![]() |
![]() |
|
#1
|
|||
|
|||
![]()
KONU: CÜZ'İ İRÂDE
İstemek, arzu etmek, tercih etmek, insanın Allah'a itaat veya ona isyan etmesi ile ilgili olan sınırlı iradesi. Alternatiflerden birine meyletme kabiliyeti bulunanın, iradesi vardır demektir. Yaptığı işlerde insanın böyle bir tercih kabiliyeti var mıdır? Varsa, sınırları nelerdir? İslâm düşünürleri bu sorulara ne cevap vermişlerdir? İslâm düşünürlerini meşgul eden ve hakkında farklı görüşler ileri sürülen en önemli konulardan biri de, insanın iradesi konusudur. Mesele, kaderle yakından ilgilidir. Her şeyin yaratıcısının Allah olduğu, O'nun irade ve maşietinin mutlaka olup bunun hilâfına bir şeyin vuku bulmasının mümkün olmadığı, Kur'ân'da açık açık ifade edilmektedir. Buna rağmen kul, yaptıklarından dolayı hesaba çekilecek; mükâfat ya da ceza görecektir. Kulun sorumluluğunun gerekçe ve dayanağı nedir? Kulun davranış hürriyeti var mıdır ki sorumlu tutulmaktadır? Bu konuda üç temel görüş ileri sürülmüştür. Bu görüşlerden birini, kader konusuyla çok meşgul olmaları sebebiyle olacak ki, Kaderiyye diye isimlendirilen Mutezile; diğerini Cebriyye; üçüncüsünü de Ehl-i Sünnet temsil etmektedir. Bu mezhepler, ileri sürülen görüşlerin odak noktalarıdır. Çünkü bu görüşler arasında, şuna ya da buna yakın görüşler ileri süren kişi ya da fırkalar varolagelmiştir. Biz burada olanlardan sarfı nazar ederek bu üç mezhebin temel görüşlerini ve dayandıkları delilleri özet olarak incelemeğe çalışacağız. Kaderiyye (Mutezile) mezhebinin görüşü Kullar, iradelerinde tamamen hür ve bağımsızdır. Zira Mutezileye göre irade fiildir. Bunda Allah'ın bir rolü yoktur. Bir bakıma insan, fiillerinin yaratıcısıdır; onları işleyip işlememekte tamamen serbesttir. Özellikle kötü fiiller açısından bu böyledir. "Allah'ın iradesi kötü fiillere taalluk etmez. O sadece iyiyi diler" (Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu Usüli'l-Hamse, Kahire 1965, 431) Kaderiyyeyi bu görüşe sevk eden âmil, beş temel prensiplerinden biri olan "Allah'ın adaleti" ne bakış açılarıdır. Onlara göre, Allah'ın kullarının fiillerinde bir etkisinin olmaması, adaletinin ve kullara zulm etmemesinin bir gereğidir. Eğer Allah, kulun kötü bir fiilî yapmasında bir katkısı varsa, sonra da kulu bu kötü fiilinden dolayı cezalandırıyorsa, bu, O'nun adaletiyle bağdaşmaz. O halde kul, tamamen bağımsız olmalı ki, yaptıklarından dolayı hesaba çekilebilsin. Bu görüşleri için ileri sürdükleri delillerden birkaçı şöyledir: "Bu bir öğüttür. Dileyen, Rabbine varan bir yol tutar." (el-Kehf 18/29) ".... Eğer (o süre) içinde dönerlerse Allah bağışlayan, merhamet edendir." (el-Bakara, 2/226). "İşte bu ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah, kullara zulm edici değildir. " (Enfal 8/51). "Bir millet, kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez" (Ra'd 13/11). Görüldüğü gibi bu âyetlerde kulların fiilleri kendilerine isnad edilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra ana-babası onu ya yahudileştirir, ya Mecusileştirir, yahut hristiyanlaştırır... " (Müslim, Kader 25). Hatta kaderi mazeret olarak ileri sürenlere karşı Allah, bu mazeretlerinin doğru olmadığını, yaptıklarının kendilerine ait olduğunu söylemektedir: "(Allah'a) ortak koşanlar: Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız O'ndan başka hiç bir şeye tapmazdık ve O'nsuz hiç bir şeyi haram kılmazdık dediler. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Peygamberlere düşen yalnız açıkça tebliğ etmek değil mi" (en-Nahl, 16/35). Mûtezile içerisinde kaderi inkâr etmekte o kadar aşırı gidenler vardır ki, bunlar, insanların ne yapacakları konusunda Allah'ın önceden bir bilgisinin bulunduğunu dahi inkâr ederler ve kul, kendi iradesiyle karar verip o fiili işledikten sonra ancak Allah'ın o şeyden haberdar olduğunu söylerler. Cebriyye mezhebinin görüşü Kaderiyye mezhebine reaksiyon olarak ortaya çıkan Cebriyye mezhebine göre, insanın hiçbir irâdî hürriyeti yoktur. Allah önceden her şeyi takdir etmiştir. Kul, bu takdir edilmiş şeyleri yapmak zorundadır. Yukarıdan gelen su nasıl aşağıya doğru akmağa, yukarıya fırlatılan taş nasıl geri dönmeğe mahkûm ise, insan da kaderinde yazılı olan şeyleri yapmağa mahkûmdur. İnsan âdeta önceden programlanmış bir robot gibidir. Nasıl programlanmışsa, onu yapar. Cebriyye'nin bu görüşlerine dayanak olarak ileri sürdükleri naslardan bir kısmı şöyledir: "Allah birini şaşırtmak isterse, sen onun için Allah'a karşı hiç bir şey yapamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki