![]() |
![]() |
|
#1
|
|||
|
|||
![]()
KONU: BEDDUA VE LÂNET
"Allah belânı versin", "tepe tepe üstüne gidesin" "gidişin olur, dönüşün olmaz" gibi kötü sözler söyleniyor. Bunların hükmü nedir? Böyle şeylere alışık birisi bundan nasıl vazgeçirilir? Söylenen için fısk ve günah sözlerdir. Söylenene, hak etmemişse herhangi bir zarar yoktur. Rasûlüllah Efendimiz: "Ben lânetçi olarak gönderilmedim." (Müslim, birr 87) Buyurur. Bir mü'mine lânet (Beddua) etmenin, onu öldürmek gibi olduğunu bildirir. (Buhârî, edep 44) Yapılan bir lânetin (bedduanın) yerine vardığında haksız yere yapıldıgını görünce sahibine döneceğini haber verir. (Tirmizî, birr 48; Ebû Dâvûd, edep 45) Sözünü ettiğiniz kişiye bunların hatırlatılması, yapılacakların en önemli olanıdır sanırız. |
#2
|
|||
|
|||
![]()
KONU: BEDEL HAC
Kendisine hac farz olmuş ancak edâ etmesine vücut sağlığı elverişli olmayan bir kimsenin, yerine başkasını göndermekle edâ edilen hac. Nafile hac için hiç bir şarta bağlı olmaksızın; farz olan hac için ise, sağlığının elverişli olmaması şartıyla, bir kimse kendi yerine bir başkasını gönderir ve haccın sevabını alır. Çünkü böyle bir durumda insan malını Allah yolunda hac için harcamış demektir. Böyle bir harcamayı kendisi yapabileceği gibi, başkasına da kendi adına yaptırabilir. İslâmî kaynaklarda hac için bedel (nâib) tutmaya "ihcac", bedel tutan kimseye "âmir", menûb veya "mahcûcun anh" denir: Ayrıca bedel gönderilen kimseye "me'mûr", yol masrafı olarak verilen mal veya paraya "nafaka" ve haccı ifsad etmesi halinde nafakayı geri ödemesine "tazmin" adı verilmektedir. İslâm'da ibadet; mal, beden ve hem beden hem de malın birleştirilmesiyle yapılan ibadet olmak üzere üçe ayrılır. Bunlardan mal ile yapılan zekât, kurban, sadaka, keffaret vb. ibadetlerde vekâlet kayıtsız şartsız caizdir. Abdest, namaz, oruç gibi beden ile yapılan ibadetlerde ise hiç bir halde mümkün değildir. Hem beden hem de mal ile yapılan hac veya umre gibi ibadetlerde ise acizlik (sağlığın yeterli olmaması) halinde caiz, yapmaya Kadir olması halinde ise farz olan hac için caiz değil, nafile hac için caizdir. Burada söz konusu edilen acizlik, ölüm veya ölüme kadar süren daimî bir acizliktir. Aslında bir kimse bütün ibadetlerinde, işlediği amelin sevabını başkasına bağışlayabilir. İbadeti yaparken, görünüşte kendisi için niyet etmiş olsa bile sevabını başkasına hibe edebilir. Allah'u Teâlâ'nın "İnsan için ancak kendi emeğiyle kazandığı vardır." (en-Necm, 53/39) buyurduğu ayet, "ancak sevabını kendine bağışladığı ameli vardır." diye tefsir edilmektedir. (İbn Âbidîn, Haşiyetü Reddi'l-Muhtar, Mısır 1966, II, 596, 597). Dolayısıyla müslümanların birbirlerinin yerine sadaka vermeleri Allah için kurban kesmeleri hacca gitmeleri veya bedel göndermeleri ve sevabını bağışlamaları caizdir. Mükâfatı görülür ve onların hayırla anılmalarına vesîle olur. Bedel haccın sahîh olması bazı şartlara bağlıdır. Bu şartlar şöyle sıralanabilir: 1- Hac, âmir üzerine farz olmuş bulunmalıdır. Farz olmadan haccettirecek olursa nafile olarak kabul olur. Daha sonra farz olursa tekrar edâ etmesi gerekir. 2- Âmir, haccını edâdan önce sağlık açısından aciz olmalıdır. Sağlam bir kimse, önce hacca bedel gönderip sonradan âciz duruma düşse haccı makbul sayılmaz. 3- Âmir, bedel gönderdiği adamı, isteyerek ve bunu ona bildirerek göndermelidir. İzinsiz ve gıyabıda yapılan bedel hac caiz olmaz. 4- Bedel giden me'mûr müslüman, akıllı ve hac menasikini gereğince yapabilecek temyiz kudretine sahip olmalıdır. Daha önce hacca gitmemiş kişiyi veya kadını hac için bedel göndermek caiz ise de, daha önce haccetmiş hür bir erkeği göndermek daha iyidir. 