#1
|
|||
|
|||
Avrasya’daki Yeni Jeopolitik Koşullarda Türkiye’nin Konumu ve Seçenekleri
Avrasya’daki Yeni Jeopolitik Koşullarda Türkiye’nin Konumu ve Seçenekleri
Türkiye, üç kıtanın (Asya, Avrupa ve Afrika) teşkil ettiği “Dünya Adası”nın menteşesi durumundadır. Aynı zamanda bu menteşeyi açan ve kapatan bir kilit ve anahtar değerindedir. Bu üç kıtanın iç denizleri olan Akdeniz ve Karadeniz’i birbirine bağlar. Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’yu birleştirir ve ayırır. Bu coğrafi konum dünyada ve bölgede oluşabilecek her türlü güç yapısına göre büyük bir değer taşır . Bu coğrafi konum ve beşeri değerlerle oluşan ülke jeopolitik gücü dünya ve bölge güçleri ile birlikte değerlendirildiği ve yorumlandığı zaman Türkiye’nin Jeopolitik konumu belirlenmiş olur . Büyük ölçüde coğrafi bütünlüğe sahip Anadolu Yarımadası; Balkan Yarımadası, Kafkaslar, İran, Arap Yarımadası ile çevrelenmiştir. Anadolu Yarımadası bu konumu ile bu coğrafyanın kalesi ve Dünya Adasının merkezi görünümündedir. Doğu-Batı ve Güney-Kuzey istikametlerindeki her türlü girişimi bloke eder veya yolunu açar. Türkiye; ABD, Rusya ve AB gibi güç odaklarının çıkarlarının yol kavşağında, politikalarının güzergahı üzerindedir. Hatta zaman zaman bu politikaların hedefi veya hareket noktası olabilmektedir . Türkiye coğrafyası, NATO sorumluluk alanı dışında kalan Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya bölgelerinde Batı çıkarlarına vaki olabilecek tehditlere, istenmeyen değişimlere müdahale için en yakın ve en uygun bir harekat platformu teşkil eder. Türkiye coğrafyası üzerinde her anlamda ve her alanda zayıf toplumlarını yaşama şansı yoktur. Bir bölge devleti durumunda olan ve evrensel genişlikte etkinlik arayan Türkiye çok duyarlı bir konumdadır . Türkiye coğrafyasında ancak güçlü, üniter, ulus devletler yaşayabilir. Türkiye çok zaman gücü ve dünyadaki, bölgesindeki yerinin önemi konusunda gerçeğe uygun bir değerlendirme içinde olmamış, sahip olduğu değerlerin ve gücün idrakine ulaşamamıştır. Yüzyıllardır üstü örtülen bir Türk Dünyası, kültürünün bütün özellikleriyle gün ışığına çıkıyor. Bu kültürü küller arasında, baskılar altında uzun süre koruyanlara, yaratıcılarına bugünkü ve bütün dünyadaki Türk kuşaklarının borçları, sorumlulukları vardır . “Bugün Sovyetler Birliği, dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek demek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür.... İnanç bir köprüdür.... Tarih bir köprüdür.... Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz.” Büyük Atatürk’ün yukarıdaki vasiyeti; yerine getirilecek bir borçtur. Mevcut şartlar, bu borcun ödenmesi için eşsiz tarihi bir fırsat sunmaktadır Türk Dünyasına.... Atatürk, “kültürümüzü çağdaş uygarlığın üstüne çıkaracağız” derken kökümüzle bağlarımızı keserek başka diyarlarda kültür arayışını öngörmüyor. Atatürk, “egemenlik hiçbir mana, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve belirtide ortaklık kabul etmez” ve yine “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” derken, önemli gelişmelerin millete sorulması gerektiğine inanmak yanlış olmaz. Türkiye bugünkü jeopolitik olguyu dışlayamaz. Jeopolitik verileri dikkate almadan, günlük heves, günlük çıkar ve günlük politikalarla ulusal, bölgesel ve evrensel politikalar şekillendirilemez . Türkiye’nin çevresinde ve Avrasya’da oluşan yeni jeopolitik ortam, bölgesel boyutta Türkiye’nin güvenliği bakımından daha elverişsiz koşullar getirdiği gibi özellikle Kafkasya’da ve Orta Asya’da bir dereceye kadar da Ortadoğu ve Balkanlar’da Türkiye’nin rolünün artırmasına ve milli çıkarların geliştirilmesine olanak sağlayan yeni imkanlar ortaya çıkarmıştır. Türkiye’nin bu yeni duruma adapte olması için harcadığı çabaların geniş ölçüde kösteklendiğini söyleyebiliriz. Kıbrıs sorunu, Türk-Yunan sorunları ve anlaşmazlığı, bölücü terör, diğer komşularla zaman zaman abartılan sorunlar, içeride son yıllarda hükümetlerin enerjisini tüketen siyasi açmazlar, tutarlı ve etkin bir dış politika ve kapsamlı bir strateji geliştirilmesini engellemiştir. 