Allah, onların kalblerini temizlemek istememiştir." (el-Mâide, 5/41). "Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar." (el-En'am 6/125). De ki: " Size bir kötülük istese veya size rahmet dilese sizi Allah'tan kim korur?" (el-Ahzâb,.33/17). "Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz." (Tekvir 81/29). Kulun iradesizliği yanında, sorumluluğunu hangi temele dayandıracağını izah etmekten aciz kalan Cebriyye, zamanla bilgin ve düşünürler arasında yok olup gitmeğe mahkûm oldu. Ancak zaman zaman ümmetin bu düşüncenin etkilerinden kurtulduğu söylenemez. Ehl-i sünnet mezhebinin görüşlerini incelerken göreceğimiz gibi, bu fırkaların her ikisi de nassları tek yönlü almış; karşı tarafın ileri sürdüğü delilleri görmezlikten gelmiştir. Ayrıca iki fırkanın da Emevîler döneminde ortaya çıkmış olması dikkat çekicidir. Belki o dönemde İslâm ümmeti yabancı kültürlerle karşılaşmaya başlamış ve bu durum fırkaların ortaya çıkmasında etkenlerden birini teşkil etmiştir. Ama hiç şüphe yok ki Râşid Halîfelerin adil idaresinden sonra İslâm ümmetine hâkim olan zorba Emevî idareşinin de etkisi az değildir. Baskı ve zulme dayalı idareler, birbirine zıt olan bu iki görüşün de toplumda yayılmasına zemin hazırlar. O günkü toplum içinde bir tarafta kural-kaide tanımayan ve işi anarşizme kadar götüren insanlar; diğer tarafta da köşesine sinmiş, iradesini yitirmiş, olayların akıntısına kendisini salıvermiş bedbin miskinler vardı. Nitekim günümüzde de her zaman bu gibi zorba yönetimlerin egemen olduğu toplumlarda bu iki sınıf insanla karşılaşıyoruz. Ehl-i sünnetin görüşü Ehl-i sünnetin ilk dönemlerini temsil eden selef âlimleri, başlangıçta böyle bir problem üzerinde detaylı bir şekilde durmamışlardır. Belki de böyle bir konu üzerinde durma ihtiyacını duymamışlardı. Onların mesele üzerinde durmaları, Kaderiyye ve Cebriyye'nin görüşlerini reddetmekle başlar. Selef, hem Kaderiyye'nin, hem de Cebriyye'nin görüşlerini naslara uygun görmemişlerdir. Onlar, bu konudaki nassların hepsini bir bütün olarak değerlendirmişlerdir. Böylece ileri sürdükleri görüş de, her iki fırka arasında orta yolu takip eden bir görüş olmuştur. Buna göre Allah'ın iradesi mutlak ve küllî bir iradedir. İradeşinin hilâfına hiçbir şey meydana gelmez. O'nun saltanatında irade etmediğinin vuku bulması, ya unutma ve gafletinden, ya da acizlik ve zaafından kaynaklanır ki; haşa Allah hakkında böyle bir şey sözkonusu olamaz. Kula irade ve seçme hürriyetini veren, bizzat Allah'ın kendisidir. İnsana iyi ya da kötüyü seçme kabıliyetini O vermiştir. O halde insan, iradesini kullanırken Allah'ın iradesinin dışına çıkmamaktadır. Kul, kendisine verilen irade ile seçimini yapar. Allah Teâlâ, kulların kendi fiillerini yapma ve kesb etme hürriyetine sahip olduklarını açıkça ifade etmektedir: "Dilediğinizi işleyin, doğrusu O, yaptıklarınızı görendir. " (Fussilet 41/41) "Kim yararlı bir iş işlerse kendi lehinedir, kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin kullara karşı zalim değildir. " (Fussilet 41/46). Ama kul bu hürriyeti kullanırken kesin olarak kendisine bu irade gücünü verenin Allah olduğunu bilmelidir. O'nun iradesi dahilinde bunları yapmaktadır; Allah Teâlâ dilemezse, hiç bir şey yapamaz. Kul seçimini yapar ama yaratma Allah'a aittir. "O, herşeyin yaratıcısıdır." (el-En'am, 6/102). O halde yapılan iş, yaratma yönüyle yüce Allah'a; kesbedilmesi ve işlenmesi yönüyle kula aittir. Bu sebeple de sonucundan sorumludur. Kul, irade ve isteğinin dışında kalan durumlardan sorumlu tutulmayacaktır. "Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. " (el-Bakara, 2/286) İrade problemini karmaşık hale getiren hususlardan birisi, aslında meydana gelmesi sözkonusu olmayan farazî sorulara cevap vermek isteğinden kaynaklanmaktadır. Bunlardan en önemlisi şudur: Allah bir şeyi irade buyururken kul aksini irade eder ve bunun zıttını yapmayı arzu ederse ne olur? Elbette ki böyle bir soruya: "Allah'ın dilediği olur" karşılığı verilecektir. Ancak dikkat edilirse bu soruda Allah ve kul, çekişen iki yarışmacı konumuna sokulmuştur. Böyle bir şey sözkonusu olamaz ki buna cevap aransın. En azından cevap aransa bile meselenin tamamen nazarî olduğu bilinmelidir. Hâşâ Allah, kuluyla yarışa girmez. Kula irade ve seçme yetkisini kendisi vermiştir onu burada özgür bırakmıştır. O halde kul, şu veya bu seçimi yaparken Allah'ın iradesi sınırları çerçevesinde bu seçimi yapmaktadır. Allah'ın iradesiyle kulun iradesinin karşı karşıya gelmesi diye bir