5- Âmir normal olarak yol masrafını (nafaka) vermelidir. Yetmemesi halinde, bedel kendi parasından harcar ve dönüşünde âmirden isteyebilir, artmışsa iade eder. 6- Âmir ile me'mûr arasında nafakadan başka bir ücret belirlenemez. Çünkü ibadete -bedel olarak da olsa sadece ibadet maksadıyla gidilecektir. 7- Âmir, hac türlerinden (ifrad,* temettu'* ve kıran*) hangisini emrederse, me'mûr onu edâ eder. Âmirin emrettiği hac veya umreyi edâ ettikten sonra, kendi namına da hac veya umreden birini yapsa caiz olur. 8- Âmirin verdiği nafaka hangi bineğe (vasıtaya) uygunsa me'mûr onunla gider. Binek için nafaka alır da, ucuz olur diye yaya veya daha ucuz vasıta ile giderse caiz olmaz. 9- Âmirin verdiği nafaka yeterli ise kendi ikamet ettiği yerden; değilse yeterli görülen bir yerden yola çıkılır. 10- Bedel hac için niyet edilirken, "vekâleten haccedileceğine" niyet edilmesi şarttır. Âmirin adını unutursa, kalbî niyet yeterli olur. Fakat kendi adına da veya iki kişinin birden bedel haccına niyet ederse hiçbiri kabul edilmez. 11- Âmir "Benim yerime filân kimse haccetsin, başkası değil." derse belirttiği kimseden başkası bedel gidemez; "...başkası değil" kaydını koymazsa üçüncü bir kimsenin bedel gitmesi caiz olur. 12- Temettu ve kıran hac türlerinden gereken kurban, vekile vacip olur. Cinayet kurbanı da vekîle vacip olur. Hac veya umre erkânından, bir hatasından dolayı vekil "muhsar: manen engellenmiş" olursa ve âmir sağ ise kurban âmire aittir. İmam Ebû Yusuf'a göre bunu da vekil üstlenir. 13- Müteveffa bir âmirin vasiyyeti üzere gönderilen bedel yolda ölürse, ikinci bir vekîl tayin edildiğinde, İmam-ı Âzam'a göre, ölü olan âmirin malının üçte birinden geri kalan ile ve âmirin ikamet ettiği yerden başlayarak hacceder. İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise önceki vekilin öldüğü yerden haccı tamamlar. 14- Me'mur eğer, Arafat'ta vakfeden önce cinsî yakınlıkta bulunursa haccı fâsit olur, üzerine kurban gerekir ve nafakayı âmire veya mirasçılarına geri öder. I5- Bedel hac, âmirin belirlediği senede yapılmalıdır. Hastalık vb. elde olmayan bir sebeple vekil tarafından tehir edilirse nafakayı iade |
#3
|
|||
|
|||
![]()
KONU: BERÂET GECESİ
Şaban ayının ondördüncü gününü onbeşinci gününe bağlayan gece. Bu gece, değişik adlarla da anılmaktadır: Bu geceye, bereketli ve feyizli bir gece olması sebebiyle ‚Mübârek'; kulların günahlarının affolunması ve temize çıkmaları sebebiyle ‚Beraet'; kulların ihsana kavuşmaları nedeniyle ‚Rahmet', geceyi iyi değerlendiren kulların seçilerek salih kullar arasına alınması sebebiyle ‚Berae veya Sakk' adı da verilir. Bu gecenin beş özelliği vardır: 1) Bu gecede önemli işlerin seçimi ve ayırımı yapılır. 2) Bu geceyi ibadetle geçirenlere yardımcı olması amacıyla Allah tarafından melekler gönderilir. 3) Bu gece bağışlanma ve af gecesidir. 4) Bu gecede yapılan ibadetlerin fazileti çok büyüktür. 5) Bu gecede Peygamberimize şefaat yetkisinin tamamı verilmiştir. Bu yetkinin üçte biri Şaban'ın onüçüncü günü, üçte biri Şaban'ın ondördüncü günü, geri kalan üçte biri de Şaban'ın onbeşinci günü verilmiştir. Anne ve babasını incitenler, büyücüler, başkalarına kin besleyenler içki düşkünleri bu gecenin faziletinden yararlanamazlar. Bu konuyla ilgili olarak şu hadisler rivayet edilmektedir: Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bu geceyi Hz. Âişe validemize tanıtırken şöyle buyurmuştur: "Bu gece Şaban'ın onbeşinci gecesidir. Allah Teâlâ bu gecede Benü Kelb kabilesinin koyunlarının tüyleri