbin namazı, sıcaktan deve yavrularının ayakları yandığı zaman kılınır" buyurmuştur" (Müslim, Salât, 19).

Zeyd b. Erkâm, başka bir rivâyetinde şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.s.) Kûba'lıların yanına gitti. Vardığında, onlar namaz kılıyordu. Allah elçisi, onlara, 'Evvâbin namazı, sıcaktan deve yavrularının ayakları yandığı zamandır' buyurdu" (A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercümesi ve Şerhi IV, 2132).

Bu Hadislerde, namazın kaç rekât kılınacağı belirtilmemiştir. İslâm âlimleri, sıcağın yükseldiği bu vaktin, kuşluk namazı için en elverişli ve faziletli olduğunu söylemişlerdir. Çünkü kuşluk namazının vakti, günün evveli olup, daha erken saatlerde de kılınabilmektedir.

Hz. Sevbân'dan nakledilen şu hadis de, evvâbin namazının önemini belirtir: "Allah Rasûlü, günün yarısından sonra namaz kılmayı severdi. Hz. Âişe, Ya Resulullah, sen bu saatte de mi namaz kılmayı seviyorsun? dedi. Resulullah (s.a.s.): "Bu saatte gök kapıları açılır ve Hak Teâla hazretleri, bu saatte kullarına rahmetle bakar. Bu namaz Âdem, Nuh, İbrahim ve İsâ'nın devam ettikleri bir namazdır" buyurdular (el-Askalânî, Bulûgu'l Merâm, Terc. A. Davudoğlu, II, 48). Evvâbin namazının dört rekât olduğuna dâir çeşitli hadisler nakledilmiştir. Akşam namazından sonra ve altı rekât kılındığına dâir hadisler de nakledilir ve bunların uygulamada daha yaygın olduğu bilinmektedir (Tirmizî, Salat, 32 1) .

Akşam namazının sünnetinden sonra iki ilâ altı rekat arasında kılınan nafile namaza da "evvâbin" denilmiştir. Hz. Peygamber, akşam namazından sonra altı rekat nâfile namaz kılanın evvâbinden (günah işleyip, arkasından hemen tövbe eden kimselerden) sayılacağını bildirmiş ve arkasından da şu ayeti okumuştur: "Rabbiniz, içinizden geçenleri çok iyi bilir. Eğer salih kimseler olursanız, şüphesiz Allah tövbe edenleri affedicidir" (el-İsrâ, 17/25; bk. İbn Kesir, Tefsir, İstanbul 1985, V, 64, 65; Şürünbülâli, Şerhu Nüri'l-İzah, İstanbul 1984. s.74)

Nixie
5 September 2009, 17:35
KONU: EYYÂM-I MA'DÛDE( SAYILI GÜNLER)
Sayyly günler. Kur'an'da bilhassa Ramazan ayy ve Kurban Bayramy'nda te?rik tekbirlerinin alyndy?y günler için kullanylan bir tabir.

Kur'an-y Kerîm'de orucu emreden ayet-i kerimede ?öyle buyurulmaktadyr:

"Ey iman edenler, sizden öncekilerin üzerine yazyldy?y gibi, korunasynyz diye oruç sizin de üzerinize yazyldy. Sayyly günler olarak..." (el-Bakara; 2/183, 184).

Bu sayyly günlerin hangi günler oldu?u ise, hemen bir sonraki ayette açyklanmaktadyr:

"Ramazan ayy ki, insanlar için hidâyet olarak ve hidâyeti ve do?ruyla yanly?y ayyrt edici açyklamalar olarak Kur'an o ayda indirilmi?tir. Sizden kim bu aya çykar (ve ayy görürse) onda oruç tutsun" (el-Bakara, 2/185).