durum söz konusu değildir. Bu konuda ileri sürülen bir diğer farazî soru da sudur: Kul, daha önce belirlenmiş olan kaderinde yazılı olanın aksine bir şeyi yapmak isterse, bunu yapma yetkisi var mıdır? Eğer Allah Teâlâ, zamanla kayıtlı olmayan, yani geçmiş ve geleceği bütün teferruatiyle bilen bir bilgiye sahip bulunmasaydı, belki böyle bir soru sözkonusu olabilirdi. Allah Tebârek ve Teâlâ, kulun bunu mu, yoksa şunu mu seçeceğini; niyyetinin nerede ve ne zaman değişeceğini bilir; kaderini de bu bilgisiyle tayin eder. Daha açık bir ifadeyle; kul, yaptığı bir şeyi kaderinde yazılı olduğu için yapıyor değil; o şeyi yapacağı için Allah kaderine onu yazmıştır. Bu sebepledir ki, yaptıkları kötü ameller konusunda kaderlerini gerekçe olarak ileri süren müşriklerin bu iddiaları Kur'an'da reddedilmektedir: "(Allah'a, ortak koşanlar Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız O'ndan başka hiç bir şeye tapmazdık ve O'nsuz hiç bir şeyi haram kılmazdık dediler. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Peygamberlere düşen yalnız açıkça tebliğ etmek değil mi?" (en-Nahl, 16/35) |
#2
|
|||
|
|||
![]()
KONU: COK EVLILIK (TAADDÜD)
Bir müslüman bu konuda herhalde şöyle düşünür: "Taaddüdü-zevcat" erkeğin dörde kadar kadınla evlenmesi anlâmına gelen Islâmî bir terimdir. Batılılar buna daha geniş anlamı ile "poligami" derler. Dolayısı ile "taaddüd-i zevcât" tamıtamına "poligami" değildir. Allah (c.c.) Kur'ân-ı Kerîm'de kadınlardan sözeden sûrenin başında, insanları bir "nefis"ten yarattıgını hatırlattıktan sonra: "Eğer velisi olduğunuz mal sahibi yetim kızlarla evlenmekte onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil de hoşunuza giden başka kadınlarla ikişer, üçer ve dörder evlenebilirsiniz. Eğer aralarında adaletsizlik yapmaktan korkarsanız, bir tane almalısınız, ya da sahibi olduğunuz cariye ile yetinmelisiniz. Sapmamanız için en uygun olan budur..." (Nisâ (4) 3 ) buyurur. Aynı sûrenin daha sonraki bir âyet-i kerimesinde de yine adalet emredilerek "Siz uğraşsanız da adaleti hakkıyla uygulayamayacaksınız, bari büsbütün birine meyledip te öbürünü askıya almayın..." (Nisâ (4) 129) buyurur. Işin münakaşasına girmeden önce bu âyetlerden neyin anlaşıldıgını görelim: 1- Kadını da erkeği de Allah yaratmıştır. Yani her ikisi de Allah'ındır. Onlara diledigi gibi hükmetmesine kimsenin müdahale etme hakkı yoktur. 2- Bir takım adaletsizlikler ve zaruretler sözkonusu olduğunda, insanı yaratan Allah, erkeğin dört kadına kadar evlenmesine izin vermiştir. 3- Birden fazla kadınla evlenmesi halinde, aralarında adaleti göstermeyeceğini bilen erkek, bir tane ile yetinecektir. 4- Insanın kadınları arasında fiili ve kalbi ile denklik yapıp, tam adil olması mümkün değildir. 5- Bu takdirde kalbi birisine meyletse bile, fiili ile aralarını ayırıp birini terkedilmiş bırakmayacaktır. Imdi; Allah'ın varlığına, gücüne, bilgisine ve adaletli olduğuna kesinkes inanan bir insan, ilk bakışta normal değil gibi görülen bu uygulamanın, Allah'ın emri olduktan sonra, hiç te anormal bir tarafının olmadığını anlayacak ve düşünmeye gerek duymadan bile, bunu olduğu gibi kabullenecektir. Çünkü Allah Hakîm'dir, yani her yaptığı yerli yerindedir ve en uygun olanıdır. Eğer inanmasına rağmen kalbinde hâlâ bir "acaba!" dolaşıyorsa, işin başına dönmesi ve Allah'ı yeni baştan tanıması gerekir. Çünkü tanımada bir hatâ var demektir. Yani insan Allah'ı eleştirme gücüne sahip değildir ki, kendinde böyle bir hak görebilsin. Nasıl davranması gerektiğini, 0 mu yarattığı insana soracaktır, yoksa yarattığı insan mı ona soracaktır? Yine insan, Allah'ın her yaptığı işin hikmetini anlayabilecek güçte de değildir ki, bunun isabetsiz olduğunu görebilsin. Görüldüğü gibi müslüman için problem yoktur. Mesele Allah'ın uygulamasıdır, deyince herşey biter. Ya insan Allah'a inanmıyorsa, ya da bulanık biçimde inanıyorsa ne olacaktır? Ona da, bu meseleden önce Allah tanıtılır. Allah'ı iyi tanıyabilirse, onun durumu da aynı olacaktır. Konunun bir yönü budur, ama bir de öbür yönü vardır: Müslüman Allah'ın hükmüne inanmakla beraber, Hz. Ibrahim Peygamber gibi, kalbinin O'nun söylediklerini tırmalanmadan kabul etmesini ve doğruluğuna, gözüyle görmüş gibi inanmasını ister. (Hz. Ibrahim'le ilgili kıssa için bk. Kur'ân-ı Kerîm, Bakara (2) 260.) Işte düşünme gücü sağlam olan ve ön yargılar taşımayanlar, aklen de bunun isabetliliğini bulabilirler: Bundan önceki başlıkaltında kadınla erkeğin eşit oldukları ve olmadıkları yönleri anlatmış ve farklı oluşlarının