sayısınca insanları Cehennem'den kurtarır. Ancak kendisine şirk koşanların, müslümanlara karşı kin ve düşmanlık besleyenlerin, akrabaları ile münasebeti kesenlerin, gururlu ve kibirlilerin, ana-babasına asî olanların ve içki içmeye devam edenlerin yüzüne bakmaz. " (Buhârî, et-Tergîb ve't-Terhib, II, 118). Insanların bir sene içerisindeki rızıkları, zengin veya fakir olacakları ve ecelleri gibi mühim hususlar o gece içerisinde meleklere bildirilir. O geceyi ibâdet ve tâatla geçirmek ve nafile namaz kılmak sevaptır. Fakat o geceye mahsus belirli bir namaz şekli yoktur. Nitekim Peygamber Efendimiz bu geceyi ibadetle geçirmiş ve Allah'a şöyle dua etmiştir: "Azabından affına, gazabından rızana sığınır, senden yine sana iltica ederim. Sana gereği gibi hamdetmekten âcizim. Sen seni senâ ettiğin gibi yticesin. " (et-Tergib, II, 119, 120). Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bizlere de şöyle buyurmuştur: "Şaban ayının yarısı (Berâet gecesi) gelince: gecesini namazla, gündüzünü oruçla geçiriniz. Cenâb-ı Allah o gece güneşin batmasıyla dünya göğüne iner ve şöyle der: Benden af dileyen yok mu; onu affedeyim. Rızık isteyen yok mu; rızık vereyim. Şifaâ dileyen yok mu; şifâ vereyim. " "Allah Teâlâ Şaban'ın onbeşinci geresi (Berâet gecesi) tecelli eder ve ana-babaya asi olanlarla Allah'a ortak koşanlar dışında bütün kullarını bağışlar. " (Ibn Mace, Ikametü's-Salât, 191; Tirmizî, Savm, 38). |
#4
|
|||
|
|||
![]()
KONU: BÜYÜ, BÜYÜCÜLÜK
Buna Arapça'da "sihir" adı da verilir. Bir insanı istenilen şeyi yapmağa sevk eden gizli kuvvet, tabiata aykırı haller vücuda getiren etkiler. Bunları yapanlara "büyücü" denilir. Büyüyü şöyle tarif etmek mümkündür. Herhangi bir çıkar uğruna başkasına zarar vermeye yönelik meşru olmayan yollarla bir takım gizli kuvvetleri yönlendirerek yapılan ve gerçeğe uymayan gözbağcılık, düzenbazlık, oyunculuk şeklindeki işler. Gözbağcılık, düzenbazlık gibi oyunlarla insanları aldatan kişiye büyücü, bu kişilerin yaptığı işe büyü, bu işin meslek haline getirilmesine de büyücülük denir. Büyücülük, İslâm'dan önce Araplar'da, Rumlar'da, Hintliler'de, Mısırlılar'da yaygın idi. Özellikle Hz. Musa zamanında büyücülük itibarlı bir meslek idi. Hz. Süleyman zamanında da yaygındı. Büyünün kendine göre özellikleri ve çeşitleri vardır. Kara büyü: Asıl sihir bu olup bazı kimseler, perilerin ve özellikle şeytanların müdahalesiyle, tabiatüstü bir takım fiiller yapabilecekleri iddiasındadırlar. Mecaz yoluyla büyü: Anlaşılamaz, akıldan hariç şey demektir. Beyaz yahut (tabii) büyü: Zahiren acaip, fakat aslında tabii sebeplerle meydana gelmiş bir takım fiiller yapmak sanatıdır. Hokkabaz kuleleri gibi. İslâm toplumlarında sihir: Müslümanlardan bazıları büyüde Yahudilerden, Suriyeliler'den, İranlılar'dan, Keldânîler'den ve Yunanlılar'dan ders almışlardır. Tütsü, tılsım, muska, cadılık, fala bakmak vs. hep oralardan gelmiştir. Müslümanlar cinlere inandıkları için bu inanç sihre inanmaya da yolaçabiliyordu. Rasûlullah (s.a.s.) "isabet-i ayn"a, yılan sokması ve genellikle hastalıklara karşı rukyayı yani duayı caiz görmüştür. Fakat büyü ile Hz. Peygamber'in (s.a.s.) duası arasında hiçbir ilişki yoktur. Bir takım fal kitapları vardır ki kelime ve harflerin suretiyle geleceği bilmeye çalışırlar. Büyü ve büyücülük İslâm'da yasaklanmıştır. Kur'an-ı Kerîm'de büyücülerin iflah olmayacağı (Tâhâ, 20/69) belirtilmiştir. Kâfirler, kendilerini haklı çıkarabilmek, Allah'ın elçilerini yalanlamak için onları büyücülükle, büyü yapmakla suçlamışlardır. Büyücülükle suçlananlar arasında Hz. İsa (es-Sâf, 61/6); Hz. Musa (ez-Zuhruf, 43/49); (ez-Zâriyat, 51/39), Hz. Süleyman (el-Bakara, 2/102), Hz. Muhammed (el-Hicr, 15/6) zikredilmektedir. Başka bir ayette, inanmayan kişilerin bütün peygamberleri büyücülükle suçladıkları görülmektedir (ez-Zâriyat, 51/52). Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde yedi şeyden sakınınız" buyururken ikinci sırada "sihir yapmayı" zikretmiştir. (Buhârî, Iiasâya 23; Müslim, İman,144). Başka bir hadiste büyü yapan kişinin küfre girdiğini belirtmiştir. Muhabbet için efsun yapmanın, ipliğe okumanın, büyü yapmanın şirk olduğunu da belirtmiştir (Nesâî, Tahrim 19). Büyüye inanan kişinin Cennet'e giremeyeceği de (Ahmed İbn Hanbel, II, 83; IV, 399) belirtilmiştir. Başka bir hadiste de büyücüye, müneccime, gaibden haber veren kimseye inanan kişinin Kur'an'ı inkâr etmiş olduğu belirtilmektedir. (Ebû Davûd, Tıp, 21). |
#5
|
|||
|
|||
![]()
KONU: BÜYÜK GÜNÂHLAR (KEBÂİR)
Allah'ın emirlerine aykırı davranış, kötü amel, isyan, karşı gelme, suç, kabahatlerin büyükleri. İslâm literatüründe bu tür fiillerin bir kısmı büyük günah, bir kısmı da küçük günah olarak adlandırılır. Bu tabirin geçtiği ayetlerde şöyle denilmektedir: "Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız bir yere sokarız. " (en-Nisâ, 4/31) "Büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar, kızdıkları zaman onlar, affederler." (eş-Şurâ, 42/37) "O (muhsin ola)nlar ki günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar işleyebilirler... " (en-Necm, 53/32). Aynı ifadenin geçtiği Hadislerden bir kısmında ise Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: Abdullah b. Mes'ud anlatıyor: Rasûlullah'a "Allah indinde en büyük günah nedir?" dedim. "Seni yaratan Allah'a Şirk koşmandır." buyurdu. "Bu gerçekten pek büyük, bundan sonra nedir?" dedim. "Seninle beraber yemek yemesinden, tüketici olmasından korkarak evlâdını öldürmendir. " dedi. "Ondan sonra nedir?" dedim. "Ondan sonra komşunun hanımı ile zina etmendir" buyurdu. Yine Abdullah b. Mesud'dan değişik bir senetle aynı hadis rivayet edildikten sonra şu ayetin nazil olduğu ilâve edilmiştir. "Allah'ın (halis) kulları o kimselerdir ki, Allah'tan başka ilâha dua etmezler; Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmezler; meğer ki hakla ola. Zina da etmezler. Her kim de bunları yaparsa ağır cezaya çarptırılır. " (el-Furkan, 25/68). Abdurrahman b. Ebû Bekr, babasından, şöyle dediğini rivayet ediyor:Rasûlullah (s.a.s.)'ın yanında idik. Üç defa şöyle buyurdu: "Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi? Allah'a Şirk koşmak, anaya babaya itaatsizlik etmek ve yalancı Şahitliği yapmak... " (Buharî, Edeb 6; İman, 16) Başka bir hadiste, büyük günahlar, "el-Mubîkât: helâk edici" kelimesiyle ifadelendirilerek şöyle buyurulmuştur: "Yedi helâk edici Şeyden kaçının." Bunlar nedir yâ Rasûlallah diye sorulunca: "Allah'a şirk koşmak; sihir yapmak; Allah'ın haram kıldığı halde bir kimseyi haksız yere öldürmek; yetim malı yemek; faiz yemek; düşmana hücum anında harpten kaçmak: namuslu, kendi halinde mümin kadınlara zina iftirası atmaktır" buyurdular. Diğer bir hadiste ise: "Büyük günahlar dokuzdur: Allah'a şirk koşmak; haksız yere adam öldürmek; temiz bir kadına kötülük isnat etmek; zina yapmak; düşmana hücum esnasında firar etmek; sihirbazlık; yetim malı yemek; müslüman ana babaya asî olmak; emredilenleri yapmamak ve yasakları yapmak sûretiyle aileye karşı doğruluğu terketmektir. " Diğer Hadislerde yukardaki maddelere faiz yemek, hırsızlık ve şarap içmek de ilâve edilmiştir. (Buhârî, Vasâya 23; Müslim, İman 141-146; Ebû Davûd, Vasâya 