21. yüzyıl, küresel düşlerin kurulacağı bir yüzyıldır. Gelecek yeniden düşünülmek zorundadır; politika, uluslararası ilişkiler, iş yönetimi, rekabet, kontrol, liderlik, pazarlama, güvenlik stratejileri ve gereken alanlarda yeniden yapılanmalar.... Kürselleşmeyi, sayıları üçyüz civarında olan ABD, Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa, Hollanda ve İsviçre merkezli dev şirketler gerçekleştirmektedirler. Uluslararası bu dev şirketler, şirket evlilikleriyle sürekli büyümekte ve bunun doğal sonucu olarak da siyasi iktidarların yerini alma veya en azından isteklerini dikte ettirme stratejilerini geliştirmektedirler. Bazı liberal düşünürler ulus devletin ortadan kalkacağını öne sürerken; daha ciddi stratejistler ise ulus devletin yok olmayacağını, tam tersine daha da güçlü olarak milliyetçi bir kurum olacaklardır tezini ortaya koymaktadırlar. 20. yüzyılın en belirgin özelliği, demokrasinin; endüstrileşmiş, bilimde gelişmiş, eğitim ve sağlık sorunlarını çözmüş ve zenginleşmiş sosyal devleti kuran ülkelerde yerleşmiş olmasıdır. Eğer bu bir şablonsa ve doğruluğu kabul edilirse gelişmekte olan ülkelerin fazla şansları yok demektir . 21. yüzyılda da en önemli sermaye nitelikli insan olacaktır. Bilgi çağının lideri, liderlerin lideri olabilecek yetenek ve donamındaki insandır. Eğer bu lideri yaratacak sistemi kuramazsak, 2025 yılı sonrasını da unutmak zorundayız. Soğuk Savaş döneminde uluslararası ilişkilerin basit şeması; dış politika hedeflerinin seçilmesi ve geçerli bir politika üretilmesi belki derin araştırmalar ve entelektüel gayret gerektirmiyordu. Bugün durum tamamen farklıdır ve bu yönde çalışmalar ve etüdler yeterli değildir. Özel sektör zaman zaman bazı değerli araştırmalar yaptırmaktadır, fakat bunların odak noktası daha çok ekonomiktir. Siyasi, sosyo-kültürel ve teknolojik çalışmalarla desteklenmesi önemlidir. Daha doğrusu milli gücü oluşturan bütün alanlarda, uzun vadeli, stratejik seviyede ve mümkün oldukça bağımsız araştırmalar yapılması zorunludur. Yetkili makamlara sunulacak dış politika ile ilgili önerilerin tutarlı olmasını sağlayacak bir mekanizma, özellikle zamanımızda daha da gereklidir. Kendi bireysel ve günlük algılamalarına göre karar veren ve bu kararları uygulamaya koyan kurumların varlığı ve yapılan hatalarla yetersizlikler sık sık görülmektedir. Soğuk Savaş sonrası gelişmeler ve coğrafi konumu, Türkiye’nin çok yönlü, çok seçenekli, uzun vadeli, aşamalı ve özellikle bağımsız politikalar üretmesini ve uygulamasını dikte ettirmektedir. Köklü bir devlet anlayışı, girişimci ve seçkin kadrolu bir özel sektör, dinamik ve genç bir nüfus, bölgesel ve evrensel ufku olan Türk toplumu daha cesur ve daha bağımsız politikalar bekliyor. Türkiye’nin ilişkilerinin yoğunluğu, coğrafi konumu ve tarihi gelişim bakımından Avrupa Birliği ile entegrasyonu amacı doğal karşılanmalıdır. Avrupa Birliği üyeliği Türkiye’nin KEİB, D-8, ECO ve Ortadoğuda meydana gelebilecek oluşumlarda ilişkilerine ve aktivitesine engel teşkil etmemelidir. AB’ne tam üyelik için Kıbrıs sorunu, insan hakları veya Güneydoğu sorunu gerçekçi engeller değildir. Bu itirazlar tamamen bahanedir. İngiltere için İRA, İspanya için BASK, Yunanistan için KIBRIS sorunları engel olmamıştır. Ancak, Türkiye’de mevcut enflasyon, mali disiplin noksanlığı ve Türkiye’nin nüfus büyüklüğü özlü birer engeldir . Öte yandan AB’nin üniter bir Türk devletine ne içinde ne de dışında sıcak bakmadığı da bilinmektedir. Demokratikleşme, insan hakları ile ilgili noksanlarımız, ekonomideki sıkıntılarımız; AB istediği için değil, kendi halkımızın ve insanımızın onuru için, refahı için çözümleyeceğimiz sorunlarımızdır. Ve çözümlemek zorundayız. Sorunlarımız var diye bize “sömürge valisi” gibi davranılmasına, tepeden bakılmasına, hakir görülmemize tahammül edemeyeceğimiz de bilinmelidir. Avrupa Birliğine eşit şartlarda, başımız dik olarak girmeliyiz, ancak biz gerekli hazırlığı yapmadık. 