#1
|
|||
|
|||
Ortadoğu'ya Barış Getirmek
Ortadoğu'ya Barış Getirmek
Ortadoğu belki de dünya coğrafyasının en karmaşık, en sorunlu ve en önemli bölgesidir. 20. yüzyılın en büyük değeri haline gelmiş olan petrolün yüksek miktarda çıkarılmasıyla büyük önem kazanan Ortadoğu, geçen yüzyılın başından bu yana dünyanın en istikrarsız, en kanlı bölgelerinden biri haline gelmiştir. Müslümanların, Hıristiyanların ve Yahudilerin kutsal mekanlarını barındıran bu topraklar, 1517'de Yavuz Sultan Selim'in fethi ile Osmanlı topraklarına katılmış, 19. yüzyılın başlarına kadar da Osmanlı hakimiyetinde kalmıştır. Aynı yıllarda Hicaz topraklarının da Osmanlı sınırlarına dahil edilmesiyle birlikte, bölgede tam anlamıyla bir Türk hakimiyeti sağlanmıştır. Türk hakimiyeti ile birlikte bölgeye huzur, bolluk ve refah gelmiştir. Başta Kanuni Sultan Süleyman olmak üzere, tüm Türk Sultanları da Kudüs topraklarına özel bir ilgi göstermişlerdir. Kurulan vakıflar ve eğitim kurumlarının yardımıyla halkın maddi durumu kadar kültür seviyesinin de yükselmesi için çaba göstermişler, bölgede köklü bir Türk-İslam medeniyeti kurmuşlardır. Günümüzde bölge halkı kendini hala Osmanlı-Türk kültürüne yakın hissetmekte ve bölgede Türk-Osmanlı medeniyeti, mimarisi, emeği ve tüm haşmeti ile varlığını hala korumaktadır. Her üç dinin de merkezi konumundaki Kudüs, tarih boyunca en uzun istikrar dönemini Osmanlılar zamanında yaşamış, Kudüs halkı 400 yıl boyunca adaletin, barış ve güvenliğin nimetlerinden faydalanmıştır. Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar tüm mezhepleri ile birlikte, kendi inançları doğrultusunda, diledikleri gibi ibadetlerini yerine getirmişler, kendi örf ve adetlerini yaşamışlardır. Ancak bu toprakların Osmanlı'nın elinden çıkması ile birlikte önce sömürgeci devletlerin, daha sonra 1948'de kurulan İsrail Devleti'nin uyguladığı işgalci politika, yaklaşık 100 yıldır bölgede dirlik ve düzen bırakmamıştır. 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın başında Balkanlar'dakine benzer bir süreç Ortadoğu'da da yaşanmıştır. Osmanlı'yı bu bölgeden uzaklaştırmak ve geride kalan tüm izlerini silmek isteyen güçler yine devreye girmiş ve Balkanlar'dakine benzer bir parçalama politikasına başlamışlardır. Özellikle de İngiltere ve Fransa'nın müdahaleleri Ortadoğu'yu bitmek bilmeyen bir kargaşanın içine sürüklemiştir. Ortadoğu'nun dünyanın en zengin petrol yataklarını barındırdığının fark edilmesi ise Ortadoğu'yu paylaşma yarışını hızlandırmıştır. İki ülke arasındaki gizli Sykes-Picot anlaşması Fransa ve İngiltere'nin bu gizli planlarının bir belgesi niteliğindedir. 1916'da İngiltere temsilcisi Sir Mark Sykes ile Fransa temsilcisi M. F. George Picot arasında imzalanan söz konusu anlaşma Osmanlı topraklarını İngiltere, Fransa ve Rusya arasında paylaştırırken, Filistin için de uluslararası bir statü öngörüyordu. İşte bu ileride kurulacak olan İsrail Devleti için de ilk adımdı. BÖLGEYE TERÖR TOHUMLARININ SERPİLMESİ... Siyonist Hareketin Kurucusu Theodor Herzl Sykes-Picot anlaşmasının imzalandığı dönem, bölgede bir Yahudi Devleti kurulması için hummalı bir çabanın yürütüldüğü dönemdi aynı zamanda. 