'Eyyâm-y ma'dûde' ifadesi, Cenâb-y Allah'yn emretti?i orucun istenildi?i zaman de?il; yylyn belirli günlerinde, yani Ramazan ayy süresince tutulmasy gerekti?ini ortaya koydu?u gibi; nefsi yeme, içme ve cinsel ili?kiden alykoyma, ayryca Yslâm'yn ho? görmedi?i söz ve davrany?lardan da mümkün oldu?unca uzak tutma demek olan orucun güç bir ibâdet olmady?yny ve yylyn gelip geçici günlerinden ibaret bulundu?unu da açyklayarak, nefislere kolaylyk getirmektedir (Elmalyly, Hak Dini Kur'an Dili,I, 624-5).

'Eyyâm-y ma'dûde', Kur'ân'da haccdan sözedilirken de kullanylyr. Haccla ilgili olarak bir de 'bilinen günler' anlamynda 'eyyâm-y ma'lûme' geçmektedir ki, bundan kastedilen, haccyn yapyldy?y günler veya Zilhicce'nin ilk on günü, ya da Kurban Bayramy günleridir. Buna kar?ylyk, hacc konusunda geçen 'eyyâm-y ma'dûde' ise, bütün müfessirlerin görü?ünce te?rik günleridir. 'Te?rik', yüksek sesle tekbir almak demektir. Hacc'da olunsun olunmasyn, Kurban Bayramy arefe?inin sabahyndan, dördüncü gününün ak?amyna kadar te?rik tekbirleri * alynyr. 'Sayyly günler' bu be? günü de içine almaktadyr. Bununla birlikte birinci güne arefe ve bayramyn ilk üç gününe 'kurban kesme günleri' de denir. Te?rik günleri tabiri bilhassa Zilhicce'nin on bir, on iki ve on üçüncü günleri için kullanylyr. Sahih-i Buhâri'de Ybn Ömer'den rivâyet edilen bir hadiste de ifade olundu?u gibi (Ybn Hacer-i el-Askalânî, Bulûgu'l Meram (Selâmet Yollary),II, 561; Seyyid Sabyk, Fykhü's-Sünne, II, 164). Rasûlullah (s.a.s.) ?eytan ta?lamada atty?y her ta?tan sonra tekbir getirirdi. ?u halde, arefe ve bayramyn ilk günü 'bilinen günler'e girdi?inden, haccyn menâsikinin yerine getirilmesini izleyen üç gün özellikle 'sayyly günler' olmaktadyr (Elmalyly, Hak Dini Kur'an Dili; II, 730). Kur'ân'da emredilen de 'sayyly günler'de Allah'y zikretmektir (el-Bakara, 2/203).

Kur'an'da, Yslâm'yn Medine'de güçlenmesi kar?ysynda telâ?a dü?en yahudi bilginlerinin, yahudileri Yslâm'a girmekten alykoymak için, rivâyete göre, Hz. Musa'nyn Tur'da bulundu?u ve Ysrailo?ullary'nyn buza?yya taptyklary günler kadar Cehennem'de kalacaklaryny iddia ettikleri belirtilmektedir (el-Bakara; 80). Azly?yny ifade için bu günlere onlar 'eyyâm-y ma'dûde' ady verilmekteydi.

Nixie
5 September 2009, 17:38
Müslümanlara, günde be? kez, belli bir yerde namaz kylmalary ve namaz için toplanma vaktinin geldi?ini ilân etmek, namaz için yapylan ça?ry. Arapça bir kelime olan ezan; bildirmek, ilân etmek demektir.

Yüksek bir yere çykyp gür sesiyle tüm insanlara yeryüzünde tek egemen gücün Allah, tek önderin Hz. Muhammed oldu?unu Allah adyna korkusuzca haykyran; Allah'y ilâh ve rabb; Hz. Muhammed'i de kendilerine önder kabul eden müslümanlara da inandyklary Allah'yn önünde topluca ibâdet etsinler, bir ve beraber olduklaryny, yeryüzündeki zulmün yerine Allah'yn adaletini yerle?tirmek için her an hazyr olduklaryny dü?manlaryna gösterip onlara korku, müslümanlara güven versinler diye camiye ça?yran ki?iye de müezzin denir.

