Genel Paylaşım Forumu     forum  

Go Back   Genel Paylaşım Forumu > >
Kayıt ol Yardım Topluluk Takvim Bugünki Mesajlar Arama

Cevapla
 
Seçenekler Stil
  #1  
Alt 21 August 2009, 08:54
Nixie
Guest
 
Mesajlar: n/a
Standart Cvp: Fıkıh ansiklopedisi

KONU: CENNET
Peygamberlerin davetine uyarak iman edip, dünya ve ahirete ait işleri, kulluk vazifelerini elden geldiği kadar güzel bir şekilde yapan temiz ve müttakî kişiler için hazırlanmış bir huzur ve saadet yurdudur. Kısaca ahiretteki nimetler yurdunun adıdır. Çoğulu Cinân ve Cennât'tır.

Kur'an-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde Cennet, çeşitli şekillerde tasvir edilmiştir. Bilhassa Kur'an-ı Kerîm'de ağaçları altından ırmaklar akan Cennetler şeklinde anlatılmaktadır:

"Cennet takva sahiplerine, uzak olmayarak yaklaştırılmıştır. İşte size va'dolunan, gördüğünüz şu Cennet'tir ki, O, Allah'ın taatına dönen onun (hudud ve ahkâmına) riayet eden çok esirgeyici Allah'a bütün samimiyetiyle gıyâben saygı gösteren, hakkın taatına yönelmiş bir kalble gelen kimselere aittir. " (Kâf, 50/31-33).

"Tövbe edenler, iyi amel ve harekette bulunanlar öyle değil. Çünkü bunlar hiç bir şeyle haksızlığa uğratılmayarak Cennet'e, çok esirgeyici Allah'ın kullarına gıyâben va'd buyurduğu Adn Cennet'lerine gireceklerdir. Onun vadi şüphesiz yerini bulacaktır. Orada selâmdan başka boş bir söz işitmeyeceklerdir. Orada sabah, akşam rızıkları da ayaklarına gelecektir. O, öyle Cennet'tir ki biz ona kullarımızdan gerçekten müttakî olanları vâris kılacağız. " (Meryem, 18/60-63).

Cennet, bu dünyada yapılan iyiliklerin ahirette Allah tarafından verilen karşılığıdır. Kur'an'da Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır:

"Adn Cennetleri vardır ki altlarından ırmaklar akar. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. İşte günahlardan temizlenenlerin mükâfatı." (Tâhâ, 20/76).

Kur'an'da Cennet'in niteliklerinden bazılarına şu şekilde değinilir:

1- Altlarından ırmaklar akan, birbiri üzerine bina edilmiş yüksek köşkler (ez-Zümer, 39/20), güzel meskenler (et-Tevbe, 9/72)

2- Türlü ağaç ve meyvalara, akar kaynaklara, görünüş ve kokusu güzel, isteyenlerin yanına kadar sarktığından koparılması kolay, türlü bol meyvelere sahip (er-Rahmân, 55/58-54)

3- Gönlün çekeceği her türlü yemek ve etler, türlü kokulu içecekler, temiz şaraplar ve çeşit çeşit tükenmez nimetleri içeren bir mekân.

"Onlara Cennet'te bir meyve, içlerinin çekeceği bir et verdik (vereceğiz)" (et-Tûr, 52/21).

"Canların isteyeceği ve gözlerin hoşlanacağı ne varsa, hepsi oradadır. Siz de orada devamlı olarak kalacaksınız. İşte bu, sizin çalıştığınız ameller sebebiyle mirasçı kılındığınız Cennet'tir. Sizin için orada çok meyveler vardır, onlardan yiyeceksiniz." (ez-Zuhruf 43/71-73).

"Cennet şarabından (dünya Şarabı gibi) mide ızdırabı yoktur" (Saffât, 37/47).

4- Cennet'te hayat sonsuzdur, kin yoktur, boş lâf ve günah'a sokacak söz işitilmiş. "Biz o Cennetliklerin kalblerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar. Orada kendilerine hiç bir zahmet dokunmaz ve onlar oradan çıkarılacak da değillerdir" (el-Hicr, 15/47-48).

"Onlar Cennet'te ne bir boş laf işitirler ne de bir hezeyan. Ancak bir söz işitirler: Selâm.. (birbirleriyle selâmlaşır dururlar)." (el-Vâkıa, 56/25-26).

5- Cennet nimetleri insan hayalinin erişemeyeceği güzelliktedir. Cennet'i aslında dünya ölçüleriyle tarif etmek mümkün değildir. Bununla beraber Cennet'teki eşsiz nimet ve saltanatı anlayabilmemiz için Allah Teâlâ onu bize şu şekilde tasvir etmiştir:

"İşte bu yüzden Allah onları o günün fenâlığından esirger. (Yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir. Sabretmelerine karşılık onlara Cennet'i ve oradaki ipekleri lütfeder. Orada koltuklara kurulmuş olarak bulunurlar. Ne yakıcı sıcak görürler orada, ne de dondurucu soğuk. Ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkar; kolayca koparılabilen meyveleri istifadelerine sunulur. Yanlarında gümüş kaplar ve billür kaselerle, gümüşî beyazlıkta (billûr gibi) şeffâf kupalarla dolaşılır ki (Cennet sakinleri bunlara dolduracakları Cennet şarabını Cennet'teki insanların iştahları) ölçüsünde tavin ve takdir ederler. Onlara orada bir kâseden içirilir ki karışımında zencefil vardır. (Bu şarap) orada bir pınardandır ki adına Selsebil denir. Cennettekilerin etrafında öyle ölümsüz genç nedenler dolaşır ki, onları gördüğünde kendilerini etrafa saçılıp dağılmış inciler sanırsın. Ne yana bakarsan bak, (yığınla) nimet ve ulu bir saltanat görürsün. Üzerlerinde ince yeşil ipekli, parlak atlastan elbiseler vardır. Gümüş bilezikler takınmışlardır. Rableri onlara tertemiz içecekler içirir. Onlara: "İşte bu sizin işlediklerinizin karşılığıdır, çalışmalarınız şükre değer" denir. " (el-İnsan, 76/11-22).

Cennet'in tasviri konusunda söylenecek son söz şu kudsî hadis*in ifade ettiği durumdur: Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: "Salih kullanım için ben, Cennet'te hiç bir gözün görmediği hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir insan gönlünün hatırlamadığı bir takım nimetler hazırladım." (et-Tâc, el-Câmiu li'l-Usül, fî ahâdisi'r-Rasul, V, 402).

Başka bir hadislerinde de, Rasûlullah (s.a.s.) Cennet'in gümüş ve âltın kerpiçten yapıldığını, harcının misk, taşlarının inci ve yakut olduğunu, oraya girenlerin bolluk ve refâh içinde, üzüntüsüz ve kedersiz yaşayacağını ebedî kalacaklarını, ölmeyeceklerini, elbiselerinin eskimeyeceğini ve gençliklerinin yok olmayacağını ifade eder (et-Tâc, aynı yer).

Ehl-i Sünnet inancına göre mü'minler Cennet'te Allah'ı görecekler, bu onlar için en büyük nimet olacaktır. Buna "Rü'yetullah*" denir. Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm'de: "O gün Rablerine bakan ter-ü tâze (ışık saçan) yüzler vardır. " (el-Kryame, 75/22-23) buyrulur. Rasûlullah da bir hadislerinde şöyle buyurur: "Siz gerçekten tıpkı şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi gözle (açıkça) göreceksiniz. Onu görmekte haksızlığa uğramıyacak, izdihâma düşmeyeceksiniz. " (Buhârî, Mevâkıt 16, 26). Suheyb (r.a.)'ın rivayetine göre Peygamber (s.a.s.): "iyi iş ve güzel amel işleyenlere daha güzel karşılık ve bir de ziyâde (Allah'ı görmek) vardır. " (Yunus, 10/26), ayetini okuduktan sonra şöyle buyurdu: "Cennetlikler Cennet'e girdiği zaman Allah (c. c.) şöyle buyuracak: " Size daha da vermemi istediğiniz bir şey var mı?" Cennetlikler de Şöyle derler: "Yüzlerimizi ak çıkarmadın mı, bizi Cennet'e koymadın mı, bizi Cehennem'den kurtarmadın mı? (o yeter)." Rasûlullah sözlerine devam buyurarak: "Cenâb-ı Hak perdeyi kaldırır, Cennetliklere artık Rablerine bakmaktan daha sevimli gelecek hiç bir şey verilmiş olmaz. " (Müslim'in rivayeti, et-Tâc, V, 423).

Müminlerin Allah'ü Teâlâ'yı Cennet'te görmeleri, herhangi bir yön, yer ve şekilden uzak olarak vukû bulacaktır. Bunun keyfiyeti bizce meçhuldür. "Allah bilir" deriz. Kur'an ve Sünnet'te bildirildiği için kesinlikle böyle inanırız. Ehl-i Sünnet inancına göre, Cennet halen vardır, yaratılmıştır, hazırlanmıştır. Nitekim şu ayet bunu açıkça ifade eder: "Rabbinizin mağfiretine ve eni göklerle yer kadar olan Cennet'e koşun. O Cennet takva sâhipleri için hazırlanmıştır. " (Âli İmrân, 3/133).