onlara farklı görevler yükleyeceğini söylemiştik. Pozitif elektrik taşıyan kablo bir naylon elbise ile izole edilir, çünkü onun tabiatı onu gerektirir. "Efendim, elektrik enerjisinin oluşmasında artı ve eksi (pozitif ve negatif) elektrikler arasında hiçbir fark yoktur, çünkü hiçbiri öbürsüz olamaz. Öyleyse ikisine de eşit davranılsın ve ikisi de açık, ya da ikisi de kapalı kablo ile taşınsın." demenin akıllılık olmayacağını herkes anlar. Çünkü elektriklerin tabiatı, yani niteliklerindeki temel espri bunun, öbür türlü olmasını gerektirir. Demek ki, mesele bir tabiilik ve yaratılış, yani "fıtrat" meselisidir. Öyleyse bunu gerektiren fıtratı biraz daha açmaya çalışalım: 1- Doğum istatistikleri genel olarak kadınların erkeklerden fazla olduğunu gösterir. (%52'ye %48, yaklaşık olarak.) Hattâ bu farkın değişik zamanlarda daha çok arttığı da görülmüştür. Bunlar bir tarafa genel olarak yüzde üç dört fazla olan kadınlar kocasız mı kalsın, yoksa fuhşa mı düşsünler? Bu,.normal zamanlara ait bir durumdur. Dünyanın harpsiz yaşadığı çok az görülmüştür. Meselâ Istiklâl Harbimiz'de Doğuda Allahüekber Daglarında üç gün içerisinde sadece soğuktan yetmişbin gencimiz ölmüştü, bir o kadarı Çanakkale'de şehit olmuştu. Hepsi kadar da harbin diğer cephelerinde kaybetmiştik. Bunlara düşecek kadınlar, yalnız başlarına hayatın zorluklarına mı terkedilmeli idiler, fahîşe mi olmalı idiler (çünkü cinsel ilişki de fitrî bir ihtiyaçtır), yoksa bir başka kadınla beraber bir erkeğin himayesine mi girmeli idiler? Aynı şeyi bugün Iran ve Irak'in zavallı kadınları için soralım. Her iki taraftan bir milyona yakın evlenme çağındaki insanın boşluğunu dolduracak hangi formülü teklif edebilirsiniz? Irak arkasından bir o kadar genç erkeğini de Kuveyt'te kaybetti. Demek ki zaruretler bazan mahzurlu olan şeyleri de normal kılar. 2- Kadının, cinsel isteklere cevap verebilme zamanı, erkeğe göre dörtte bir oranında azdır. Çünkü kadının her ayının bir haftası âdetle geçer. Buna bir de hamile ve lohusalık dönemindeki elverişsizliği eklensin. Şimdi tabiî durum bu iken, kadınlarda çokça görüldüğü gibi, kadın bir de müzmin bir hastalığa yakalanmış ve erkeğin ihtiyacını göremiyor bir durumda ise, tersine, erkek de cinsel gücü fazla birisi ise: a) Bu hasta kadını boşayıp hepten yalnız ve himayesiz mi bıraksın, b) Cinsel ihtiyacını kaldırım yosmasıyla giderip, cabası olarak bir de sağlıgını tehlikeye mi atsın? (AIDS günümüz insanına çok şey öğreteceğe benziyor), c) Yoksa hem hasta hanımına yardımcı olacak, hem de kendi ihtiyacını giderecek ikinci bir hanım mı alsın? Fıtratın gereği yapılmadığında, doğacak sonuçlar her zaman daha tehlikeli ve zararlı olmuştur. Birden çok kadınla evlenmenin yasak edildiği her devirde erkekler, başka kadınlarla daha yüksek oranlarda ilişkide bulunmaktan geri durmamışlardır. Bir ilim adamımızın deyimiyle, "Teaddüdü zevcata engel olunmuş, ama teaddüdü firasa engel olunamamıştır." (Musa Kâzim Efendi, Dinî, Ictimaî, Makaleler, Mustafa Sabri Efendi, Mes'eleler.) Yani, eşlerin çok olması önlenmiş ama, yatakların çok olması önlenememiştir. Çünkü, bu fıtratın gereğidir. Öyleyse bunun meşru mu, gayrı meşru mu yapılması daha iyidir? Türkiye için bir örnek vermeye çalışalım.1983 emniyet raporlanna göre. (Kaynak Hürriyet Gazetesi) Türkiye'de bilinen 338 bin hayat kadını, iş olarak kendini satmayı seçmis ve bu yolda çalışmaktadır. (bk. Cumhuriyet 7.1.1988 son sayfa).) Her biri günde en az iki iş gördüğünü ve bir erkeğin ortalama haftada bir hayat kadın aradığını düşünürsek, bir kadın haftada ondört ayrı erkekle yatıyor ve 14x338= 4.732.000 erkek gayri meşru ilişkide bulunuyor demektir. Bu ilişkilerden doğan fiziksel ve psikolojik hastalıklar, yıkılan yuvalar, emniyetin tesbit edemediği gayrı meşru ilişkiler, bu yüzden kendilerini suçlu hisseden erkeklerin yuvalarında sebep olacakları huzursuzluklar ve benzeri olumsuzluklar da ayrıca hesaplanmalıdır. 