1890'ların başında aslen bir gazeteci olan Theodor Herzl'in önderliğinde kurulan "Siyonizm" hareketi, dünyaya yayılmış olan Yahudilerin tekrar Filistin'e dönmeleri ve bağımsız bir devlet kurmaları için çalışmalara başladı. Herzl, 21-31 Ağustos 1897'de Basle'da topladığı I. Siyonist Kongre'de temel hedef ve yöntemleri tespit etti. Bu amaçla örgütler toplandı, fonlar oluşturuldu, günümüz deyimiyle son derece örgütlü bir "lobici"lik faaliyeti başladı. (Konu hakkında detaylı bilgi için Bkz. Yeni Masonik Düzen, Harun Yahya, Vural Yayıncılık, 3.B, Temmuz 2000) Filistin'de bir Yahudi Devleti kurma hedefindeki Yahudi Miliyetçileri, diğer adıyla Siyonistler, ilk önce topladıkları paralarla Filistin'de yaşayan Araplar'dan toprak satın almaya başladılar. Ancak asıl hedeflerine bu şekilde ulaşamayacaklarını biliyorlardı. Theodor Herzl, 19 Mayıs 1901 tarihinde Sultan Abdülhamit'le yaptığı görüşmede, "Avrupa Borsasını ellerinde tutan Yahudilerin Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün borçlarını ödemesi karşılığında Filistin topraklarının onlara verilmesini" içeren gizli bir teklifte bulundu. Ancak bu teklif Sultan tarafından "Vatanın bir karış toprağı bile satılık değildir" [Link'i Görebilmeniz İçin Kayıt Olunuz.! Kayıt OL] tepkisiyle geri çevrildi. 1917'de ise İngiltere Dışişleri Bakanı James Balfour, Siyonistlerin önde gelen isimlerinden Edmond De Rothschild'e gönderdiği bir mektupta "Majestelerinin Hükümeti'nin Filistin'de bir Yahudi vatanı kurulmasını desteklediğini" ifade ediyor, böylece uluslararası arenada İsrail Devleti'nin yolu da açılmış oluyordu. Bu vaat, Filistin'in I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı'nın egemenliğinden çıkmasıyla anlam kazandı. II.Abdülhamit 1918 yılında Osmanlı askerleri Filistin'den çekildi ve bölge İngiliz hakimiyetine girdi. Bu yeni hakimiyetle birlikte bölge yaklaşık bir asırdır süregelen bir çatışmanın da içine girmiş bulunuyordu. 1880 ile 1918 yılları arasında Filistin'de 24 bin olan Yahudi nüfusu 65 bine çıkıyor ve böylece hukuksuzca yurtlarından çıkarılan Araplarla Yahudiler arasında gerginlikler tırmanmaya başlıyordu. Bölgede düzenli olarak artan Yahudi nüfusu, II. Dünya Savaşı'nda toplam nüfusun dörtte birine yükseldi. Araplar, İngilizler ve Yahudiler arasında yıllar süren çatışmalar 1947 yılında Birleşmiş Milletler nezdinde görüşülmeye başlandı ve konuyla ilgili kurulan özel komisyon Filistin'in Yahudi ve Araplar arasında ikiye bölünmesini, Kudüs'ün ise uluslararası bir statüye kavuşturulmasını önerdi. Ancak öneri Arap devletleri tarafından kabul edilmedi. Siyonistlerin 1948 yılında bağımsız devletlerini ilan etmeleriyle birlikte 50 yıldan fazladır süren savaşların temeli atılmış oldu. Irkçı ve işgalci bir ideoloji olan Siyonizm üzerine bina edilmiş olan İsrail, önce 1948'de, ardından da 1967'de Arap topraklarını işgal etti ve bu iki aşamada Filistin'in tamamını ele geçirdi. 