Enes b. Mâlik (r.a.)'den rivayet olunan bir hadiste de Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır:

"Demincek Cennet ile Cehennem şu duvarın yüzünde bana arz olundu. " (Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, II, 483).

Başka bir hadislerinde şöyle buyururlar: "Cennet bana yaklaştı, (yaklaştı), o kadar ki, eğer cür'et edeydim salkımlarından bir tânesini (alıp) size getirebilecektim. " (Aynı eser, II, 713).

Bu Hadislerden de anlaşılacağı gibi, Cennet yaratılmış olup hâlen mevcuttur.

Cennetlikler: Kur'an ve Sünnet'te ifade buyrulduğuna göre, peygamberlerin davetine uyup iman eden ve amel-i sâlih işleyen kimseler Cennet'e gireceklerdir. Bu kimseler Cennetliktir. Esasen Allah'a ve insanlara karşı görevlerini yerine getirmekle insan daha dünyada iken manevî bir huzura kavuşur, maddî refah sağlanır ama tam manasıyla huzur ve kardeşlik Cennet'te gerçekleşir: "Takva sahipleri, elbette Cennet'lerde ve pınarlardadırlar. Girin oraya selâmetle, emin olarak. Biz, O Cennetliklerin kalblerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar. Orada kendilerine hiç bir zahmet dokunmaz ve onlar oradan çıkarılacak da değiller. " (el-Hicr, 15/45-48).

Kur'an-ı Kerîm namazını eksiksiz kılanların, malından bir kısmını yoksullara ayıranların, ceza-hüküm gününe inananların, Allah'ın gazabından korkanların, ırzlarına sahip olanların, sözlerine ve emânete sadık kalanların, doğru şahitlikte bulunanların Cennete gireceklerini bildirmektedir. (el-Meâric, 70/23, 24, 25, 26, 27, 29, 33). Ayrıca Cenâb-ı Hakk'ın rızasını dileyerek sabredenlere (er-Ra'd, 13/20, 21, 22, 23); şükredenlere (el-Ahkâf, 35/15-16) yürekten tövbe edenlere (et-Tahrim, 66/8); Allah yolunda canını feda eden şehitler (el-Bakara, 2/154) ve Allah'a yönelmiş bir kalble idealize olmuş müslümanlara "Allah'ın ölçüsünde Allah'a yönelenlere" (Kaf, 50/31-34) içinde ebedî kalınacak Cennet'e girecekleri yüce Rabbimiz tarafından müjdelenmiştir.

Cennetliklerin hallerini dile getiren Kur'an ayetlerinden bazılarında şöyle buyrulur:

"İman edip sâlih amel işleyen kimseleri, Rableri, imanları sebebiyle, ağaçları altından ırmaklar akan, nimeti bol Cennetler'e hidâyet buyurur. Bunların, Cennet'te duâları: Allah'ım, seni tesbih ve tenzih ederiz. sözüdür ve aralarındaki dilekleri de hep selâmdır. Duâlarının sonu ise; "Bütün hamdler, âlemlerin Rabbine mahsustur." gerçeğidir" (Yunus, 10/9-10).

"Kim de O'na bir mümin olarak sâlih ameller işlemiş olduğu halde varırsa, işte onlara en yüksek dereceler var. "

" Adn Cennetleri vardır ki, (ağaçları) altından nehirler akar, orada ebedî kalacaklar. İşte böyle Cennetler' de ebedî kalış, küfür ve isyandan temizlenenlerin mükâfatıdır" (Tâhâ, 20/75-76).

"İmran b. Husayn (r.a.)'dan rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.s.) Cennet ehlinin çoğunun fakirler olduğunu ifade buyurmuşlardır (Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, 40). Hadis yorumcuları bunu şöyle açıklarlar. Bir çok kötülükleri insana mal işletir. Çoğu insan mal yüzünden azar. Onun için maldan mahrum fakirler çoğunluğu oluşturduğundan bunların Cennet ehlinin çoğunluğunu teşkil etmesi de olağandır.

Cennet'e ilk giren bir cemâatin yüzleri ayın ondördüncü gecesindeki gibi berraktır. Onlardan sonra girenler de en keskin ışık yayan yıldızlar gibidir. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in ümmetinden yetmiş bin, yahut yediyüz bin kişi hesap ve ikap görmeksizin ilk olarak Cennet'e girecektir. (Tecrid-i Sarih Tercemesi, IV, 41-43).

Hadislerden öğrendiğimize göre (Tecrid-i Sarih Tercemesi, II, 845). Cennete en son girecek kimseye, bu dünya kadar, bu dünyanın on misli kadar Cennet verilecektir. Çeşitli rivayetlerle sabittir ki, son sözü Kelimei Tevhîd olan kimsenin mükâfatı Cennet'tir (Tecrid-i Sarih Tercemesi, IV, 264-275). Bu durumu hadisçiler şöyle yorumlarlar: Lâ ilâhe illallah, Cennet'in anahtarıdır, ancak bu anahtarın dişleri vardır, onlarda ilâhi emirlere bağlı olmak itaat ve ibadet etmektir. Bir de "Lâ ilâhe illallah" demekle, birinin müslümanlığına hükmedilmez, "Muhammedün Rasûlullah" (Muhammed Allah'ın peygamberidir) sözünü de eklemesi gerekir. Hatta İslâm dininden başka bütün dinlerden uzak olması icab eder. Bu inançta olan kimse, ehl-i kebâir (büyük günah işleyen) de olsa, günahı kadar Cehennem'de ceza gördükten sonra Cennet'e girecektir. Nitekim Muaz b. Cebel (r.a.)'ın Hz. Peygamber (s.a.s.)'den rivayet ettiği şu hadis meseleyi açıklığa kavuşturur:

"-Hiç bir kimse yoktur ki, kalben tasdik ederek Allah'dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.s.)'in, Allah'ın kulu ve resûlü olduğuna Şehadet etsin de, Allah ona Cehennem'i haram etmiş olmasın (herhalde harâm eder)" (Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, IV 271).

Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat inancına göre, "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah" diyen ve bunun gereğince iman edip salih amel işleyen her kimse Allah'ın izniyle mutlaka Cennet'e girecektir. Cennetlikler, hastalık, sakatlık, ihtiyarlık, huysuzluk vs. hallerden uzak olarak yaşayacaklardır.
Alıntı ile Cevapla
  #2  
Alt 21 August 2009, 08:55
Nixie
Guest
 
Mesajlar: n/a
Standart Cvp: Fıkıh ansiklopedisi

KONU: CİHAD ALLAH İÇİNDİR VE ALLAH YOLUNDADIR
Islâm'da cihad, hedefsiz, gayesiz bir savaş değildir. Islâm'da cihad yalnız Allah yolunda olur. Bu şart, cihaddan ayrılmaz. İslam'ın kendi hedeflerine varmak için niçin harp veya başka bir kelimeyi değil de; "cihad" kelimesini seçtiğini belirtirken, cihadın diğer kelimelerden farklı olduğunu ifade ettik. Bu farklılığı sağlayan bir hususiyet de "Allah yolunda" ifadesinin ve kavramının cihad kelimesinin içinde bulunmasındandır. "Allah yolunda" tabiri de Islâm'ın kendi mefkûresi için kullandığı terimler sözlüğünden bir terimdir. Bu terimi de bir çok kişi yanlış anlamış, halkı Islâm inancına boyun eğdirip, Islâm'ı kabul ettirip bunun için zorlamak olduğu düşüncesini "Allah yolunda cihad" olarak düşünmüşlerdir.

Gerçekte, "Allah yolunda" terimi, Islâm kavramları içinde onların düşündüğünden çok geniş bir anlam belirtir. "Allah yolunda cihad" batılıların anladığı manada kutsal bir savaş değildir. Islâm nazarında, toplumun fayda ve mutluluğu için, geçici dünya arzusunda bulunmadan yapılan her hareket "Allah yolunda"dır.

Allah'ın sana verdiği malları geçici dünyalık faydalar umarak sarfedersen bu "Allah yolunda" olmak değildir. Ama sırf Allah rızası için, bildiğin muhtaçlara yardım edersen şüphesiz ki bu "Allah yolunda" bir iştir. Işte bu "Allah yolunda" terimi, yalnız Islâm'a mahsus; maddi menfaat ve arzulardan uzak, sırf Allah rızası umulan davranışlar için kullanılır. Bunu yapan kimse bilir ki mümin. kardeşlerinin saadeti için yaptığı her iş Allah rızası içindir. Müminin geçici dünya hayatında istediği tek husus Allah Teâlâ'nın rızasını kazanmaktan başka bir şey değildir. Işte yüce Allah, bu anlama işaret etmek için cihadı, "Allah yolunda" kaydıyla sınırlamıştır. İslam'ın istediği de budur. Müslüman topluluk veya fert, batıl ve beşerî sistemleri yıkıp, yerine Islâm akîdesine dayalı bir sistemi getirirken, harcayacakları çabaları ve yapacakları her türlü fedakârlıkları, kişisel çıkarlardan, nefsânî arzulardan uzak tutmalıdır. Bütün çırpınmalarının karşılığı olarak, hak ölçülerine uygun, adaletli bir sistemi getirmekten başka bir şey gözetmemelidirler. Mümin, yaptığı şeylerin karşılığını bu dünyada beklemez. Allah'ın kelâmını yüceltmek için, bu bitmeyen mücadelenin, dinmeyen savaşın karşılığında; mal, mülk, şan, şeref, rütbe, geçici dünyalık elde etme düşüncesi aklından geçmez.