38 yıllık bir proje olarak uzun yıllar verilen bir mücadeleye rağmen eşit şartlarda AB üyeliğinin gerçekleşeceğini beklemek ve bunu umut etmek Türkiye’yi yoracaktır. Avrupa Birliğinin Türkiye’den başlıca iki beklentisi vardır. Birincisi Türkiye’yi sürekli bir pazar olarak kullanmaktı. Bunu da, bayram yaparcasına, hiç bir şey almadan, altın tepsi içinde, Gümrük Birliği Anlaşması ile, kendi ellerimizle güle oynaya sunduk. İkincisi de Güneydoğu Avrupa bölgesine yönelik, muhtemel tehdide karşı güvenlik endişesidir ki, bu da nasıl olsa NATO üyesi olan Türkiye tarafından karşılanmaktadır. Bu Avrupa’nın bilinen bencilliğidir. En büyük yanılgısı ise doğusundadır ve yanıldığını görmek için çeyrek yüzyıl beklenmesine gerek kalmayacaktır. Bir AB üyeliği gerçekleşecektir, ancak bu üyelik eşit şartlarla beklediğimiz üyelik değil, AB dışında fakat ilişkilerimize standart getirecek AB-Türkiye İttifakı şeklinde bir uzlaşma olabileceği kuvvetle muhtemeldir. Hatta bu düzenlemeye bir nevi “Konfederasyon” da denilebilir. Türkiye oyalanmak suretiyle zaman kaybetmemelidir. Kendi ev ödevine iyi çalışmalı, “AB olmazsa olmaz” şartlanmasından kurtulmalıdır. Bu şartlanma bizi körleştiriyor, çevremizi görmeyi engelliyor. Avrupa ile iyi ilişkiler sürdürülürken, paralelinde Türk Dünyası ve komşularımızla ilişkilerimizi geliştirecek politika ve stratejiler üretmeliyiz. Kafkasya, Orta Asya ve hatta Balkanlardaki gelişmeler nedeniyle Türk-Rus ilişkilerinin idaresi daha zor ve daha duyarlı olmuştur. İlişkilerde ekonomik alanda önemli aşama kaydederken, siyasal alanda zaman zaman ciddi gerginlikler olmaktadır. Bugün Rusya ile ilişkiler sadece güvenlik ve ekonomik çıkarlar açısından değil, fakat Kafkasya ve Orta Asya politikalarımızın gerçekten verimli olması açısından önem taşımaktadır . Kafkasya ve Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerde öncelik kültürel ve ekonomik alanlarda olmalı aşırı milliyetçi tavırlardan kaçınılmalıdır. Bu Cumhuriyetlerin Rusya, Çin veya İran’ın nüfuzu altına girmemeleri Türkiye için hayatidir. İran ile ilişkilerimiz sadece Orta Asya nedeni ile değil, Ortadoğu’daki denge ve olası gelişmeler nedeni ile önemlidir. İran’ın bugün içinde bulunduğu ve uzun sürmeyecek olan nisbi yalnızlığından istifade ederek ilişkilerimizi ortak çıkarlarımıza uygun bir düzeye çıkartmakta yarar vardır . İsrail ile ortak siyasal çıkarlarımız ve güvenlik kaygılarımız şüphesiz vardır. Dostluk ve işbirliği ilişkileri kurmamız ve bunları geliştirmemiz doğal karşılanmalıdır. Bununla beraber İsrail ile ilişkilerimizde ihtiyatlı davranmakta, yanlış anlaşılabilecek veya yorumlanabilecek hareketlerden kaçınmakta yarar vardır . Uzun vadede Ortadoğu’daki Arap ülkeleri ile ilişkilerimizin daha ağırlıklı olabileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Ortadoğu’daki en çetin sorun Suriye ile ilişkilerdir. Bölücü teröre verdiği destek iki ülke arasındaki ilişkileri azami derecede gerginleştirmiştir. Ekim 1998’de Şam’daki PKK örgütü elebaşısını nihayet Suriye dışına çıkarmakla olumlu bir tavır sergileyen Suriye yönetimi tansiyonun düşmesini sağlamıştır. Ancak Suriye’nin Türkiye’den toprak talebi, su sorunu, Büyük Suriye hayali, iki ülke arasındaki ilişkileri olumlu bir noktaya getirmeyi daha uzun bir süre geciktirebilecektir. Yunanistan’la olan sorunlar; Kıbrıs, Ege sorunları (Kıta Sahanlığı, Kara Suları, Hava Sahası, Ege adalarının silahlandırılması aidiyeti belli olmayan adalar) ve Batı Trakya Türk azınlığı olmak üzere birbiri içine girmiş sorunlardır. Ayrıca Yunanistan’ın PKK terör örgütüne verdiği destek, Ermenistan ve Suriye’yi Türkiye’ye karşı kullanma girişimleri, AB üyeliği sürecinde Türkiye’ye karşı olumsuz tavır ve mali yardımları engellemesi iki ülke arasında diyalog kapılarının açılamamasına neden olan tavırlardır. Yunanistan, çözüm istediği takdirde bunlar kolay çözülebilirler ve Ege Denizi bir barış denizi haline getirilebilir. Çözüme giderken iki koşul önemlidir. Güçlü olma ve Avrupa’nın tek taraflı ve haksız destekten vazgeçmesi. |