3- Kadın huysuz birisi ise ve boşanmak her iki tarafı perişan edecekse, onu kapı dışarı atıp, onun da bir başka erkeğin de başını belâya koyma yerine, bir başka kadınla evlenip, kıskançlık duygularını harekete getirerek bir rekabet ortamı doğurmak ve onu da yola getirmek daha elverişli olamaz mı! 4-Zamanın ve şartların değişmesine göre işi, çoğunlukla evinin dışında olan ve işi gereği uzak memleketlerde bulunan erkek, ihtiyacını gidermek zorunda olduğuna göre, orada dostlar mı edinmelidir, yoksa bir nikâhlısı mı olmalıdır? Bu konularda erkeklerin, kadınlara göre çok sabırsız oldukları da yine "fitrî bir olaydır. Konunun bir başka yönü daha vardır: Kadın haklarını düşündüklerini iddia ederek "taaddüd"e karşı çıkanlar, vücudunu satarak geçinen binlerce, hattâ yüzbinlerce kadını insan saymıyorlar mı?.Insanın değerine (keramet) hiç önem vermeden, ahlâk ve sağlık kurallarını da çiğneyerek icrayı faaliyet eden bu ten tâciri kadınlar, acınmaya muhtaç değil mi? "Taaddüd" olsaydı onların en fazla dörtte biri bir kocanın ikinci karısı olacaklardı ve hergün bir sürü kirli, paslı, hastalıklı ve ne idüğü belirsiz erkeklerle değil, istediği zaman ve biçimde, psikolojik tatmin de duyarak bir erkekle yatacaklardı. Bu ikisi arasındaki farkı görmemek için geri zekâlı ya da kör inatçı olmak lâzım. Bunlar da konunun üçüncü yönüdür. Konunun bir dördüncü yönü daha vardır, o da: gerçekçi olma zorunluluğumuzdur: Islâm, erkeğin birden fazla kadınla evlenmesini emretmemiş, tersine bunun zor bir iş olduğunu duyurmuştur. Birden fazla kadınla evlenmek isteyen erkek, her ikisine de nafaka vermek zorundadır. Çünkü kadın çalışmak zorunda değildir. Ayrı istemeleri halinde, her ikisine de müstakil ev almak, ya da tutmak zorundadır. Yani birden fazla kadınla evlenmek zevkli bir şarap değil, bir derde derman olacak acı bir ilâçtir. Acı olduğu için ilâcı terketmek, akıllılık olmasa gerektir. Bu şartlar altında, varsayılacak bir Islâm toplumunda, teorik olarak erkeklerin yüzde kaçı birden fazla kadınla evlenebilecektir? Matematiksel hesaba dayanarak söylersek, iki kadınla evlenmesi halinde, erkeklerin ancak yüzde üçü-dördü birden çok kadınla evlenebilecek, bunların bir kısmının da ikiden çok kadın alacağı düşünülürse, o takdirde erkeklerin ancak yüzde biri, ya da ikisi ikinci ya da üçüncü bir kadın alabilecek, geri kalan yüzde doksan sekizya da doksandokuzu bir kadınla yetinmek zorunda kalacaktır. Kadın da zaten istemediği bir evliliğe zorlanamayacak, bu sonuca, isterse katlanacaktır. Kadınların sayısının erkeklere oranla bu kadar fazla olduğunu daha önce söylemiştik. Demek ki, matematiksel gerçekler de fitrîliği doğruluyor. Gayri meşru hayat yaşayanlar bir yana, bu gün acaba, yasak olmasına rağmen, birden çok evlilik yapan erkekler bu oranın altında mıdır? Demek ki, "fitrî"liğe, avamca ifadesi ile, yasak sökmüyor. Nitekim bu fitrî gerekliliği, zaman zaman birçok batılı düşünür kavramış ve uygulanmasını önermiştir. Kaldı ki, bu sadece Islâm'da olan bir uygulama değildir. Tarihin her döneminde, şöyle ya da böyle uygulanmış ve uygulanmaktadır. İslam'ın yaptığı, bu sistemi islah etmek, sınırlamak ve bir düzen içerisinde meşru kılmaktan ibarettir. |
#3
|
|||
|
|||
![]()
KONU: DÂBBETÜ'L-ARZ
Yer hayvanı, kıyametin büyük alametlerinden biri. Debb ve debîb; hafif yürüme ve debelenme demektir. Hayvanlar ve çoğunlukla haşereler için kullanılır. Içkinin bedene yayılması ve bir çürüklüğün etrafına sirayeti gibi hareketi gözle görülmeyen şeyler için de kullanılır. Dâbbe de debelenen, hareket eden demektir. Şu halde tren, otomobil, bisiklet vb. şeylere lügate göre dâbbe denebilirse de ıstılahta daha çok hayvanlar için kullanılır. "Allah bütün canlıları (her dâbbeyi) sudan yaratmıştır. Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah şüphesiz her şeye kaadırdir." (en-Nûr, 24/45) âyetinden anlaşılacağı üzere her hayvana dâbbe denir. "Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların (her dâbbenin) rızkı ancak Allah'a aittir." (Hûd, 11/6) âyetinden de anlaşılan budur. "Dâbbetü'l-Arz" da; kıyametin kopmasına yakın, ortaya çıkacağı bildirilen ve kıyametin büyük alâmetlerinden olan bir yaratıktır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Söylenmiş olan (tehdit edildikleri şey) başlarına geldiği zaman onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler." (en-Neml, 27/82) buyrulmaktadır. Bu âyetten anlaşılan, dâbbenin bir hayvan-ı nâtık yâni konuşan bir canlı olduğudur (M.H. Yazır, "Hak Dini Kur'ân Dili", V, 3701 vd.). Râğıbü'l-Isfahânî, yukardaki âyete dayanarak şöyle demektedir: "Dâbbe, tanıdığımız hayvanlara benzemeyen bir hayvandır. Ortaya çıkması kıyamete yakın bir dönemde olacaktır. Bir de denildi ki: Bununla, cahiliyyede hayvan mertebesinde olan kötü insanlar kasdedilmiştir (Râğıb, "Müfredât", debb maddesi.) Müfessirler yukardaki âyette (27/82) dayanarak "Dâbbetü'l-Arz"ın kıyamete yakın bir zamanda ortaya çıkacağını söylerler. Ibn Ömer'e göre, "dâbbe"nin çıkması hadisesi, dünyada iyıliğe emreden ve kötülükten sakındıran hiçbir fert kalmadığı zaman vuku bulacaktır. Ibn