"Inananlar Allah yolunda savaşırlar, küfredenler ise tâğût yolunda savaşırlar..." (en-Nisâ, 4/76).

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah, ancak kendi rızası için olan cihadı kabul eder. Nefsânî arzulardan, kavmiyetçi kinlerden, kabilecilik taassubundan kopan savaşı değil... Yeryüzündeki her canlı, hayatını devam ettirmek için çırpınıp durur. Fıtrî gayesine ulaşmak için gece gündüz demeyip çalışır. fakat müslümanın çırpınış ve çalışması başka gayelere yöneliktir. O, yani, Islâm'a inanıp, onun sistemine bağlanan kimse, her şeyden önce Islâm inkılâbının gayesi olan Hakkıgetirmek için canla başla, malla Allah yolunda cihad eder. Bütün gücüyle şer güçleri yıkmak, fitne ve fesat tohumlarının yeryüzünde yayılmasına engel olmak için çalışır. "Fitne yok olup din ve hâkimiyet yalnız Allah'ın oluncaya kadar" cihad eder. Işte Islâmî cihad budur.
Alıntı ile Cevapla
  #3  
Alt 21 August 2009, 08:56
Nixie
Guest
 
Mesajlar: n/a
Standart Cvp: Fıkıh ansiklopedisi

KONU: CİLBAB" NEDİR?
Islâmî kadın elbisesi tipi sözkonusu olunca, günümüzde en çok tartışılan konulardan biri de, "cilbab" ın ne olduğu konusudur. Biz bu konuyu en geniş şekliyle araştırıp anlatmayı deneyecegiz. Ta ki, bu konuda artık tartışma olmasın ve müslümanlar bu doğrultuda bir adım daha ilerlesinler.

Bilindiği gibi Kur·'ân-ı Kerîm'de erkek elbisesi konusunda detaylı açıklama bulunmadığı halde, kadın kiyafeti konusunda detaylı sayılacak emir ve yasaklar vardır: Kadınlara zinetlerini ve zinet yerlerini açmamaları, başörtülerini yakalarını kapatacak biçimde üzerlerine atmaları, zinetlerini duyurmak için ayaklarını yere vurmamaları, "cilbablarını" üzerlerine sarkıtmaları ve süslü püslü sokaga çıkmamaları emredilmiştir ki, bunlar işin teferruatına kadar belirtilmesi anlamını taşır. Bunlara bir de Resûlullah Efendimizin açıklamaları eklenirse. kadın kiyafetinin, üzerinde ne kadar önemle durulması gerektiğini anlamış oluruz.

Nûr Sûresi'ndeki bir âyette Allah (c.c.): "Kadınlar, başörtülerini, yakalarını örtecek biçimde başlarına örtsünler" (Nûr (24) 31.) emrini vermiştir. Bu âyetten daha sonra gelen "Ahzâb" âyeti ile de Allah "...Mü'minler'in kadınlarına da söyle, cilbablarını üzerlerine sarkıtsınlar, yaklaştırsınlar." (Ahzâb (33) 59.) emrini vermiştir. Işte daha sonra gelen bu "cilbab" âyeti, önceki ile aynı şeyi anlatmış olmayacağına göre, birincisinde anlatılan başörtüsüne ilâve bir örtü ve elbise emrediyor demektir. İşte Islâm bilginleri bu noktadan ve bu âyetin işin başında anlaşılıp uygulanma biçiminden hareket ederek, "cilbab" hakkında çeşitli yorum ve tanımlamalar getirmişlerdir. Biz önce onları görecek, sonra da bir sonuca varmaya çalışacağız.

Tefsirlere ve klasik Arapça sözcüklere baktığımızda, "cilbab" için şu değişik tanımların yapılmış olduğunu görürüz: Kamîs (üstlük), kadınların başlarını ve göğüslerini örttükleri ridadan küçük, başörtüden büyük elbise; milhafe yani çarsaf, milhafeden küçük geniş elbise, kadının normal elbiselerini örttüğü üst elbise, vücudu baştan ayağa örten elbise; mikna'a, yani peçe, başörtünün üzerinden örtülen rida; peştemalve rida, kadının bulüzünün ve başörtüsünün üzerinden büründüğü çarsaf.. (Örnek olarak bk. Zâdü'I-mesîr VN/422 ve Sabunî N/382. Bu tanımlar "cilbâb" kelimesinin pekçok tefsirden çıkarılan tarifinin özetidir. Öyleki, bunların dışında bir tanımı yok gibidir.) "Cilbab" için söylenenlerin farklı olanları bunlardan ibarettir.

Görüleceği gibi bu tanımlarda genellikle belirlenen ortak özellik "cilbab"ın giyilenden çok, bürünülen ve normal giysinin üzerine atıverilen bir üstlük olduğudur.

Tefsircilerimiz bize cilbab'ın nasıl giyildiğini ve uygulama biçimini de anlatırlar. Meselâ:

Ibnü'1-Cevzî: Başlarını ve yüzlerini örterler.

Ebû Hayyân: "cilbablarını idnâ etsinler" ifadesi, bütün bedenin örtülmesini anlatır. "Üzerlerine" denmekle de yüzleri kastedilmiştir. Çünkü Cahiliyyet Döneminde kadınların açık olan yerleri yüzleri idi.

Ebu's-Su'ûd: Kadın cilbabı başına atar, ve kenarını da göğsüne sarkıtır. Bu âyet; kadınlar herhangi bir sebeple çıkarlarsa, yüzlerini ve bedenlerini örterler anlamına gelir.

Süddî de: Bir gözleri hariç, bütün yüzlerini kapatırlar, demiştir.

Ibn Kudâme: Cilbab (giyilmeyerek) entari üzerinden kuşanılır.

Ibn Abbas: Kadınlar hür olduklarının bilinmesi için tek gözleri hariç, başlarını ve yüzlerini örterler.

Ibn Şîrîn: Ubeyde es-Sem'ânî'ye cilbabın niteliğini sordum: Bir çarsaf alıp kuşandı. Başının tamamını kaşlarına kadar örttü. Sol gözünü açık bırakarak yüzünü de örttü: (İşte cilbab böyle kuşanılır demiş oldu.) (bk. Zâdü'I-mesîr V/250; Ebu's-suûd VI/81; ibn Kudâme, el-Mugnî I/602; Ebû Hayyân, el-Bahru'l-muhît V/250; Sabûnî, Ravâyi N/283, 381.)

Elmalılı, âyette geçen: "cilbablarını sarkıtsınlar, yaklaştırsınlar" ifadesini anlattıktan sonra şunları ekler:

"Bu açıklamada da iki şekil vardır: Birisi, kaşlarına kadar başlarını örttükten sonra, büküp yüzünü de örtmek ve sadece tek bir gözünü açık bırakmak. (Bizler yetiştiğimiz zaman validelerimizin tesettür tarzı bu idi.) Ikincisi de, alnının üzerinden sıkıca sardıktan sonra burnunun üzerinden dolayıp, gözlerinin ikisi de açık kalsa bile, yüzünün ekserisini ve göğsü tamamen örtmüş bulunmakdır. (1310'da Istanbul'a geldiğim zaman, Istanbul hanımlarının, bir peçe eklemek ve elde açık bir şemsiye bulunmak şartıyla tesettür tarzları da bu idi). (Elmalılı, Hak Dinî V/3928.)

Cilbabda renk önemli midir? Ne örtünme âyetleri, ne de onları açıklayan hadîsler, kadınların, şu, ya da bu renkte cilbab giymeleri gerektiğini söylememişlerdir. Buna göre kadın ister siyahtan, isterse beyazdan cilbab edinir.

Ancak ilk müslüman hanımlar ve özellikle de Resûlullah'ın dönemindeki sahabî kadınlar cilbabın görev ve esprısını çok iyi kavradıklarından olacak ki, genellikle siyah rengi tercih etmişlerdir. Meselâ Ümmü Seleme Annemiz: "Cilbab âyeti indigi zaman, Ensâr kadınları siyah giysilere büründüklerinden ötürü, başlarında kargalar. varmış gibi çıktılar" (Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân NI/372; Sabûnî N/382.) demiştir.

Şairler de cilbabı hep siyah olarak düşünmüş olacaklar ki, siyah ve koyu renkli konuları cilbaba benzetegelmişlerdir.