Ezan, bir yerin müslümanlaryn my yoksa zorbalaryn my kontrolünde oldu?unu belirten bir i?aret, bir semboldür. Korkusuzca ve do?ru bir ?ekilde okunan ezan o yerin Yslâm beldesi oldu?unu gösterir. Yslâm fykhynda, bir yörenin Daru'l-harp* veya Daru'l Yslâm * oldu?u tespitinde orada ezanyn okunup okunmady?y dikkate alynan ölçülerden biridir.

Müslümanlara namaz Mekke döneminin dokuzuncu yylynda farz kylyndy?y halde onlar namazlaryny ezan okumadan kylyyorlardy. Çünkü Mekke'de zayyftylar; orada güçlü olan, toplumda hatta Allah'yn evi Kâbe'de egemen olan mü?rik düzendi. Bu yüzden müslümanlar kendi yönetimlerinde olmayan ve güçsüz olduklary bir yerde açykça ezan okumakla yükümlü tutulmamy?lardy.

Medine'ye hicretin birinci yylynda birbirlerini "es-salâh es-salâh (namaza namaza)" veya "es-salâtü câmlatün (namaz toplayycydyr, namaz için toplanyn)" ?eklinde namaza davet ederlerdi. Ancak bu ?ekildeki bir ça?ry yeterli olmuyor, uzakta oturanlar bu sesi duymadyklary için namaza yeti?emiyorlar ve bu yüzden de Yslâm cemâatinin biraraya gelmesinde zorluklar oluyordu. Peygamber efendimiz (s.a.s.) sahâbelerini toplayarak namaza ça?yrmak için nasyl bir yöntem kullanmak gerekti?ini kendileriyle isti?âre etti. Sahâbîler birçok teklif getirdiler:

- Çan çalalym ya Resulullah.

- O hyristiyanlaryn adetidir, olmaz.

- Boru çalalym.

- O yahudilerin adetidir, olmaz.

- O zaman ate? yakalym ya Resulullah.

- O da mecusilerin adetidir, bu da olmaz.

Bayrak dikme teklifi de uygun görülmeyince müslümanlar ortak bir karara varamady ve toplanty sona erdi. Abdullah b. Zeyd de di?er sahâbiler gibi üzüntüyle evine döndü ve yatty. Abdullâh ?öyle anlatyr:

"Ben de üzüntülü olarak yatmy?tym. Uyku ile uyanyklyk arasynda iken üzerinde ye?il elbisesi olan biri yanyma geldi, bir duvâryn üzerinde durdu. Elinde bir çan vardy. Aramyzda ?u konu?ma geçti:

- Onu bana satar mysyn?

- Onu ne yapacaksyn?

- Namaz için çalaryz.

- Ben sana bu konuyla ilgili daha hayyrly bir ?ey versem olmaz my?

- Olur, dedim. Hemen kybleye kar?y durdu ve okumaya ba?lady:

"Allahu Ekber, Allahu Ekber

Allahu Ekber, Allahu Ekber

E?hedü en Lailahe illallah,

E?hedü en Lailahe illallah

E?hedü enne Muhammeden

Resûlullah E?hedü enne Muhammeden

Rasûlullah Hayyaala's-salâh, Hayyaala's-salâh Hayyaala'l-felâh, Hayyaala'l-felâh Allahu Ekber, Allahu Ekber

La ilahe illallah "

Sabahleyin Abdullah b. Zeyd gece gördü?ü rüyayy Resulullah'a anlatty. Ayny gece onunla birlikte birçok sahâbe de benzer rüyalâr gördüklerini anlattylar. Ö?retilen ezanda de?i?iklik yoktu. Hz. Ömer de ayny rüyayy görenler arasyndaydy. Hz. Peygamber (s.a.s.) her birini dinledikten sonra Zeyd'e dönerek, "Gördü?ünü Bilâl'e anlat (ö?ret) ezany Bilâl okusun; onun sesi seninkinden gürdür" buyurdu. Namaz vakti gelince Bilal Medine'nin en yüksek yerine çykarak gür sesiyle Yslâm'yn ilk ezanyny okudu.