Merdûye'nin Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet ettiği bir hadîse göre, aynı şeyi bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.)'in kendisinden Ebu Saîd de duymuştur. Bu da, insanın başkalarını iyilik yapmaya teşvik ve kötülükten sakındırma (emr bi'lma'rûf, mehy, ani'l-münker) vazifesini terkettiği zaman Allah'ın, kıyametin hemen öncesinde son ihtar vazifesini görmek üzere bir "dâbbe" meydana çıkaracağını gösterir. Mâmafih onun tek bir hayvan mı, yoksa bütün yeryüzünü istilâ edecek bir hayvan türü mü olduğu açık değildir (Mevdûdî, "Tefhîm", IV, 128) Akaid kitaplarına, kıyametin alâmetlerinden biri olarak geçmiş olan "Dâbbetü'l-Arz" (bk. Pezdevî "Ehl-i Sünnet Akaidi", 352; Nesefî, "Akaid ", şerh ve haşiyesi Kesteli. 194) hakkında Peygamber (s.a.s.)'den şöyle rivayet edilir. "Ilk çıkacak kıyamet alameti, güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine "dâbbe"nin çıkmasıdır. Bu alametlerden hangisi önce belirirse, ötekişi onu kısa zamanda takibedecektir" (Müslim, Fiten, 118; Ibn Hanbel, "Müsned", II, 201) "Üç şey vardır ki bunlar çıktığı zaman, daha önceden iman etmeyen hiçbir kimseye (o günkü) imanı fayda vermez: 1-Güneşin batıdan doğması, 2-Deccâl ve 3-Dâbbetü'l-Arz (Müslim, Iman, 249; Tirmizî, Tefsîr, sûre 6) "Dâbbe, yanında Hz. Musa (a.s.)'nın asâsı ve Hz. Süleyman (a.s.)'ın mührü olduğu halde çıkacaktır. Mü'minin yüzünü asa ile parlatacak, kâfirin burnunu da mühürle mühürleyecek. Işte o dönemde yaşayan insanlar biraraya gelecekler ve mü'minler, kâfir belli olacaktır" (Ahmed b. Hanbel, II, 491; Tirmizî, Tefsîr, süre: 27) Bu konudaki rivayetler pek çoktur, ancak hiçbiri mütevâtir olmadığından, kıyamet gibi tamamen gaybî olan bir meselede delil olamazlar. Bunun için, "Dâbbetü'l-Arz"la ilgili teferruâtı bir yana bırakıp, Cenâb-ı Allah'ın bizi bununla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim'de bildirdikleriyle yetinmemiz, işin iç yüzünü ve mahiyetini O'na havale edip dabbetü'l-arz'ın kıyamete yakın zuhur edeceğine iman etmek en doğru yoldur. Bununla birlikte: "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. O'ndan başkası onları bilemez... " (el-En'âm, 6/59). |
#4
|
|||
|
|||
![]()
KONU: DAR-I HARP'TE FAİZ
Dâru'l-harp'te faiz olmaz, diyorlar. Türk bankalarından faiz alıp yiyebilir miyiz? Dâru'1-harpte faizin cereyan edip etmemesiyle Türk bankalarından faiz alıp yemek ayrı ayrı şeylerdir. Önce bu hüküm sadece Imam Ebu Hanife ve Imam Muhammed'in kabul ettiği ve Imam Ebu Yusuf dahil, Şafiî, Malik ve Ahmed gibi diğer imamların karşı olduğu bir hükümdür. "Dâru'1-harp'te müslümanla harbî arasında faiz olmaz" anlamındaki bir hadise dayandırılır. Hadis, "Nasbu'r-râye" sahabi Zeyla'î'nin ve Allâme Ibn Hümâm'in tesbitlerine göre "âhad" bir haberdir ve garibtir (sahih değildir).(Zeyla'i, Nasbu'r-Râye, IV/44; Ibn Hümâm, Fethu'1-Kadîr, VN/39) Imam Şafiî böyle bir hadisin sabit olmadığını, binaenaleyh, delil olamayacağını söyler. Nitekim hadis, meşhur on hadis kitabında bulunmadığı gibi, "dâru'1-harb" ifadesi de bunun dışında Hadislerde geçmemektedir. "Dâru'1-harb", "Dâru'1-Islâm" gibi terimler sonradan müctehid imamlar döneminde ortaya çıkan terimlerdir. Nitekim Ibnü'1-Esîr de "en-Nihâye" adlı değerli eserinde "dâr" kelimesi ile ilgili böyle bir terimden söz etme-· mektedir. Işin bir yönü budur. Diğer bir yönü de bu hükmün usûl kaideleriyle çelişmesidir. Çünkü "haber-i vahidle ziyade, nesih sayılacağından caiz olmaz." Bu haber de haber-i vahiddir. Kabul edilmesi halinde faizi ayırım yapmadan (mutlak olarak) yasaklayan naslara ziyade bir hüküm getirmiş olur ki, bu caiz değildir. Işin, Allâme Ibn Hümâm'ın da irdelediği (Ibn Hümam, age. VN/39) bir üçüncü yönü vardır ki, sorunun cevabı açısından önemli olan da budur: Imam Azam ve Imam Muhammed bu hükmü verirken, parayı iktisadî bir silâh olarak düşünüp, müslümanın onu kafirin ülkesinde ve onun rızasıyla, herhangi bir yolla alabileceğini, böylece onu iktisaden zayıf düşüreceğini, müslümanın hiçbir surette faiz veremeyeceğini, yani fazlalığı müslümanın alması halinde bunun caiz olabileceğini kastettiklerini, arkadaşları olan imamlar açıklamışlardır. Nitekim Imamı Azam kumarı da aynı kategoriye sokmuş ve yüzde yüz kazanacağını bilmesi halinde müslüman Darü'1-Harpte bir harbî ile kumar oynayabilir, demiş ve mes'eleye Rum Sûresinin başında işaret edilen ve Hz. Ebu Bekr'in Şirk diyarı olan Mekkelilerle girdiği bahsi delil göstermiştir. Çünkü bahsin kumardan başka bir anlamı yoktur ama Hz. Ebu Bekr kazanacağını