10) Kebâir kelimesiyle ifade edilmediği halde, yukardaki Hadislerde bildirilen fiillerin dışında bir çok suçlar daha vardır ki, onlar İslâm âlimlerince, ayet ve hadisler doğrultusunda, büyük günah kabul edilmiştir: Bilerek ve kasten İslâm'ın şartlarını terketmek; içki içmek; kumar oynamak; hırsızlık yapmak; adaletten ayrılmak gibi. İslâm âlimlerinden bir kısmı genel hatlarıyla "büyük günah"ları şöyle tarif etmişlerdir: İbn Abbâs'a göre: "Allah'ın yasak ettiği her şey büyük günahtır. Ayrıca büyük ve küçük günah arasındaki fark şudur: Allah'ın Cehennem, gazap, lânet, veya azap gibi ifadelerle sona erdirdiği her günah büyüktür. Diğerleri küçüktür." Hasan Basrî de buna yakın bir ifade kullanmıştır. Ebû Amr İbn Salâh'a göre: "Büyük ismi verilecek şekilde büyük olan ve mutlak surette büyüklükle vasıflanan her günah büyüktür." Buna göre büyük günahların bazı alâmetleri vardır. "Şer'i cezayı icab ettirmek; Cehennem azabıyla tehdit olunmak; yapana fasık denilmek; lâ'net olunmak." Cumhûr-ı ulemaya göre; günahlar büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır. Beş vakit namaz, Ramazan orucu, hac, umre, abdest gibi hayırlı amellerin kendilerine keffaret olabileceği günahlar "küçük günah"; bu tür ibadetlerin keffâret olamadığı günahlar ise "büyük günah"lardır. Mesela: "İki umre, aralarında yapılan günahlara keffarettir. (Ahmed İbn Hanbel, II, 461). "Kabul edilmiş bir hac, o yıl ki hatalara keffarettir. " (Ahmed İbn Hanbel, II, 348), "Şehidden akan ilk damla kan, onun bütün günahları için keffarettir." (Ahmed İbn Hanbel, IV, 300), "Allah, cuma'yı kılanın iki cuma arasındaki günahlarını örter." (Ahmed İbn Hanbel, V, 181). Hadislerde, başka ibadetlerin kendilerine keffaret olduğu bildirilen cinsten günahlar küçük günahtır. Ancak herhangi bir ibadetin, kendisi hakkında keffaret kabul edilmediği günahlar ise büyük günahlardır. Meselâ: hiç bir ibadet adam öldürmeye, zina yapmaya, içki içmeye ve benzeri günahlara keffaret olarak kabul edilmez; bunlara ancak Şerîat'ın, haklarında takdir ettiği cezalar tatbik edilir. Hz. Ömer'le İbn Abbas (r.a.) "İstiğfarla büyük günah, ısrarla da küçük günah kalmaz" demişlerdir. Yani (Şerîat'in verdiği cezalar tatbik edildikten sonra) istiğfarla büyük günahlar affedilir. Fakat küçük günahlar ısrarla işlenmeye devam edilirse, onlar da büyük günah olur. Bu ifadelere göre büyük günahlara sayısal açıdan sınır koymak mümkün olmaz. Büyük günahların başında gelen ve en büyük günah olarak kabul edilen "şirk"in küfür olduğu muhakkaktır. Diğer günahların, onu işleyen mümin bir kulu imandan çıkarıp çıkarmayacağı hususunda İslâm Kelâm âlimleri ihtilaf etmişlerdir. Özetle, Şerîat'ın hakkında tehdit edici bir nass (korkutucu bir delil) tahsis ettiği veya büyük günah olarak bildirdiği bir günahı işleyen hakkında Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşü şudur: Büyük günah mümini imandan çıkarmaz ve onu küfre sokmaz. Ancak böyle bir mümin asi sayılır. Ameller imandan bir cüz (parça) değildir. Ancak işlenen günahı helâl saymak, onu hafife ve alaya almak, kesinlikle küfürdür. Mu'tezile mezhebinin görüşü: Büyük günah işleyen ne mümin, ne de kâfirdir. O fasıktır ve iki menzil arasındaki bir menzildedir. Bu mezhep, imanı kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve amellerin yapılması şeklinde tarif ettikleri için; büyük günah işleyenleri mümin kabûl etmemişlerdir. Ancak kâfir de kabul etmemişlerdir. Çünkü, Peygamber (s.a.s.) asrında ve takip eden dönemlerin hiçbirinde büyük günah işleyenlere, dinden çıkanlara verilen ölüm cezası verilmemiştir. Eğer kâfir