Namaz vakitlerini bildirmek için okunan ezanyn ne ?ekilde oldu?u Kur'an-y Kerîm'de bildirilmemi?, ancak Hz. Peygamber (s.a.s.)'e vahiyle bildirilmi? ve onun kelimeleri bizzat Cebrail (a.s.) tarafyndan ö?retilmi?tir. ?u âyet-i kerimeler ezanyn Allah'tan geldi?ini gösterir:

"Siz namaza ça?yrdy?ynyz zaman onlar o ça?ryyy e?lence ve alay konusu yapyyorlardy" (el-Mâide, 5/58).

"Ey müminler, cuma günü namaz için ça?ryldy?ynyz zaman hemen Allah'yn zikrine ko?un " (el-Cum'â, 62/9). Bu ayet-i kerimelerde geçen "ça?ryldy?ynyz zaman" ifadesindeki "nidâ" kelimesi ezany kasdetmektedir.

Okunan ezanyn Allah'yn istedi?i gerçek ezan olabilmesi isin dikkat edilmesi gereken hususlar vardyr:

1) Ezan mutlaka Arapça okunmalydyr. Allah'yn gönderdi?i Cebrail (a.s.)'yn ö?retti?i kelimelerin dy?yna Sykylamaz. Örne?in "Allahu Ekber" cümlesini ayny anlama geliyor diyerek "Tanry uludur" ?eklinde Türkçele?tirerek ezan okunamaz. Hangi yrk ve dilden olursa olsun ortak ibâdet dilleri sayesin de karde?çe kucakla?an müslümanlaryn birli?ini yok etmek isteyen Yslâm dü?manlary "kendi dilinle ibâdet etmek daha iyidir" diyerek ezany Arapça'nyn dy?ynda bir dille okutmak isterler. Ama Allah, müslümanlary tek vücud gibi görmek istemektedir. Ortak ibâdet diliyle Tevhîd sa?lanmaktadyr.

2) Ezân; müslümanlaryn sevip saydy?y. güvenilir, Yslâm ahlâkyyla ahlâklanmy?, kysaca gerçek anlamda bir "müslüman" tarafyndan okunmalydyr. Allah adyna insanlary Allah'yn mescidine ça?yran ki?inin dâvetine cevap verecek olanlar güvendikleri bir müslümanyn sesini duyduklarynda daha bir ?evkle toplanyrlar. Allah'yn sevmedi?i bir günahkâr Allah adyna insanlary Allah'a ça?yrmaya yetkili olamaz. Yine bu ki?i güvenilirli?i yanynda, o toplulu?un içinde önder olabilecek, sözünün dinlendi?i biri olmalydyr. Ancak bu, bu ?artlan ta?ymayanlaryn ezan okuyamayaca?y anlamyna gelmez. Mümeyyiz olmayan bir çocu?un okudu?u ezan geçerlidir.

3) Ezan okuyan ki?inin güzel ve gür sesli olmasy ve ezanyn yüksek bir yerde okunmasy gerekir. "Yüksek bir yer'in anlamy günümüzde teknolojinin getirdi?i ses yükseltici aletlerle de?i?ime u?rady. Ezan daha iyi duyulsun diye gerekli görülen "yüksek yer" müslümanlar arasynda o derece önem kazanmy? ki Yslâm ?ehirlerinde minarelerden daha yüksek yapylan görmek mümkün de?ildir.