Sonra, cilbabın verdiğimiz tariflerinden de anlaşılacağı gibi, cilbabın asıl görevi kadının zinetlerini örtmesi ve dışarıda kadının çekiciliğini azaltmasıdır; bunu ise koyu renkler daha güzel yaparlar. Buna göre; farz ya da vâcip veya sünnet değildir ama, cilbabın koyu renkten olması daha güzeldir, denebilir.

Bundan olacak ki, büyük Tefsirci Alûsî şunları söyler:

"Sonra bilesiniz ki, bana göre günümüzde ileri düzeyde (müreffeh) hayat süren bir çok kadının, evlerinden çıkarken, üst elbise olarak giydikleri örtülerde (cilbab olamayacakları gibi), gösterilmesi yasaklanan zinetler türündendir. Çünkü bunlar nakışlı desenli ve göz alıcı giysilerdir. Bana göre erkeklerin, kadınlarına böylece çıkma izni vermeleri, bundan hoşlanmaları ve kadınlarının yabancı erkekler arasında bu şekilde dolaşması, gayret, yani övülen kıskanma azlığındandır. Bu, yaygın bir musibet halini almıştır. Böyle yaygın musibet haline gelen şeylerden biri de, kadınların, kayınbiraderlerinden sakınmamaları, kocalarının da buna aldırmamaları, hattâ çoğu zaman da bunu bizzat kandilerinin emretmeleridir... Bütün bunlar Allah'ın Resûlü'nün müsaade etmediği şeylerdir. Lâhavle ve-lâ kuvvete illâ billah..." (Alûsî, XVNI/146.)

Bütün söylenenleri gözönünde bulundurduğumuzda, sonuç olarak cilbab için şunlar söylenebilir:

1. Cilbab, kadının evinden çıktığında başörtüsünün de üzerinden büründüğü bir dış elbisesi ve üstlüktür.

2. Cilbab'in bütün vücudu örtmesi, genellikle en uygun model olarak görülmüştür. En azı, yakaları örtecek kadar büyük bir başörtüsü olmasıdır.

3. Cilbab'ın asıl fonksiyonu, kadının vücut hatlarını ve süsünü örtmek suretiyle, bakanlara iffetli ve namuslu bir kadın olduğunu hatırlatmasıdır.

4. Cilbab'da renk emredilmiş olmamakla beraber, siyah ya da koyu renkli olması daha makbuldur.

5. Yurdumuzda giyilen kadın giysisi modellerinden cilbabın târifine en uygun olanı, çarşaf ve Doğu'daki "ihram"dir. Atkı ve omuzlarla beraber belden yukarısını örten geniş başörtüler ve Karadeniz Bölgesinin mendilleri de bazı tariflere göre cilbab sayılabilir.

6. Çünkü cilbab, atılan, sarkıtılan ve bürünülen bir giysi olarak tanımlanmış ve uygulanmıştır.

7. Kara çarsaf iyi bir cilbab olmakla beraber, cilbab sadece kara çarşaftır, demek yanlıştır. Koyu renkli ve vücut hatlarını belli etmeyecek kadar geniş abaye gibi pardesüler de bele ve göğüslere kadar sarkan koyu bir başörtüsü ile birlikte "cilbab" sayılabilir. Cilbabin ilk uygulamalarından anlaşılan sekle göre kolsuz ve bürünülen bir elbise olduğu görülürse de böyle olması zorunda değildir.

d) Kadın Elbisesinde Aranan Özellikler

Islâm bilginleri kadının avreti ve elbisesi ile ilgili olan bütün âyet ve hadisleri gözönünde bulundurarak kadın elbisesi için aşağıdaki özelliklerin şart olduğunu belirlemişlerdir:

l. "Cilbab" âyetinde anlatılan biçimde bütün bedeni örten bir elbise olmalıdır: Bundan sadece, fitne olmadığı zamanlarda eller ve yüz istisna edilebilir.

2. Ince ve şeffaf olmamalıdır: Çünkü giyinmekten maksat, bedeni göstermemektir. Halbuki seffaf bir elbise vücudu gösterir, hattâ bazan daha câzip hale getirir. Dolayısı ile bu tür bir elbise giyen bayan "zinet yerlerini göstermesinler" emrine uymuş olmaz. Resûlullah Efendimiz, ince bir elbise ile yanına giren baldızı Esma dan yüzünü çevirmiştir. (Ebû Dâvûd.) Âişe annemiz, ince bir başörtüsü ile gördüğü Abdurrahman kızı Hafsâ'nın başörtüsünü yırtmış ve ona kalın bir başörtü örtmüştür. (Ibn Sa'd, Tabakât VllI/71-72; Muvatta' Lebs 6.) O zamanın imkânları ve kalın iplikleriyle örülen kumaşlar ince sayılabileceğine göre, günümüzde özellikle ilgi çekmek için yapılan şeffaf bezlerin durumu daha iyi anlaşılır.

3. Dar olup, vücut hatlarını belli etmemelidir: Dar elbise giyen kadını Resûlullah Efendimiz çıplak saymış ve cehennemlik olduğunu bildirmiştir. (el-Câmiu's-sağîr 332.) Yine Efendimiz (s.a.s.) bazı "giyen çıplak" kadınlardan söz etmiş ve bunların Allah'ın lânetine ugrayacaklarını ve Cehenneme gireceklerini bildirmiştir. "Giyen çıplak" terimini Şerahsî:"Ince elbiseler giydiklerinden dolayı çıplak gibi olan kadınlardır", diye açıklamıştır. (Serahsî, Mebsût VNI/155.)

Hz. Ömer Halife iken halka dağıttığı bir çeşit elbisenin, vücut hatlarını belli edeceği için kadınlara giydirilmemesini emretmiştir.(Beyhakî N/234-35; Serahsî, Mebsût X/155.)

Kadının vücut hatlarını dışarı vuran elbiseye bakmak o uzuvlara bakmak sayılmıştır.

Ibn Âbidin; "Kim bir kadını arkadan hayâle dalar ve kemiklerinin şekli belirecek derecede elbisesini görürse, Cennetin kokusunu duyamaz" hadisini delil tutarak, uzuvların şeklini belli eden elbise, kalın olsa ve cildi göstermese bile yasaktır, demiştir. (Ibn Âbidîn.)

4. Kokusunu yabancılar duymamalıdır: Yerinde de gördüğümüz gibi, Allah Resûlü Efendimiz, kokuyu çok övmek ve tavsiye etmekle beraber, başkalarının duyacağışekilde koku sürünüp çıkan kadının zina etmiş gibi günah alacağını bildirmiştir. Koku sürünüp camiye giden kadının namazının kabul olunmayacağını haber vermiştir. (Ebû Dâvûd, teraccul 7; Tirmizî, edep 35; Nesaî, zîne35; Dârimî, isti'zân 18.)

5. Erkek elbisesine benzememelidir: Allah Resûlü Efendimiz, "erkeğe benzeyen kadına ve kadına benzeyen erkeğe Allah lânet etsin" buyurmuş ve böyle olanları evlerinize sokmayın, diye emir vermiştir. (Buhârî, Libas 62; Ebû Dâvûd, edep 53; Tirmizî, edep 34. )

Modern tıp da bu tür görünümlerin dengesizlik olduğunu ve gerek giyim kuşamda, gerekse tuvaletinde karşı cinse benzeme eğilimini "homoseksüellik"le açıklayarak, "seksüel stimulus bozuklukları" türünden değerlendirmesi, bu maddenin anlaşılması için çok ilginçtir. (Ayhan Songar, Psıkıyatri, Psikoloji ve Ruh Hastalıkları.)

6. Elbisenin kendisi de süslü olmamalıdır: Çünkü kadınların yabancılara zinetlerini göstermeleri âyetle yasaklanmıştır. Allah Resûlü kendisine bîat eden kadınlardan, cahiliyye kadınları gibi, zinetlerini göstererek çıkmamaları üzere bîat almıştır. (Taberî I/79; Heysemî, Mecma'ur-zevâid VI/42.) Kadının yabancıya göstermediği elbisesi istediği kadar süslü olabilir.

7. Gayrı müslimlerin özel elbiselerine benzememelidir: Çünkü Efendimiz: "Kim hangi millete benzerse ondandır" (Ebû Dâvûd, libâs 4; Müsned N/50; Benzer bir hadîs için bk. Tirmizî, isti'zân 7.) buyurmuş ve müslümanları devamlı, başkalarından ayrı olmaya çağırmıştır.

8. Üzerinde Kur'ân-ı Kerîm âyetleri işlenmiş olmamalıdır. (bk. Kal'acî, Mevsû'atü-fıkh-ı Ibrahim en-Nehaî N/590-91. )

9. Ayakkabılar dikkat çekilecek derecede ses çıkaracak türden olmamalıdır. Allah (c.c.); "... Gizlediklerinin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar.." (Nûr (24) 31.) buyurmuştur.

Kadın süslü püslü elbiselerini namahremi olmadığı yerde, evinde, kocasının yanında giyecektir.