olsalardı, imandan sonra küfre gitmenin cezası olarak öldürülmeleri gerekirdi. Bu yapılmamıştır, onun için bunlar iman ile küfür arasındadırlar. Bunlara "fâsık" denir. Haricîlere göre; büyük ve küçük günah işleyen kimse kâfir olur. İslâm'ın, yapılmasını emrettiği ameller imanın bir parçasıdır. Yani amel imandan bir cüz'dür. Hasan el-Basrî'ye göre; büyük günah işleyen kimse "münafık"tır. Kalben inanmadığı halde dıştan inanmış gibi görünenlere münafık denildiği halde Hasan Basri nifâkı; imanı gizleyip büyük günahı işlemek suretiyle küfrü açığa çıkarmak, şeklinde kabul etmiştir. Haricîlerden bir fırka olan el-Ezârika'nın görüşü: Büyük günah işleyen kimse "müşrik"tir. Çünkü böyle kimse hem Allah için, hem de Allah'tan başkası için amel etmektedir. Yaptığı büyük günah ile Allah'tan başkasını (nefsini veyahut şeytanı) ona ortak koşmuştur. Yukarda belirlenen bütün görüşler, sahiplerince bir takım delillere dayandırılmıştır. Biz bunlardan sadece Ehl-i Sünnet'in deliline bakacağız. Diğerleri için akaid kitaplarında geniş malûmat verilmiştir; oraya bakılabilir. 1. Delil: İman, kalp ile tasdiktir. Mümin'in imandan çıkması için kalbindeki tasdikin değişmesi gerekir. Hangi beşerî zaaflardan kaynaklanırsa kaynaklansın, işlenen büyük günahlar, tasdiki değiştirecek mahiyette olmadığı sürece işleyenini imandan çıkarmaz. Kalpteki tasdiki değiştirme ise ancak yapılan günahı helâl sayarak veya o hükmü alaya alarak meydana gelir. Şer'i hükümlerle alay etmedikçe, hafife almadıkça ve helâlleri haram, haramları da helâl kabul etmedikçe; kalpteki tasdik değişmemiş olur. O değişmedikçe de kâfir olunmaz. "Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun dışındaki (günahları) dilediğine affeder. " (en-Nisa, 4/116) ayeti, ancak şirkin affedilmeyeceğini, diğer günahların ise -eğer Allah dilerse- affedebileceğini ifade etmektedir. Eğer büyük günahlar da küfür kabul edilseydi, ayetin ikinci bölümünde "ma dûne zâlik = bunun dışındakiler.." ifadesinin kullanılmasına gerek kalmazdı. 2. Delil: "Asi" denilen büyük günah sahiplerinin gerçekte mümin olduklarını belirten bir çok ayet vardır: "Ey iman edenler, şarap, kumar, dikili taşlar, şans okları, şeytan işi pisliklerdir. " (el-Mâide, 5/90) "Eğer müminlerden iki zümre birbirleriyle savaşırlarsa.. " (el-Hucurât, 49/9) "Ey iman edenler, yürekten, hâlis (samimi) bir tevbe ile tövbe ederek Allah'a dönün. " (et-Tahrim, 66/8) "Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. " (el-Bakara, 2/178) Ayetlerde görüldüğü gibi büyük günah işleyenlere "Ey inananlar" diye hitap edilmiştir. 3. Delil: Mümin bir kimse öldüğü zaman cenaze namazı kılınır ve müslüman kabristanına defnedilir. Asr-ı saadetten bugüne kadar büyük günah işlemiş ve tövbe etmemiş olsa bile (gizli halleri Allah'a ait olmak üzere), ölen her müslüman için, günahkâr veya günahsız ayrımı yapılmaksızın cenaze namazı kılınmış ve müslüman kabristanına defnedilmiştir. Peygamber'in tatbikatı böyle olmuştur ve İslâm âlimleri bu konuda icmâ* etmişlerdir. "Kendisine emanet edilemeyen kimsenin imanı yoktur. "Zina eden kimse, mümin iken zina etmez, mümin iken hırsızlık yapmaz, mümin iken içki içmez... " (Buhârî, Mezalim 30; Müslim, İman 100,104; Ebû Davûd, Sünnet, 15; Tirmizî İman, 11). Şeklinde varid olan hadisler, büyük günah işleyenlerin kâfir olduklarına delil değil; ancak imanlarının kâmil olmadığına delildir. Kâmil bir iman, büyük günahların işlenmesine engeldir. Hepsi bu kadar olmamakla birlikte aşağıda sıralayacağımız suçlar, İslâm'da büyük günahlar olarak kabul edilmiş ve bunlardan bir kısmına İslâm hukukuna