Ancak günümüzde amphlikatör gibi ses yükseltici aletler kullanarak yüksek yere çykylmadan ezan okunabilir mi, bu aletler kullanylabilir mi? sorusu müslümanlaryn bir kesimini me?gul etmektedir. Ynsan sesi iptal etti?i gerekçesiyle bu aletlerden ezan okumanyn helâl olmady?yny savunan insanlar varly?yny korumaktadyr. Yslâm'yn geldi?i ve mezhep imamlarynyn yasady?y dönemlerde böyle bir sorun olmady?y için bu konuyla ilgili bir ictihad yoktur. Ancak Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Vedâ Haccy'nda verdi?i hutbe bu konuya en güzel örnek te?kil etmektedir. Vedâ Hutbesi'nde yüzyirmibin ki?iye hitap eden Hz. Peygamber belli mesafelere gür sesli görevliler yerle?tirerek kendi söylediklerini aynen tekrarlamalaryny istemi? ve böylelikle kendi sesinin ulâ?mady?y insanlara görevlilerin sesiyle ula?my?tyr. Hz. Peygamber'in bu uygulamasyndan yola çykarak Edille-i ?er'iyyenin Kyyas yolunu kullanarak hoparlörün me?rû oldu?u gibi sesi uzaklara ta?ydy?y için son derece faydaly oldu?u gayet açyk bir husustur. Allah'yn kendilerine ö?retti?i ilimden yararlanan müslümanlar hoparlörden yararlanabilece?i gibi isteyen de yüksek yere çykmaya devam edebilir.

4) Farz namazlardan önce okunan ikamet hyzly okundu?u halde ezan a?yr a?yr okunur.

5) Ezan okurken kelimeleri yanly? okumak ve a?yry ?ekilde te?anni yapmak câiz de?ildir.

6) Ezan okurken müezzinin konu?masy, hattâ kendisine verilen selâm'y dahi almasy caiz de?ildir.

Nixie
5 September 2009, 17:38
KONU: EZAN DINLEMEK
Müslüman bilim adamlarynyn konu?macy olarak bulundu?u bir panelde, ezan için konu?mayy kesmemeleri dikkatimizi cekti. Yoksa Islâmy anlatan konu?malar yapyyor olmalary, ezany dinlemelerine ruhsat verir mi?

Normal ve anormal ölçülerinin bir ?eyin aly?agelmesiyle tespiti herhalde ho? olmayan avamca bir hüküm olmalydyr. Bu açydan bakyldy?ynda -tabir ho? de?il ama- Yslamyn "Istiklâl Mar?y" diyebilece?imiz ezan için durmayy ve dinlemeyi küçümsemek, entellektüelli?in de?il avamly?yn bir belirtisi olmalydyr.

Fykyh kitaplanmyza bakty?ymyzda "Ezana Icabet" konusunda söylenenler arasynda ?unlar da vardyr: Ezana icabet aslynda, ezanla ça?rylan namaza gitmektir, naim bizzat ezanyn sözlerini dinleyip müezzinin söylediklerini söylemek de icabetin bir parçasydyr. Hatta bu yüzdendir ki, cünup olan kimse ezan okunurken onun sözlerini tekrarlar ama, hayyzly ve nifasly kadyn tekrarlamaz; çünkü onlar o hallerinde ezana asyl icabet sayylan namaza ehil de?illerdir.

Resulullah Efendimiz (sav): "Ezany duydu?unuzda müezzinin dedi?i gibi deyin" buyurur.(Müslim, salat 7) Buna göre Hanefiler bunun, vacip oldu?unu söylerler, çünkü emir "vücup" ifade eder. Malyki'lerden bazylary ve Zahirilerin mezhebi de budur. Imam Malyk, ?afii, Ahmed ve Hanefilerden Tahavî'nin de içinde bulundu?u cumhura göre sözle icabet vacipde?il, müstehaptyr.(Davudo?lu NI/27; lbn Hacer, Fethu'1-Bârî, N/92-93; Aynî, IV/280)