Islâm sanıldığı gibi kadının süslenmesini ve güzel giyinmesini yasaklamamış, tersine izin vermiştir. Hattâ altın ve ipek gibi değerli takı ve kumaşları erkeğe yasaklarken kadınlara serbest etmiştir. Çünkü kadınlar tabiaten süslenmeye eğilimlidir.
Alıntı ile Cevapla
  #4  
Alt 21 August 2009, 08:56
Nixie
Guest
 
Mesajlar: n/a
Standart Cvp: Fıkıh ansiklopedisi

KONU: CİN VE ŞEYTAN
Göremediğimiz manevi varlıklar sadece melekler değildir. Cinler ve şeytanlar da bizim görememize rağmen vardır.

Cinler Allah'a ibadet, yani kulluk konusunda insanlar gibidirler. Ancak onların zamanı ve mekânı da bizimkinden ayrıdır. Meselâ kendi yıllarına göre yirmi yaşındaki bir cin bizim zamanımızla bin, hattâ binbeşyüz yıl öncesinden beri var olmuş olabilir. Meselâ Peygamberimizle görüşen cinin hâlâ yaşadığı söylenir. Yine bizim mekânımız, yani maddemiz onlar için boşluk hükmündedir. Onun için onların nüfûz edebilen, yani sizabilen ateşten yarâtıldıkları bildirilmiştir. (bk. er-Rahmân (55) 15)

Cinler de evlenir, ürer ve çoğalırlar.

Bazı kötü ruhlu insanların sihir konusunda cinlerden yararlandıkları doğrudur. Ancak bu, sanıldığı ve korkulduğu ölçüde değildir. Inancı güçlü insanlara cinlerin zarar veremeyeceği bir gerçektir. Zaten Kur'ân-ı Kerîm'de sihirle ugraşanlar için: "Allah'ın izni olmadan onlar kimseye zarar veremezler" (Bakara (2) 102) denir. Onların, çoğu zaman yalan söylediklerini de yine Kur'ân-ı Kerim'den öğreniyoruz. Bu sebeple piyasada cinlerle sihir yaptığını veya yapılanları etkisiz hale getirdığını söyleyenlerin çoğunun, aslında böyle birşeyle ilgisi yoktur. Cinlerle ilişki kurabilenleri, onların en fazla binde biri kadardır. Bunların çoğu da cinler tarafından kandırılmakta ve yanlış bilgi vermektedirler.

Zamanımızda cahil kesim insanları ve özellikle de kadınlar bu tür insanlara akın etmekte, onlara milyonlar akıtmakta ve onları bir kâhin sayıp, gaybı bilebileceklerine inanmaktadırlar. Halbuki, bunların hepsi büyük günahtır. Hattâ bazıları insanı küfre, yani dinden çıkmaya kadar götürür.

Ancak her nasılsa cinlerin etkileyebildiği bir takım insanlar ve cinleri etkileyip onların etkilerini zararsız hale getiren bir takım insanlar da yok değildir. Ama bu ikinciler yaptıkları karşılığında para almazlar ve bunun istismarını yapmazlar.

Şeytan da insanları sürekli Allah'a başkaldırmaya çağıran bir kötü ruhânîdir. En büyük özelliği, inatçılığı yüzünden Allah'ın dediğini yapmamasıdır.

Cinlerin de şeytanların da varlığını Kur'ân-ı Kerîm haber vermektedir. Bu yüzden onlara inanmamak da küfrü gerektirir. Çünkü özellikle cinlerden sözeden başlı başına bir cin sûresi dahi vardır. Artık onların varlığını mikrop gibi şeylerle açıklamak yanlış bir yoldur.

Şeytan, Allah'a rakip olabilecek bir güç değil, insanlardan kimin iyi, kimin kötüyü seçeceğinin belli olması için Allah tarafından yaratılıp, eylemlerine izin verilen bir varlıktır. Allah isteseydi onu yaratmayabilirdi. Ancak o zaman kötülüklerden kaçınmanın önemi kalmazdı.
Alıntı ile Cevapla
  #5  
Alt 21 August 2009, 08:57
Nixie
Guest
 
Mesajlar: n/a
Standart Cvp: Fıkıh ansiklopedisi

KONU: CİZYE NE DEMEKTİR?
İslam'ın hakimiyyeti altında yaşayan gayr-i müslimlerin mal, namus ve canlarını korumak karşılığında devlete verdikleri bir çeşit vergidir. Cizyenin meşru'iyyeti Kur'an-ı kerim, sünnet ve icma-ı ümmet ile sabit olmuştur. Cenab-ı hak şöyle buyuruyor: "kendilerine kitab verilenlerden Allah'a ve ahiret gününede inanmayan, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle küçülerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın" (Tevbe).

Hazreti Peygamber (sav) de "Hecir" ahalisinden cizye aldı (Buhari).

Hazret-i Ömer (ra) İran halkından cizye aldı (Tirmizi).

İslam dini müslümanlardan zekat alınmasını emrettiği gibi müslüman olmayanlardan da cizye alınmasını emretti. Çünkü her iki cemaat da İslam bayrağı altında yaşıyor. İslam devleti müslümanları himaye ettiği gibi zimmileri de himate eder.
Alıntı ile Cevapla
  #6  
Alt 21 August 2009, 08:57
Nixie
Guest
 
Mesajlar: n/a
Standart Cvp: Fıkıh ansiklopedisi

KONU: CUM'A NAMAZI
Cum'a Arapça bir isim olup, "toplanma, bir araya gelme, toplu dostluk" anlamlarına gelir. Sözlükte cumua ve cumea şeklinde de okunur. Bir terim olarak perşembe günü ile cumartesi arasındaki günün adı olduğu gibi, aynı gün öğle vaktinde kılınan iki rekat farz namazın da adıdır. Cum'a gününe, müslümanların ibadet için mescidde toplanmaları sebebiyle bu isim verilmiştir (Zebidî, Tâcu'l-Arüs, V, 306; Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'ân, XVIII, 97, 98).

Hafta günlerine İslâm'dan önce verilen isimler şimdiki isimler olmayıp cum'a gününe "yevmu'l-arube" denirdi (Kurtubî, Tefsir, XVIII, 99). Süheylî'ye göre bu isim süryânîce olup "rahmet" manasına gelmektedir. Cum'a'dan sonraki günler de "şeyar: cumartesi", "evvel: pazar", "ehven: pazartesi", "cebar: salı", "debar: çarşamba", "mûnes: perşembe" idi. Araplar'da günlerin bu eski isimlerinin ne zaman değiştirildiği konusunda şu bilgiler vardır; Arûbe yerine cum'a adını veren, bir rivayete göre Hz. Peygamber'in (s.a.s.) dedelerinden Ka'b İbn Lüeyy'dir. İbn Sîrîn'den gelen bir başka rivayete göre de bu ad cum'a namazı henüz farz kılınmadan evvel Medine'de bulunan müslümanlar tarafından verilmiştir. İbn Sîrîn'in rivayeti şöyledir: "Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine'ye hicret etmeden ve cum'a ayeti nazil olmadan önce Medineliler cum'a namazı kılmışlardı." Ensâr: "Yahudilerin bir günü var, her yedi günde biraraya toplanıyorlar, hristiyanların da öyle. Bizim de bir toplanma günümüz olsun, o günde Allah'ı zikredelim; şükredelim." dediler. Bunun üzerine: "sebt: cumartesi günü yahudilerin, ahad: pazar günü hristiyanların, o halde bunu arube: günü yapalım." demişlerdi. Bu suretle Es'ad İbn Zürâre'nin yanında toplandılar, Es'ad b. Zürâre (r.a.) onlara iki rekat namaz kıldırdı ve vaaz etti. Toplandıkları ana "cum'a" adını verdiler. O da onlara bir koyun kesti, ondan kuşluk ve akşam vakti yediler. Daha sonraları da cum'a ayeti nazil oldu (Cum'a Suresi, 62/9)

İbn Hazm da: "Cum'a ismi, İslâmî olup, İslâm'dan evvelki günlerde kullanılmazdı. Câhiliyye devrinde o güne arube denilirdi. İslâm döneminde o gün namaz için toplanıldığından "cum'a" ismi verilmiştir." der. İbn Huzeyme'nin Selmân-ı Fârisî'den yaptığı bir rivayete göre, bir defa Peygamberimiz (s.a.s.) Selmân'a: "Selmân, sen Cum'ayı ne zannediyorsun?" diye sorunca o da: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir." der. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.) "Senin atan Âdem (a.s.)'in yaratılışı işte o gün oldu, yani vücudunun bütün parçaları o gün bir araya getirildi." buyurmuştur. Ebu Hüreyre'den rivayet edilen başka bir hadiste de: "Üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı Cum'a günüdür: Âdem (a.s.) o gün yaratıldı, o gün Cennet'e girdi, yine o gün Cennet'ten çıkarıldı. Bir de kıyamet Cum'a günü kopacaktır." buyurulmuştur. (Müslim, Cumua, 5) Diğer bir rivayette de, yukardaki sözlere ilâveten şu cümleler yer almıştır: "..O gün tövbesi kabul olundu ve o gün vefat etti. Kıyamet de o gün kopacaktır. İns ve Cin'den başka hiçbir mahluk yoktur ki, Cum'a günü tan yeri ağardıktan gün doğuncaya kadar -kıyamet belki bu gün kopar korkusu ile- kulak kabartmasın. Bir de o günün içinde öyle bir saat vardır ki, hiçbir müslüman kul tesadüfen o esnada namaz kılıp Allah'tan bir hacetini dilemez ki, onu Allah O'na vermesin. "