göre bazı cezalar takdir edilmiştir: " Allah'a şirk koşmak, içki içmek, kumar oynamak " (el-Bakara, 2/219); haram aylarda harbetmek (el-Bakara, 2/217); bakmakla yükümlü olduğu yetimin malını kendi malına katarak O'nun rızası olmaksızın yemek (en-Nisa, 4/2; İsra, 17/34); fakirlik korkusuyla kendi çocuğunu öldürmek (İsra, 17/31); insanlar arasında fitne çıkarmak (el Bakara 2/217); faiz yemek (el-Bakara, 2/275); Allah'tan başkasına ibadet etmek (İsra,17/23); ana-babaya isyan etmek (İsra,17/23), akrabaya miras hakkını vermemek (en-Nisa, 4/7, 13; İsra, 17/26); malı gereksiz yere israf etmek (İsra, 17/27); zina yapmak (İsra 17/32; en-Nisa, 4/15-16); haksız yere adam öldürmek (İsra, 17/33); ölçü ve tartıyı tam yapmamak (İsra, 17/35); kibirlenmek (İsra, 17/37); iffetli kadına zina isnat etmek (en-Nisa, 4/23); tesettüre riayet etmemek (en-Nur, 24/31 ); yalan yere yemin; Peygamber'e (s.a.s.) yalan hadis uydurmak (Peygamber'e yalan yere hadis uydurmak, büyük günah olmanın ötesinde, küfür sayılabilir. Çünkü şerîat'ın temel kaynaklarından ikincisi "sünnettir". Sünnete yalan isnat etmek; bazı konularda İslâm'ı temelinden yıkabılir); insanları diliyle çekiştirmek; kaş göz hareketleriyle alay etmek |
#6
|
|||
|
|||
![]()
KONU: CAMİLERDEKİ BİD'ATLAR
Mahallemizdeki camide namaz bittikten sonra cemaat teker teker ellerini bağırlarına koyuyor ve imamı adeta selâmlayıp öyle ayrılıyorlar. Imam da buna aynıyla mukabale ediyor. Bu hareket doğru mudur? Değilse, böyle doğru olmayan cami içi hareketler nelerdir? Yerleşen her bid'at karşılığında bir sünnet gider. Bu gerçeği hiç unutmamak gerekir. "Her bid'at da dalâlettir." "Resûlullah'ın getirdiği dinde bulunmadığı halde, dindenmiş gibi yapılan her davranış merduttur", yapanın yüzüne çarpılır. Maalesef, camilerimizde, mescidlerimize çeşitli bid'atler işlenmektedir ve muhtemelen çoğu iyi niyetle yapılan bu bid'atlar, sünnetlerin oralardan çıkarılmasından başka da bir şeye yaramazlar. Bunlardan bazılarını saymaya çalışalım. 1. Dediğiniz gibi, namazdan sonra, Imam henüz mihrapta iken, eli göğüse getirmek suretiyle selâmlama faslı. Bu, bid'atliğinin yanında başka dinlerde ibadet olan bazı haraketleri de akla getiriyor. Ayrıca yapmayanlar, Imam efendiye dargınlığı var, zannedilecek diye sıkıntıya düşüyorlar. Bu davranış namaz sonrası serbestliği ortadan kaldırarak, ibadete bir merasim havası veriyor. 2. "Kâmetten" önce "Ihlas suresi" ya da daha başka şeyler okumak. Camide Kur'an okumak ve dinlemek elbette güzel bir davranıştır ve bu sadece camiye de has değildir. Ama sünnetle farz arasında, sanki namazın ya da müezzinliğin gereklerindenmiş gibi okunması bid'attır. Bu tür okuyuşlar zaten kliseleşmis hale geldikleri için kimse onları, şuuruna vararak Kur'an gibi dinlememektedir. Bazı yerlerde buna başka ayetler veya başka sureler de eklenir. Bunların bid'at olduğunun en açık delili; bunlara alışılan camilerde bir defa terkedilecek olsalar, hemen tepki görmeleriyle müezzinliğin eksik olduğu sanılmasıdır. 3. Farzdan sonra müezzinlerin -Istanbul'un bazı büyük camilerinde olduğu gibi- koro halinde tesbihleri okumaları, "âmin, âmin, âmin" diye bağırmaları, mesnun ve me'sür olmayan bir takım nakaratlar söylemeleri, Hatta "Ayetel-Kürsî" ve herkesin kendi başına yapması gereken tesbihati yüksek sesle ve bağırarak okumaları, böylece cemaati bunları okumaktan mahrum etmeleri ve onları kendi gürültülü seslerini dinlemek zorunda bırakmaları. 