#1
|
|||
|
|||
Aşkın Bir Adı Da Yorulmamaktır..
Aşkın Bir Adı Da Yorulmamaktır..
Ve yenildik fırtınalara, af buyur Yâr! Zulmün azgın akıntısına karşı yüzerken yoruldu kollarımız. Hayat tüm tavizsizliğiyle yüklenirken üzerimize zayıf düştü bedenlerimiz. Bin kapılı imtihan sarayının sevgi kapısında titredi ellerimiz, ayaklarımız... Ve aşka sadakati beceremedi yüreklerimiz. İçine atıldığımız ateşe dost olmaktı, acıya ve çileye sevdalanmaktı, meydanlara bıraktığımız karanfillere sadakatti aşk…! Çölde susuz kalıp yağmuru beklemekti, zemheri kışın ortasında baharı özlemekti, bir dua kuşunun kanadına dışlanmışlığın tüm acısına rağmen ümide ve vuslata dair dualar yükleyip katına uçurmaktı aşk…! Ve yorulmak ihanettir aşka! Çünkü; “Aşkın bir adı da yorulmamaktır.” Oysa bela tünelinde zayıf düştü yüreklerimiz. İçimizde yükselirken gam dağları, hayatımızın en acı itirafı dökülüyor dilimizden; “Aşk’a ihanet ettik!” Bu; hüzün kalesine çıkıp “Sevgili’nin huzurunda iki büklüm, edilen zehirden bir itiraf.” Bu, çile dergâhında geçirilen kırk yılı bir tek yanlışla yıkma acısı. Bu, bir ömür kavuran, yakıcı bir kor taşımak yürekte. İhanetin bedeli, yüreğinden sürgün edilmek midir Yâr? İhanetin bedeli, yüreğimizin gam dağlarında kırk yıl çile doldurmak mıdır? Yoksa “Sen”siz kalıp, çöllere düşerek Mecnûn gibi “Sen”i aramak mıdır? Bir ömür yollara düşüp, bütün yeryüzünü deli divane dolaşsak da “Sen”den gayrı gidilecek kapımız yok Yâr! Eşiğine dayanmaktan gayrı yok çaremiz! Kabul buyur eşiğine Yâr! O demir parmaklıkları geçerken, dilimizde “Ve’l-'Asr”, içimizde aşka ihanetin yakıcı farkındalığı ve “Sevgili”nin gücenmişliğinden utanç vardı. Artık aşkın ateşi de küskün bize. İçin için sızlatan bir köze döndü yüreğimizde... Ve artık yalnız o köz için yaşamak gerek... Ve artık Hz. Adem’in, Havva’nın ve Hz. Yunus’un dayandığı gibi “güneşin battığı yerden doğacığı güne kadar açık tutulacak olan, genişliği hızla giden bir süvarinin kırk yılda alacağı yol kadar olan” o “tevbe kapısı”na dayanmak gerek... Her sabah “ya bugün güneş batıdan doğmuşsa” diye fırlamak yataktan ve koşmak pencereye, derinden bir “Elhamdülillah” çekmek, “tevbe kapısı bugün de açık” demek ve bir ömrü o kapının önünde avuçlarımıza düşecek bir rahmet damlası için bekleyerek geçmek gerek. Zayıflığımızdan dolayı, yüreğinden sürgün edildiğimiz “Sevgili”nin “aff” için, yüreğimizin gam dağlarında her seher vakti Hz. Adem’ce, Havva’ca ve Hz. Yunus’ça duaya durmak, “O”nsuz kalıp düştüğümüz çölün sıcağında mecnun gibi “O”nu aramak, o çölden azad edileceğimiz günün, vuslatın özlemiyle bir kez daha yanarak yaşamak gerek...! Bekler pişmanlığımız “aff” gemilerini. Bir mumun duvara yansıyan ışığında gizlenir yalnızlığımız. Her gece med-cezir geçirir içimizin ateşi. Med halinde yanar yürekler, cezir halinde ince bir sızı kalır, yakar durur içimiz. Kays’ı mecnûn eden âlemdeki değil içindeki “Leylâ” çölüydü. Biz de içimizin çöllerine düştük Yâr! “Bir kez orman yanmasın, neye yarar kül ve köz” diyordu şair; yine de her serapta koşarız o tepeden bu tepeye Yâr! Aff yağmurun yağsın diye dargın gezeriz içimizin güneşlerine. Belki düşer diye rahmet damlaların, her seherde duaya dururuz, perişan! Çünkü; “Dünya sadece aşkın ve duanın üstünde duruyor. Şu şunun, bu bunun ve nihayet her şey duanın üstünde.” Gök duvarının önünde, mahzun bekleyen dualarımızı da kabul buyur Yâr! |