Kendi kendine Kur'an okuyan ve tesbih çeken kimse de bunlary byrakyp ezana icabet etmelidir. Ama mescidde (ba?kalary dinlerken) Kur'an okuyan, okumasyna devam edebilir. Dini bir konuda konu?an ve vaaz eden de konu?masyna devam edebilir mi? Bunu açyklayan bir fykyh ibaresine rastlamadym. Herhalde vaazlarda anlatylan ?ey Kur'an'yn açyklamasy oldu?u, daha do?rusu olmasy gerekti?i için, ona kyyasla bu tür konu?malar devam ettiriliyor olmalydyr. Bu açydan bakyldy?ynda Yslam'yn her hangi bir müessesesini ya da bir meselesini inceleyen seminerler, ya da paneller de böyle sayylabilir. Zaten ezan esnasynda konu?manyn mekruh olmady?y da söylenmi?tir.(bk. Bilmen, Ilmihal 128) Ama okunmakta olan ezana hiçbir türlü icabet etmemek, bir an için olsun durup ona i?tirak etmemek mahzursuzdur, denemez. Bunun için elbette ezanyn, lahnsiz, tegannisiz, yani sünnet üzere okunan bir ezan olmasy gerekir. Böyle sünnet üzere olmayan ezany dinlemek zorunlu de?ildir.(Tahtavî,162) Ayryca, hepsini dinlemesi gerekir diyenler varsa da, sadece ilk duydu?u ezany ya da sadece kendi mescidinin ezanyny dinlemesi yeterli olur.(Hindiyye. I/57)

Nixie
5 September 2009, 17:39
KONU: EZAN OKUYANIN VE DİNLEYENİN DİKKAT EDECEĞİ HUSUSLAR
Ezan okuyanyn dikkat edece?i hususlaryn yanynda dinleyenin de uymasy gereken hususlar vardyr:

I) Ezan okunurken konu?ulmaz. Hattâ Kur'ân-y Kerîm okuyan bir ki?i ezan ba?lady?ynda okumayy byrakyp ezany dinler.

2) Ezan'y dinleyen müslüman, müezzinin okudu?u ezany tekrar eder ve böylece o da ezan okunmu? olur. "Hayya ala'ssalâh" ve "Hayya alalfelâh" cümlelerinde "lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (Allah'tan ba?ka hiçbir güç ve kuvvet kayna?y yoktur)" der. Sabah ezan'ynda müezzinin "essalâtü hayrün mine'n-nevm" cümlesine "sadakte ve berirte (do?ru söylüyorsun)" diye kar?ylyk vermesi sünnettir.

3) Ezany i?iten ki?i cünüp de olsa yukarydaki yükümlülükleri yerine getirir. Ancak hayyzly ve nifasly olan kadynlar bunun dy?yndadyr.

4) Ezanyn bitiminde dinleyen ki?i ezan duasyny okur.

"Allahumma Rabbe hezihi'd-da' vati't-tamme ve's-salati'l-kâime âti seyyidina Muhammeden el-vesilete ve'l-fazilete ve'd-dereceti'r-rafiati'l âliye ve'b-ashû makamen mahmuden ellezi vaadtehu inneke la tuhlifu'lmi'ad. "

"Ey bu üstün ça?rynyn ve hazyr namazyn Rabbi olan Allahym! Muhammed 'e vesileyi, fazileti ve yüksek dereceyi ihsan et. Onu kendisine vadetmi? oldu?un övülmü? makama eri?tir. Zira sen vaadinden dönmezsin "

Bunlaryn dy?ynda ezan hakkynda ?u hususlary belirtelim:

Cuma namazynda bir dy? bir de iç ezan okunur di?er namazlarda her vakit için bir defa ezan okunur.

Ezan ile kametin arasyny biraz uzatmak gerekir ki namaza geç kalanlar cemâate yeti?ebilsin.

Caminin dy?ynda bir yerde de ezan okunabilir, ikamet getirilerek cemâatle namaz kylynabilir.

Kaza namazlary için de ezan okunabilir, ikamet getirilebilir. Bayram, Vitir, teravih ve cenaze namazlary için ezan okunmaz.

Ezan Vacib derecesinde sünneti müekkeddir.