4. Namazlardan sonra, namazın bir tetimmesi olarak, herkesin herkesle musafaha etmesi. Musafaha aslında sevgi doğurucu bir sünnet olmakla beraber, namazlardan sonra, namazın bir parçası ve bütünleyicisi gibi icra edilmesi, ibadete bir katma anlamı taşıdığından bid'at olmuş olur.5. Cumanın iç ezanından önce çeşitli salatü selamlar ve temennalar okumak.6. Erzurum ve havalisinde olduğu gibi, ezanlardan sonra "salâ" okumak. (Bunun bid'at haline geldiğinin güzel bir delili, bir hatıramdır: 70'li yılllarda Erzurum'da talebe iken, bir gün müezzin bulunmadığı için, muhterem Hocam Mehmet Tavlas'ın imamlık yaptığı Gez Camiinde bir ezan okumuş ve beceremem endişesiyle "sala"yı terketmiştim. Namazın hemen peşinden ve caminin içinden cematten biri tarafından "Sen bu dini bozmak mı istiyorsun!?" diye ciddi bir hücüma uğradım. Milletin araya girmesiyle tartaklanmaktan kurtuldum.) Bunlar camilerimizde işlenen bid'atların ilk aklımıza gelenleridir. Başka münasebetle, başkalarından da söz edeceğiz. Ancak şunu da bilmek gerekir ki, Kâtip Çelebi'nin de israrla anlatmaya çalıştığı gibi, avam bunlara farzdan daha çok değer verirler ve kaldırılmalarına asla müsaade etmezler. Bu yüzden adeta "dinde devrim" gibi gelecek tarzda bunların üzerine sertçe gitmeli, şuurlu imam ve müezzinlerin bunları yavaş yavaş, tedricen kaldırmaları gerekir. Bir büyüğümüzün dediği gibi, "Bunlar folklor müslümanlığı çıkıncaya kadar olmayan, ondan sonra ortaya çıkan adetlerdir." Ve ibadetlerin adeta dönüşmüşlüğünü gösterirler. Bu konularla ilgili olarak şu kaideyi akılda tutmak yararlı olur: "Eşyada aslolan ibahadır, ibadetlerde aslolan ise men'dir. Çünkü ibadet koyma yetkisi sadece şarı'e has bir keyfiyettir. |
#7
|
|||
|
|||
![]()
KONU: CEBEL-İ NÛR (NUR DAĞI)
Mekke'de bir dağ. Nûr dağı anlamına gelmektedir. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in evine bir kilometre uzaklıktadır. Hz. Muhammed (s.a.s.)'e ilk vahiy Nûr dağının tepesinde bulunan Hira mağarasında gelmiştir. Nûr dağı, kendisini çevreleyen dağlar arasında uzaktan farkedilmekte olup, özel bir yapı arzeder. Bu tepeye niçin Nûr dağı denildiği bilinmiyor. Mekke'den Mina'ya giden yolun yakınındadır. Hacılar Mina'da birkaç gün geçirirler. O dönemde tatbik edilen bir adete göre, yolunu kaybedenlere yardım için bu dağın tepesinde ateş yakılmış olması ve bu nedenle Nûr dağı denilmiş olması mümkündür. Nitekim o dönemde Müzdelife'de bir tepe üzerinde ateş yakıldığı bilinmektedir. Başka tepelerde ve bu arada Cebel-i Nûr üzerinde de ateş yakılmış olması mümkündür. (M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 64-65). Cebel-i Nûr ve onun üzerinde bulunan Hıra mağarası Hz. Muhammed (s.a.s.)'e inen, insanlara ilim ve medeniyet yolunu gösteren ilk vahye beşiklik yapmıştır: "Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı alâkdan (kan pıhtısından) yarattı. Oku, Rabbın en büyük kerem sahibidir. O, (insana) kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti." (el-Alâk, 96/1-5) ayetleri burada inmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s.) kendisine peygamberlik gelmeden önce de putperestlikten nefret ederdi. Ramazan ayı gelince erzakını alır, Cebel-i Nûr'daki Hıra mağarasına çekilir, orada günlerce kalarak tefekküre dalardı. Bundan büyük bir zevk alır ve manevi teselli bulurdu. Cebel-i Nûr üzerinde bulunan ve günümüzde de varlığını koruyan Hıra mağarası ancak bir insanın ayakta durabileceği kadar yükseklikte ve yatabileceği kadar uzunluktadır. |
![]() |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|
![]() |
||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Afganistan'da görevli ingiliz sas komutani istifa etti | eLanuR | Haberler | 0 | 1 November 2008 09:50 |