3,5 milyon Filistinli evlerini terk edip mülteci olarak yaşamlarını devam ettirmeye başladılar. Yıllarca süren savaşlar neticesinde binlerce masum insan hayatını kaybetti. İsrail terörü halen devam etmektedir. Kadın, çocuk, yaşlı ayırt etmeden katliamların yapıldığı Filistin topraklarında, henüz 11-12 yaşındaki çocukların kurşunlara, roketlere, hava saldırılarına karşı taşlar ve sopalarla yürüttükleri amansız direnişleri artık alışılmış manzaralar halini almıştır. Henüz 15'ine bile gelmemiş çocuklar İsrailli askerlerin dipçikleriyle feci şekilde dayak yemekte, okullarına kurşun yağmurları altında gitmekte, attıkları taşlara gerçek mermilerle karşılık verildiği için çoğu sakat kalmakta ya da ölmektedirler. Ancak televizyon kameralarından tüm dünya kamuoyuna yansıyan bu görüntülerden de öte bir terör anlayışı vardır İsrail Devleti'nin. 1948 yılında bir Arap köyü olan Deir Yassin'e İsrail terör örgütü Stern tarafından düzenlenen saldırının izleri hafızlardan hala silinmemiştir. Hamile kadınlar ve çocukların da dahil olduğu 280 kadar köylünün sokaklarda dolaştırıldıktan sonra kurşuna dizildiği Deir Yassin'de genç kızlara tecavüz edilmiş, erkeklerin cinsel organları kopartılmıştır. Raporlarda ortadan ikiye bölünen küçük bir kız çocuğundan bile söz edilmektedir. [Link'i Görebilmeniz İçin Kayıt Olunuz.! Kayıt OL] Bu şekilde 6 ay içinde Arap köylerine düzenlenen sayısız baskın neticesinde 400 bine yakın Arap yurdunu terk etmek zorunda kalmıştır. İsrail Devleti bölgede ideolojisi gereği uyguladığı terör ve baskı politikasını gizli veya açık devam ettirmektedir. Öte yandan bölgedeki diğer devletlerin de gerek kendi iç sorunları, gerek birbirlerinden destek görmemeleri, gerekse zayıf ekonomileri nedeniyle bu politikaya karşı etkin bir güç oluşturmaları mümkün olmamaktadır. Her biri suni sınırlarla birbirlerinden ayrılmış olan Ortadoğu devletleri tek bir ideal ve ülkü doğrultusunda kendilerini birleştirecek ve yönlendirecek bir gücün bekleyişi içindedirler. Bu güç ise sahip olduğu tarihi miras gereği Türkiye'nin elindedir. Çünkü Türkiye'nin tüm bölge devletleri üzerinde tahminlerin üzerinde bir etkisi vardır. Ancak I. Dünya Savaşı sırasında batılı devletler tarafından bu bölgede izlenen politikanın izleri de halen devam etmektedir. Bu nedenle önce bu politikanın mantığına ve hedefine kısaca göz atmak da fayda vardır. SUNİ SINIRLARIN GETİRDİĞİ KARMAŞA Yukarıda da değindiğimiz gibi Osmanlı Ortadoğu'yu I. Dünya Savaşı ile birlikte yitirdi. Savaşın ardından da Ortadoğu'da, bölgenin yeni hakimlerinin siyasi ve ekonomik çıkarlarına uygun bir düzenleme yapıldı. İngiltere ve Fransa, eski Osmanlı vilayetlerinden yapay devletler oluşturdu. Bağdat vilayeti, "Irak" adlı bir devlete dönüştürüldü ve İngiliz egemenliğine bırakıldı. Halep ve Şam vilayetlerinden de "Suriye" isimli bir devlet çıkarıldı. Öte yandan, tarihsel olarak Suriye'nin bir parçası olan Beyrut ve çevresi ise "Lübnan" adıyla ayrı bir devlete dönüştürüldü. Daha