İbn Hacer'e göre Cum'a Mekke'de farz olmuştur. Fakat müslümanların azlığı ve açıktan namaz kılacak derecede güçlü olmamaları nedeniyle Mekke'de Cum'a kılmak mümkün olmamıştır. Ancak şartlar tahakkuk etmeden Cum'anın farz kılınması garip görünmektedir. Bu nedenle diğer âlimler, Mekke'de Cum'a için sadece izin verilmiş olabileceği kanaatindedirler. İbn Abbas'ın şu rivayeti de bu görüşü desteklemektedir: "Rasûlullah (s.a.s.), hicret etmeden önce Cum'a namazının kılınması için izin verilmiştir. Fakat Mekke'de Cum'a kıldırmaya gücü olmadı. Onun için, daha önce Medine'deki müslümanlara İslâm'ı öğretmek için gönderilmiş olan Mus'ab İbn Umeyr'e mektup yazarak: "Yahudilerin açıktan Zebur okudukları güne bak, siz de kadınlarınızı ve oğullarınızı toplayın da zeval vaktinden sonra Allah'a iki rekat (namaz) ile takarrub edin." Bu emir üzerine Mus'ab, Medine'de ilk Cum'a kıldıran kişi olmuştur. Bu görevi Peygamber Medine'ye gelinceye kadar sürdürmüştür." (Suyütî, ed-Dürru'l-Mensûr, VI, 218, Dâre Kutnî'den naklen: İbn Sa'd, Tabakat, III, 118). Mus'ab (r.a.)'ın Cum'a namazı kıldırdığı ilk cemaatin sayısı, oniki idi.

İbn Hacer'in Cum'a namazının Mekke'de farz kılındığı halde, orada kılınmayışını sayı azlığına bağlanmasının geçerli olabilmesi ihtimali uzaktır. Çünkü Cum'a namazının kılınabilmesi için kırk kişinin varlığı gerekecek olsa bile, bu sayıda müslüman o tarihlerde bir araya rahatlıkla gelebilirdi. Ancak Cum'a namazının açık kılınması gereği ve Rasûlullah ile müslümanların o sıralarda gizlenmiş bulunmaları nedeniyle kılamamış olmaları düşünülebilir. Kanaatimize göre bu, sıradan bir izin olarak da değerlendirilemez. Çünkü Yüce Allah'ın ve Rasûlü'nün izinleri bile emir gibi uyulması gerekli hükümlerdir. Özellikle bu konu ibadetlerle ilgili olursa emir durumu daha güçlüdür. Bu konuda cihada izin veren (el-Hacc, 22/39) ayetini gözönünde bulundurabiliriz.

Diğer taraftan Cum'a namazının farziyetini bildiren ayet (Cumâ, 62/9-11) bilindiği gibi Medine'de ve Hicret'ten sonraki yıllarda nazil olmuştur. Bu durum ise bizlere abdestin farziyeti ile ilgili ayetin nüzulünü hatırlatmaktadır. Namaz için abdest almak bilindiği gibi peygamberliğin ilk dönemlerinde farz kılındığı halde, ilgili âyet daha sonraları Medine'de nazil olmuştur. Demek oluyor ki bazı hükümler teşrî edilirken, ilgili olan âyet, daha sonra inmiş olabilir. Bu, hükmü pekiştirmek için olabildiği gibi, nüzül için gerektirici bir münasebete kadar bekletilmesi ve böylece daha etkileyici bir hal alması hikmetine de dayalı olabilir.

Cum'a'yı ilk kıldıranların Es'ad İbn Zürâre ile Mus'ab İbn Umeyr oldukları hakkındaki rivâyetlerin arasını birleştirmek gerekirse; Mus'ab'ın, Medine'nin merkezinde ve Peygamber'in (s.a.s.) emri üzerine Cum'a namazı kıldırdığı; Es'ad'ın ise Medine yakınında bir yerde ve Peygamber'in (s.a.s.) emri gelmeden kıldırdığı söylenebilir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in kıldırdığı ilk Cum'a namazı, Ranuna' denilen yerde Sâlim İbn Avf mescidindedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine'ye hicret buyurduğunda ilk olarak Kuba'da Amr İbn Avfoğullarına misafir oldu. Orada pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günleri kalıp, Kuba Mescidi*nin temelini attı; sonra Cum'a günü Medine'ye gitmek için yola çıktı. Benu Sâlim yurduna gelince Cum'a namazı vakti girmişti. Orada hutbe okuyup ilk defa Cum'a namazını kıldırdı. Bu, Hz. Peygamber'in kıldırdığı ilk Cum'a namazıdır. Cum'a'yı farz kılan âyet bundan önce nâzil olmuştur. Medine haricinde ilk Cum'a namazı kılınan yer de Bahreyn'de "Cevâsa" da Abdi Kays Mescidi'dir.

İslâm'da Cum'a gününün dünyanın başlangıcına, sonuna ve âhirete kadar uzanan bir yeri ve değeri vardır. Diğer semâvi dinlerde de Cum'a gününe dikkat çekilmiş, fakat onlar bunu terkederek başka günlere yönelmişlerdir. Ebû Hüreyre'den Allah Rasûlû'nün şöyle dediği nakledilmiştir: "Bizler, bizden önce kitap verilenlere göre en sonuncusuyuz. Kıyâmette ise en öne geçeceğiz. Onlar, Allah'ın kendilerine farz kıldığı bu Cum'a gününde ihtilafa düştüler. Allah onu bize gösterdi. Diğer insanlar bu konuda bize uyuyorlar. Ertesi gün yahudilerin, daha ertesi gün ise hristiyanlarındır. " (Buhârî, Cum'a, 1; Müslim, Cum'a hadis no: 856. Müslim'in lafzı az farklıdır).

Yine Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Rasûlullah (s.a.s.)'a Cum'a gününe niçin bu adın verildiği sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir: "Babanız Âdem'in yaratılışı o günde oldu. Kıyâmet o günde kopacak, yeniden dirilme ve insanların hesap için yakalanması o günde olacaktır. Cum'a gününün üç saatinin sonunda öyle bir an vardır ki, o anda dua edenin duası kabul olunur. " (Ahmed b. Hanbel, İstanbul 1981, II, 311)

"Her kim Cum'a günü, cenâbetten gusül eder gibi güzelce gusleder, sonra da ilk saatte yola çıkarsa bir deve kurban etmiş gibi olur. İkinci saatte yola çıkarsa bir sığır kurban etmiş gibi olur. Üçüncü saatte yola çıkarsa bir koç kurban etmiş gibi olur. Dördüncü saatte yola çıkarsa bir tavuk kurban etmiş gibi olur. Beşinci saatte yola çıkarsa bir yumurta tasadduk etmiş gibi olur. İmam Cum'a namazı için iftitah tekbiri alınca melekler hazır olur, okunan Kur'ân-ı dinlerler. " (Müslim, Cumua, 2, hadis no: 850)

Cum'a namazını terk edenler için de hadis-i şeriflerde şu tehditler varid olmuştur: "Birtakım insanlar ya Cum'a namazını terk etmeyi bırakırlar, yahutta Allah onların kalplerini mühürler artık gafillerden olurlar. " (Müslim, Cumua, 12, hadis no: 865)

"Her kim önemsemediği için üç Cum'a yı terk ederse, Allah onun kalbini mühürler. " (Ebû Davûd, Salât 210)

"Bir kimse Cum'a günü gusleder, elinden geldiği kadar temizlenir, yağ veya koku sürünür, sonra mescide gider bulduğu yere oturur ve namazını kılar, hutbeyi dinlerse; geçen Cum'a'dan o Cum'a ya kadar işlemiş olduğu günahları affolunur. " (Buhârî, Cumua, 6)

Cum'a namazının farziyyeti Kitab, Sünnet ve icmâ-i ümmet ile sabittir. Cum'a sûresinin dokuzuncu âyetinde Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:

"Ey iman edenler, Cum'a günü namaz için çağrıldığınız zaman, Allah'ı anmağa koşun; alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. "

İbn Mâce'de mevcut Hz. Câbir (r.a.)'den rivâyet edilen şu hadis, Cum'a'nın farziyyetinin sünnetle delilidir:

"Ey insanlar, ölmeden önce Allah'a tövbe ediniz. (Başka işlerle) meşgul olmadan önce de sâlih ameller işlemeye çalışınız. Allah'ı çokça zikretmek ve gizli ve açık olarak çokça sadaka vermek suretiyle sizin ile Rabbiniz arasındaki bağı güçlendiriniz. (Böyle yaparsanız) hem rızıklanırsınız. hem de (Allah tarafından) hatırınız hoş tutulur. Şunu biliniz ki: Yüce Allah şu bulunduğum makamda, şu günümde, şu ayımda ve şu yılımda sizlere Cum'a'yı farz kılmış bulunuyor. Ve bu kıyâmete kadar böylece devam edecek. Benim hayatımda, ya da benden sonra adaletli yahutta zâlim bir imamı bulunduğu halde, onu hafife alarak yahut ta inkâr ederek kim terkederse; Allah, onun iki yakasını bir araya getirmesin, hiç bir işini mübarek kılmasın. Haberiniz olsun, böyle bir kimsenin ne namazı vardır ne zekâtı, ne haccı, ne orucu ve ne de iyiliği Tâ ki tövbe edinceye kadar. Artık kim tövbe ederse, Allah, onun tövbesini kabul etsin. Şunu da biliniz ki: Hiç bir kadın bir erkeğe imam olmasın. (Okuması düzgün olmayan bir bedevî) Arap, bir muhacirin önüne geçip imam olmasın. Fâcir bir kimse de, kılıcından ya da copundan korktuğu bir zorbanın kendisini zorlaması hali dışında da mü'min bir kimseye imam olmasın. " (İbn Mâce, Sünen, İstanbul 1401, I, 343, Hadis no: 1081).

Hz. Peygamber'in Benu Sâlim yurdunda kıldırdığı ilk Cum'a namazında cemaatin kırk veya yüz kişi olduğu söylenir. Bu mescide sonradan "Mescid-i Cum'a" adı verilmiştir. Cum'a âyetinin Mekke'de nâzil olduğu da ihtimal dahilindedir. Peygamber (s.a.s.) Cum'a hutbesi için bir hurma kütüğü edinmiş, ensârdan bir kadının aynı zamanda marangoz olan köleşinin ılgın ağacından yaptığı üç ayaklı minber, mescide konuncaya kadar onun üzerinde Cum'a hutbelerini okumuştur. Yeni minber gelip de Peygamber (s.a.s.) hutbe için üzerine çıkınca eski hurma kütüğünden deve iniltisi gibi bir ses çıkmış, Peygamber de inerek elini üzerine koyunca susmuştur. Bu hâdise Hz. Peygamber'in bir mucizesi olarak "Cizu'n-nahle" adıyla meşhur olmuştur.

Peygamber (s.a.s.) camiye girince, cemaata selam verir; minbere çıkınca, onlara döner ve ikinci bir selamdan sonra otururdu. Bu oturuşa "Celsetu'l-istiraha" denir. Bilâl ezan okumağa başlar; bitirince, Peygamber (s.a.s.) kalkarak hamd ve senâdan sonra, vaaz ve nasihatı muhtevî bir hutbe okurdu. Bir müddet oturduktan sonra tekrar kalkıp, ikinci hutbeyi de okur ve minberden inerdi. Kamet getirildikten sonra iki rek'at olarak Cum'a namazını kıldırırdı. Cum'a namazının ilk rek'atında ekseriyetle Cumu'a sûresini ve ikinci rek'atta da Münâfıkun sûresini yüksek sesle okurdu. Cemaat en fazla Cum'a namazında toplandığı için, Cumu'a sûresini okumakla, onlara cum'a'nın âdâb ve erkânını öğretmiş ve Münâfıkûn sûresini okumakla da, münâfıklardan sakınmaları lüzumunu ihtar etmiş oluyordu. Sonraları ilk rek'atta A'lâ ve ikincide de Câşiye sûrelerini okuduğu rivâyet edilmiştir.

Halife Hz. Ebû Bekir ve sonra Hz. Ömer (r.a.) zamanında bu şekilde Cum'a namazı kılındı ise de; Halife Hz. Osman (r.a.) zamanında şehrin nüfusunun arttığı ve halkın câmiden uzak yerlerde ikâmet ettiği gözönünde tutularak, namaz vaktinin geldiğini ilân için mescidin dışında bir ezan okutturulmağa başlandı. Bu ezan Zavra'da okunuyordu. Hz. Osman'ın okuttuğu bu ezan (dış ezan) diğer memleketlerde de okunmağa başlandı. Kendisinden seksen sene sonra Hişam b. Abdu'l-Melik de bu dış ezanın hariçte, mesela Medine'nin Zavra'sı gibi şehrin ortasında okunacak yerde, camiin minaresinde okunmasını emretti.

Böylece kitap, sünnet ve icmai ümmet ile sabit olan Cum'a namazı gücü yeten ve şartları kendinde bulunan her mükellef müslümana farz-ı ayındır. İki rek'at olan Cum'a namazını herhangi bir sebepten kılamamış olanlar, öğle namazını dört rek'at olarak kılarlar. Bütün namazlarda şart olan İslâm, akıl, büluğ, tahâret şartlarından başka Cum'a namazının farziyet ve edâsının şartları vardır.
Alıntı ile Cevapla
  #7  
Alt 28 August 2009, 14:10
Nixie
Guest
 
Mesajlar: n/a
Standart Cvp: Fıkıh ansiklopedisi

KONU: CÜZ'İ İRÂDE
İstemek, arzu etmek, tercih etmek, insanın Allah'a itaat veya ona isyan etmesi ile ilgili olan sınırlı iradesi. Alternatiflerden birine meyletme kabiliyeti bulunanın, iradesi vardır demektir. Yaptığı işlerde insanın böyle bir tercih kabiliyeti var mıdır? Varsa, sınırları nelerdir? İslâm düşünürleri bu sorulara ne cevap vermişlerdir?

İslâm düşünürlerini meşgul eden ve hakkında farklı görüşler ileri sürülen en önemli konulardan biri de, insanın iradesi konusudur. Mesele, kaderle yakından ilgilidir.

Her şeyin yaratıcısının Allah olduğu, O'nun irade ve maşietinin mutlaka olup bunun hilâfına bir şeyin vuku bulmasının mümkün olmadığı, Kur'ân'da açık açık ifade edilmektedir. Buna rağmen kul, yaptıklarından dolayı hesaba çekilecek; mükâfat ya da ceza görecektir. Kulun sorumluluğunun gerekçe ve dayanağı nedir? Kulun davranış hürriyeti var mıdır ki sorumlu tutulmaktadır?

Bu konuda üç temel görüş ileri sürülmüştür. Bu görüşlerden birini, kader konusuyla çok meşgul olmaları sebebiyle olacak ki, Kaderiyye diye isimlendirilen Mutezile; diğerini Cebriyye; üçüncüsünü de Ehl-i Sünnet temsil etmektedir.

Bu mezhepler, ileri sürülen görüşlerin odak noktalarıdır. Çünkü bu görüşler arasında, şuna ya da buna yakın görüşler ileri süren kişi ya da fırkalar varolagelmiştir. Biz burada olanlardan sarfı nazar ederek bu üç mezhebin temel görüşlerini ve dayandıkları delilleri özet olarak incelemeğe çalışacağız.

Kaderiyye (Mutezile) mezhebinin görüşü

Kullar, iradelerinde tamamen hür ve bağımsızdır. Zira Mutezileye göre irade fiildir. Bunda Allah'ın bir rolü yoktur. Bir bakıma insan, fiillerinin yaratıcısıdır; onları işleyip işlememekte tamamen serbesttir. Özellikle kötü fiiller açısından bu böyledir. "Allah'ın iradesi kötü fiillere taalluk etmez. O sadece iyiyi diler" (Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu Usüli'l-Hamse, Kahire 1965, 431)

Kaderiyyeyi bu görüşe sevk eden âmil, beş temel prensiplerinden biri olan "Allah'ın adaleti" ne bakış açılarıdır. Onlara göre, Allah'ın kullarının fiillerinde bir etkisinin olmaması, adaletinin ve kullara zulm etmemesinin bir gereğidir. Eğer Allah, kulun kötü bir fiilî yapmasında bir katkısı varsa, sonra da kulu bu kötü fiilinden dolayı cezalandırıyorsa, bu, O'nun adaletiyle bağdaşmaz. O halde kul, tamamen bağımsız olmalı ki, yaptıklarından dolayı hesaba çekilebilsin.

Bu görüşleri için ileri sürdükleri delillerden birkaçı şöyledir:

"Bu bir öğüttür. Dileyen, Rabbine varan bir yol tutar." (el-Kehf 18/29) ".... Eğer (o süre) içinde dönerlerse Allah bağışlayan, merhamet edendir." (el-Bakara, 2/226). "İşte bu ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah, kullara zulm edici değildir. " (Enfal 8/51). "Bir millet, kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez" (Ra'd 13/11).

Görüldüğü gibi bu âyetlerde kulların fiilleri kendilerine isnad edilmektedir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) de bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra ana-babası onu ya yahudileştirir, ya Mecusileştirir, yahut hristiyanlaştırır... " (Müslim, Kader 25).

Hatta kaderi mazeret olarak ileri sürenlere karşı Allah, bu mazeretlerinin doğru olmadığını, yaptıklarının kendilerine ait olduğunu söylemektedir:

"(Allah'a) ortak koşanlar: Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız O'ndan başka hiç bir şeye tapmazdık ve O'nsuz hiç bir şeyi haram kılmazdık dediler. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Peygamberlere düşen yalnız açıkça tebliğ etmek değil mi" (en-Nahl, 16/35).

Mûtezile içerisinde kaderi inkâr etmekte o kadar aşırı gidenler vardır ki, bunlar, insanların ne yapacakları konusunda Allah'ın önceden bir bilgisinin bulunduğunu dahi inkâr ederler ve kul, kendi iradesiyle karar verip o fiili işledikten sonra ancak Allah'ın o şeyden haberdar olduğunu söylerler.

Cebriyye mezhebinin görüşü Kaderiyye mezhebine reaksiyon olarak ortaya çıkan Cebriyye mezhebine göre, insanın hiçbir irâdî hürriyeti yoktur. Allah önceden her şeyi takdir etmiştir. Kul, bu takdir edilmiş şeyleri yapmak zorundadır. Yukarıdan gelen su nasıl aşağıya doğru akmağa, yukarıya fırlatılan taş nasıl geri dönmeğe mahkûm ise, insan da kaderinde yazılı olan şeyleri yapmağa mahkûmdur. İnsan âdeta önceden programlanmış bir robot gibidir. Nasıl programlanmışsa, onu yapar.

Cebriyye'nin bu görüşlerine dayanak olarak ileri sürdükleri naslardan bir kısmı şöyledir:

"Allah birini şaşırtmak isterse, sen onun için Allah'a karşı hiç bir şey yapamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki Allah, onların kalblerini temizlemek istememiştir." (el-Mâide, 5/41). "Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar." (el-En'am 6/125). De ki: " Size bir kötülük istese veya size rahmet dilese sizi Allah'tan kim korur?" (el-Ahzâb,.33/17). "Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz." (Tekvir 81/29).

Kulun iradesizliği yanında, sorumluluğunu hangi temele dayandıracağını izah etmekten aciz kalan Cebriyye, zamanla bilgin ve düşünürler arasında yok olup gitmeğe mahkûm oldu. Ancak zaman zaman ümmetin bu düşüncenin etkilerinden kurtulduğu söylenemez.

Ehl-i sünnet mezhebinin görüşlerini incelerken göreceğimiz gibi, bu fırkaların her ikisi de nassları tek yönlü almış; karşı tarafın ileri sürdüğü delilleri görmezlikten gelmiştir.

Ayrıca iki fırkanın da Emevîler döneminde ortaya çıkmış olması dikkat çekicidir. Belki o dönemde İslâm ümmeti yabancı kültürlerle karşılaşmaya başlamış ve bu durum fırkaların ortaya çıkmasında etkenlerden birini teşkil etmiştir. Ama hiç şüphe yok ki Râşid Halîfelerin adil idaresinden sonra İslâm ümmetine hâkim olan zorba Emevî idareşinin de etkisi az değildir.

Baskı ve zulme dayalı idareler, birbirine zıt olan bu iki görüşün de toplumda yayılmasına zemin hazırlar. O günkü toplum içinde bir tarafta kural-kaide tanımayan ve işi anarşizme kadar götüren insanlar; diğer tarafta da köşesine sinmiş, iradesini yitirmiş, olayların akıntısına kendisini salıvermiş bedbin miskinler vardı. Nitekim günümüzde de her zaman bu gibi zorba yönetimlerin egemen olduğu toplumlarda bu iki sınıf insanla karşılaşıyoruz.

Ehl-i sünnetin görüşü Ehl-i sünnetin ilk dönemlerini temsil eden selef âlimleri, başlangıçta böyle bir problem üzerinde detaylı bir şekilde durmamışlardır. Belki de böyle bir konu üzerinde durma ihtiyacını duymamışlardı. Onların mesele üzerinde durmaları, Kaderiyye ve Cebriyye'nin görüşlerini reddetmekle başlar.

Selef, hem Kaderiyye'nin, hem de Cebriyye'nin görüşlerini naslara uygun görmemişlerdir.

Onlar, bu konudaki nassların hepsini bir bütün olarak değerlendirmişlerdir. Böylece ileri sürdükleri görüş de, her iki fırka arasında orta yolu takip eden bir görüş olmuştur.

Buna göre Allah'ın iradesi mutlak ve küllî bir iradedir. İradeşinin hilâfına hiçbir şey meydana gelmez. O'nun saltanatında irade etmediğinin vuku bulması, ya unutma ve gafletinden, ya da acizlik ve zaafından kaynaklanır ki; haşa Allah hakkında böyle bir şey sözkonusu olamaz.

Kula irade ve seçme hürriyetini veren, bizzat Allah'ın kendisidir. İnsana iyi ya da kötüyü seçme kabıliyetini O vermiştir. O halde insan, iradesini kullanırken Allah'ın iradesinin dışına çıkmamaktadır.

Kul, kendisine verilen irade ile seçimini yapar. Allah Teâlâ, kulların kendi fiillerini yapma ve kesb etme hürriyetine sahip olduklarını açıkça ifade etmektedir: "Dilediğinizi işleyin, doğrusu O, yaptıklarınızı görendir. " (Fussilet 41/41) "Kim yararlı bir iş işlerse kendi lehinedir, kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin kullara karşı zalim değildir. " (Fussilet 41/46). Ama kul bu hürriyeti kullanırken kesin olarak kendisine bu irade gücünü verenin Allah olduğunu bilmelidir. O'nun iradesi dahilinde bunları yapmaktadır; Allah Teâlâ dilemezse, hiç bir şey yapamaz.

Kul seçimini yapar ama yaratma Allah'a aittir. "O, herşeyin yaratıcısıdır." (el-En'am, 6/102). O halde yapılan iş, yaratma yönüyle yüce Allah'a; kesbedilmesi ve işlenmesi yönüyle kula aittir. Bu sebeple de sonucundan sorumludur.

Kul, irade ve isteğinin dışında kalan durumlardan sorumlu tutulmayacaktır. "Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. " (el-Bakara, 2/286)

İrade problemini karmaşık hale getiren hususlardan birisi, aslında meydana gelmesi sözkonusu olmayan farazî sorulara cevap vermek isteğinden kaynaklanmaktadır. Bunlardan en önemlisi şudur: Allah bir şeyi irade buyururken kul aksini irade eder ve bunun zıttını yapmayı arzu ederse ne olur?

Elbette ki böyle bir soruya: "Allah'ın dilediği olur" karşılığı verilecektir. Ancak dikkat edilirse bu soruda Allah ve kul, çekişen iki yarışmacı konumuna sokulmuştur. Böyle bir şey sözkonusu olamaz ki buna cevap aransın. En azından cevap aransa bile meselenin tamamen nazarî olduğu bilinmelidir. Hâşâ Allah, kuluyla yarışa girmez. Kula irade ve seçme yetkisini kendisi vermiştir onu burada özgür bırakmıştır. O halde kul, şu veya bu seçimi yaparken Allah'ın iradesi sınırları çerçevesinde bu seçimi yapmaktadır. Allah'ın iradesiyle kulun iradesinin karşı karşıya gelmesi diye bir durum söz konusu değildir. Bu konuda ileri sürülen bir diğer farazî soru da sudur: Kul, daha önce belirlenmiş olan kaderinde yazılı olanın aksine bir şeyi yapmak isterse, bunu yapma yetkisi var mıdır?

Eğer Allah Teâlâ, zamanla kayıtlı olmayan, yani geçmiş ve geleceği bütün teferruatiyle bilen bir bilgiye sahip bulunmasaydı, belki böyle bir soru sözkonusu olabilirdi. Allah Tebârek ve Teâlâ, kulun bunu mu, yoksa şunu mu seçeceğini; niyyetinin nerede ve ne zaman değişeceğini bilir; kaderini de bu bilgisiyle tayin eder. Daha açık bir ifadeyle; kul, yaptığı bir şeyi kaderinde yazılı olduğu için yapıyor değil; o şeyi yapacağı için Allah kaderine onu yazmıştır. Bu sebepledir ki, yaptıkları kötü ameller konusunda kaderlerini gerekçe olarak ileri süren müşriklerin bu iddiaları Kur'an'da reddedilmektedir: "(Allah'a, ortak koşanlar Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız O'ndan başka hiç bir şeye tapmazdık ve O'nsuz hiç bir şeyi haram kılmazdık dediler. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Peygamberlere düşen yalnız açıkça tebliğ etmek değil mi?" (en-Nahl, 16/35)
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Yetkileriniz
Konu Açma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Forum Seç

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Afganistan'da görevli ingiliz sas komutani istifa etti eLanuR Haberler 0 1 November 2008 09:50


Saat: 21:26


Telif Hakları vBulletin® v3.8.4 Copyright ©2000 - 2025, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.