güneyde, Ürdün nehrinin batı yakasında ise o zamana kadar sadece coğrafi bir bölge olan "Filistin" bir devlet haline getirildi. Nehrin doğu yakasında ise "Transjordan" (Ürdünötesi) adlı bir devlet kuruldu. Bu devlet bir süre sonra sadece "Ürdün" ismiyle anılmaya başlandı. Kudüs'e Saffa kapısından bir Haçlı komutanı gibi giren İngiliz General Allenby, aynı zamanda Müslüman Filistin halkına yönelik çok büyük bir baskı ve zulüm politikasının başladığına da işaret ediyordu. Bu devletlerin hiçbiri etnik ya da dini bir birliğe dayanmıyordu. Irak denen ülkede, birbirlerinden çok uzak üç ayrı grup vardı; Kürtler, Sünni Araplar ve Şii Araplar. Suriye daha da karışıktı. Sünni Araplar, Alevi Araplar, Dürziler, Kürtler... Hepsi bu yeni devletin çatısı altında yaşıyorlardı. Filistin'de ise Arapların yanında giderek artan ve kendi devletlerini kurmayı hedefleyen bir Yahudi nüfusu vardı. Lübnan ise Hıristiyan Araplar ile Müslüman Arapları barındırıyordu. Ancak bu iki temel ayrım da, kendi içlerinde mezhep farklılıklarıyla bölünmüşlerdi. Osmanlı sonrasında oluşan bu karmaşık Ortadoğu'nun bir başka özelliği ise, sınırların tamamen masa başında ve cetvelle çizilmiş olmasıydı. Sınırlar herhangi bir etnik temel gözetilerek değil, sadece Fransa ve İngiltere'nin çıkarlarının öngördüğü şekilde belirlendiler. Bu yapay sınırlarla hedeflenen ikinci önemli husus ise yeni kurulan devletlerin siyasi istikrarı sağlayamayacak bir düzene göre şekillendirilmeleriydi. Çünkü birliğini kurmuş, siyasi istikrarını sağlamış ve ekonomik refaha ulaşmış bir devletin İngiliz veya Fransız çıkarlarına uymayacağı açıktı. Asıl amaç Ortadoğu'nun kolay yönlendirilebilecek bir bölge halini almasıydı. Kısacası oluşturulan mozaik barışa ve birarada yaşamaya değil, çatışmaya ve savaşa uygun olarak hazırlandı. Nitekim Siyonizm, bir devlet haline gelip İsrail'e dönüştükten sonra, bu mozaiği kullanarak, Arap devletleri arasındaki çatışmaları ya da devletler içindeki iç savaşları körükleme imkanı elde edecekti. Fransa ve İngiltere'nin yeni kurdukları devletlerde yaptıkları düzenlemeler de istikrar bozucu nitelikteydi. Örneğin Suriye'deki Fransız yönetimi, ülkede azınlık durumunda olan Alevileri Sünnilere karşı kayırdı ve bugün hala sürmekte olan azınlık iktidarına zemin hazırladı. Bu politika, Suriye'de kalıcı bir Alevi-Sünni çatışmasının tohumlarını da attı. Ortadoğu'da bir yüzyıldır devam eden, özellikle de İsrail'in kurulmasından bu yana şiddetlenen karmaşanın nedeni, işte bu Osmanlı-sonrası düzenlemeydi. Osmanlı sonrasında oluşan "otorite boşluğu" Batılı güçler tarafından hiçbir zaman doldurulamadı. Osmanlı sonrasında Ortadoğu'da kalıcı bir düzen ve istikrar oluşturulamamasının nedeni, sömürgecilerin bunu yapmak için gerekli olan stratejik anlayışa sahip olmamalarıydı. Osmanlı, ele geçirdiği bölgelere "nizam" götürmeyi İlahi görev sayan bir anlayışla yönetiliyordu. Sömürgeciler ise sadece kendi menfaatlerini gözettiler ve bu menfaatleri düzensizlik gerektirdiğinde düzensizlik meydana getirdiler. |