Allah Rasûlünün haber vermesiyle kesinlikle bilmektedir. Durum böyle olunca Imam Azam ve Imam Muhammed'in cumhurun karşısındaki bu görüşlerini alsak dahi, günümüzde müslümanın hiçbir yerde onların görüşüne göre de banka faizi alıp yiyemeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü faiz sistemi artık değişmiş ve fertlerin yerini müesseseler almıştır. Diyelim ki Almanya'da bir müslüman 100 markını bankaya yatırmış ve meselâ yılda: %10 faiz almış, sene sonunda da parası 110 mark olmuş olsun. Banka, hali hazırdaki sisteme göre bu sayede bu mevduatın (ankes hesabı ayrıldıktan sonra) yaklaşık 5 katıkredi verebilecek ve daha yüksek, meselâ % 15 faiz uygulayacağından 5x15=75 DM. kazanmış olacaktır. Yani müslüman Ahmet kendi kazandığı 10 DM karşılığında Alman Hans'a 65 DM. Kazandırılmış olacaktır. Görüldüğü gibi buna caiz diyen hiçbir Islâm Hukukçusu yoktur. Türkiye için durum daha da değişiktir. Darül-harp olduğunu söyleyen görüşten hareket etsek dahi, faiz müessesesi dediğimiz gibi bir banka olacaktır ve banka Yahudi Mason'un ve Masonlaşan Türkün olsa bile bir taraftan Ahmet Ağa yatırıp, öbür taraftan Mehmet Ağa almış olacağından, bir yönüyle müslüman faiz vermiş, öbür yönüyle de müslüman, müslümandan faiz almış olacaktır. Bu ise hiç caiz görülemez. |
#5
|
|||
|
|||
![]()
KONU: DÂRÜ'L-ISLÂM
Islâmî hükümlerin tam anlamıyla uygulandığı ve başında halifenin bulunduğu devlet; Islâm yurduna Dârü'L-Islâm denir. Dâr, lügatte ev, bina, belde, ülke anlamında kullanılır. Istılah olarak "dâr", bir idarecinin hâkimiyeti altında bulunan ülke anlamında kullanılmaktadır. Ancak Islâm hukukçuları bu ülkenin niteliğini belirlerken en önemli etken olarak ülkenin başında bulunan yönetici ile yönetim şeklini göz önünde bulundurmuşlardır. Bir devletteki yönetim ve egemenlik şekli o ülkenin müslüman bir ülke olup olmadığını belirlemektedir. Islâmî açıdan bunu incelerken bu noktadan hareket etmek gerekir. Kur'ân-ı Kerim'de dâru'l-Islâm ve dâru'l-harp* tabirleri geçmemektedir. Hadislerde ise Dâru'l-harp'te hadler uygulanmaz ve Dâru'l harp'te müslüman ve harbî arasında faiz yoktur şeklinde geçmektedir. (Ibn Kudâme, El Muğnî, Riyad 1981, IV, 45-46) Ancak Imam Zeylaî bu hadislerin garib olduklarını kaydetmektedir. (Zeylaî, Nesbûr-Raye, III, 343). Dikkat edersek burada yalnız dâru'l harp tabiri kullanılmakta olup, "dâru'l-Islâm" tabiri ise daha sonraları Islâm hukukçuları tarafından, buna karşıt' bir tabir olarak kullanılmıştır. Fıkıh kaynaklarında bu konu işlenirken Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde Islâm'ın uygulandığı Medine için "dâru'l-Islâm" ve diğer yerler için "dâru'l-harp" tabirlerinin kullanılmadığı belirtilmektedir. Islâm devletinin sınırları genişleyip daha geniş coğrafyalara yayılarak çok değişik devlet ve yönetimlerle karşılaşılınca, ister istemez Islâm devletinin durumunu ve hukukî statüsünü ismen diğerlerinden ayırmak icab etti. Fâkihler, dâru'l-Islâm'ı tarif ederken; 1) "Islâm hukukunun açıkça uygulandığı ve müslümanların Islâmî hükümleri uygulama imkânını bulabildikleri," 2) "Müslümanların idare ve hâkimiyetleri altında bulunan," 3) "Müslümanların devlet başkanının yönetimini sürdürdüğü yerlere dâru'l-Islâm; buna mukabıl kâfirlerin devlet başkanlarının emir ve yönetiminin yürürlükte olduğu yere ise dâru'l-harp demişlerdir." (Ahmed Özel, Islâm Hukukunda Ülke Kavramı, Istanbul 1982, 76) Islâm ümmetinin vatanı, Allah'ın mülkü olan yeryüzünün tamamıdır: "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır." Yeryüzünün sahipleri ise Allah'a inanan müslümanlardır. "Allah sizden, iman edip iyi amel işleyenlere: "Onlardan öncekileri nasıl hükümrân kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini (tam) bir güvene erdirecektir." (diye) va'detti." (en-Nur, 24/55) ve: "Andolsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da: -Yeryüzüne mutlaka iyi kullarım vâris olacak (bu yer onların eline geçecek) diye yazmıştık. " (el-Enbiyâ, 21/105). Bu âyetler muvacehesinde Cenâb-ı Hak, yeryüzünün tamamına sahip olma hakkını mü'minlere tanımıştır. Ancak bu şekilde yeryüzünün tamamı onlara vatan olabilir. Bu hakkıelde etmeyi de Allah, müslümanlara bir görev olarak vermiştir: "Ey iman edenler, kâfirlerden size yakın bulunanlarla savaşın (onlar) sizde (kendilerine karşı) bir sertlik (ve Şiddet) bulsunlar. Biliniz ki, Allah, takva sahipleriyle beraberdir." (et-Tevbe, 9/123). "Fitneden eser kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar (o müşriklerle) savaşın, eğer (savaştan ve küfürden) vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur." (el-Bakara, 2/191). Yeryüzünün hâkimiyeti yalnız ve yalnız Allah'a mahsustur. Hiçbir ferd, hiçbir aile, hiçbir hânedan ve hiçbir meclis veya parti ve hâkimiyeti ele geçiremez. Bu hâkimiyet Allah'ın dışında bir otoriteye verildiği takdirde mutlaka yeryüzünde fitne başlar. Çünkü yeryüzünün hâkimiyetini ele geçiren kişi veya zümre, bu otoriteyi kendi lehlerine ve diğer insanların aleyhlerine kullanacaklardır. Böyle bir durumda da fitne ve zulüm kaçınılmazdır. Işte yeryüzü hâkimiyeti Allah'a verilmedikçe fitne var demektir. Şayet yeryüzünde Allah'ın emirleri uygulanmaya konursa, o zaman fitne kalkmış ve din yalnız Allah'ın olmuştur denebilir. İslam'ın yeryüzünde uygulanması adaletin ve emniyetin sağlanması demektir. Cenâb-ı Allah bu konuda bize bir vaatte bulunmuştur. Bunun için geleceğe hep ümitle bakıyor ve bunun tahakkukunu bekliyoruz: "O, Rasûlünü hidâyetle ve hak dinle gönderdi ki (Allah'a)ortak koşanlar hoşlanmasa da o (hak di)ni bütün din(ler)in üstüne çıkarşın. " (et-Tevbe, 9/33). Işte bu âyete baktığımızda, İslam'ın ve Allah hâkimiyetinin bütün yeryüzünü kuşatacağı ve Islâm şeriatının her tarafta söz sahibi olacağı görülmektedir. Işte o zaman yeryüzünün tamamı müslümanların vatanı, yani dâru'l-Islâm olacak ve ancak bununla müslümanlar tam bir güven ve huzur ortamına kavuşabileceklerdir. Bu duruma göre dünya, "dâru'l-Islâm ve dâru'l-harp" diye ikiye ayrılmaktadır. Dâru'l-Islâm adını alan yerlerin gerçekten dâru'l-Islam olabilmesi için orada Islâm hukukunun eksiksiz olarak uygulanması gerekmektedir. Burada tek ölçü yönetim şeklıdır. Islam'ın getirdiği vahiy nizamının bütün hükümleriyle uygulandığı yer dâru'l-Islam'dır. Buna göre dâru'l Islâm'da oturan insanlar ister müslüman olsun ister olmasın neticeyi etkilemez. Islam devlet başkanının otoriteşinin geçerli olup da Kur'ân hükümlerinin uygulandığı coğrafya üzerinde yaşayan insanlar, müslüman değil de kitabî olsalar yine orasıdâru'l-Islâm sayılır. Şafiîlere göre ise dâru'l-Islâm, müslümanların ikâmet ettikleri yerler ile müslümanların fethedip gayr-i müslim olan sakınlerinin cizye vererek oturdukları yerlerdir. Ayrıca önceleri müslümanların oturdukları, ancak daha sonra kâfirlerin hâkimiyetleri altına giren yerler de dâru'l-Islâm'dır. Buna göre, İslam'ın ve müslümanların bir defa ele geçirip bir müddet dahi olsa hâkimiyetlerinde bulundurdukları yerler dâru'l-Islâm'dır. Müslümanların hiç bir zaman hâkimiyetlerine girmemiş yerler ise dâru'l-harp'tir. (Ö. N. Bilmen, Hukuk-ı Islamiye Kamusu, III, 369-371). Bundan maksat, müslümanların elinden çıkıp kâfir yönetimlerin hâkimiyetleri altına alınan ve kâfirler tarafından işgal edilmiş olan yerleri tekrar İslam'ın hâkimiyet alanına almaktır. Şafiîler, eskiden müslümanların olan ülkelerin yeniden fethedilmesi hususunda, oraların dâru'l-Islâm olmaktan çıkmadıklarını ve bunların mutlaka tekrar geri alınmaları gerektiğini ifade etmişlerdir. Dâru'l-Islâm'da "Hüküm, Allah'dan başkasının değildir. " (Yusuf, 12/40), Teşri' hakkıne bir hükümdarın, ne bir âilenin, ne bir zümrenin, ne de bir meclisin elindedir. Teşri sadece Allah'ın hakkıdır. Vahy-i gayr-i metlûvv olan sünnet de, aynı zamanda bir teşrî'dir. Hz. Peygamberin uygulamaları da Kur'ânî nâsları açıklayan teşrî'lerdir. Islâm hukukçularının yaptıkları bu tariflere göre bir coğrafyanın siyasî, ekonomik, idarî ve hukuk nizamı Îslâmî esaslara göre düzenlendiği takdirde orasıdâru'l-Islâm'dır. Böyle bir yerde yaşama, yürütme ve yargı yetkileri müslümanların elinde olmalı ve herşey Allah'ın emrettiği esaslar dahilinde yürütülmelidir. Dâru'l-harp ise, İslam'ın ve müslümanların yaşama, yürütme ve yargı yetkilerinin asla söz konusu edilmediği yerdir. Dâru'l-Islâm'da yaşama: Islâm'a göre kanun koyma yani teşrî (yaşama) yetkisi, yalnız Allah'ın elinde ve insiyatıfindedir. Teşri hakkıne bir hükümdara ne bir aileye, ne bir zümreye ne de bir meclise verilemez. Teşrî', sadece Allah'ın hakkıdır. Bu yaşama hakkının Allah'dan alınıp da O'nun dışında başka bir otoriteye devredildiği bir ülke dâru'l-Islâm olamaz. Çünkü böyle bir yerde insanların yönetimini sağlayan en mühim otorite olan teşrî, Allah'dan başkası tarafından gaspedilmiştir. Bu sebeple oraşiartık müslümanların hâkimiyeti altında değildir. Dolayısıyla orasıdâru'l-Islâm olamaz. Dâru'l-Islâm'da Icra (Yürütme): Bir devlet veya toprak parçasının müslüman bir hükümet tarafından Islâmî esaslara göre yönetilmesi halinde burası dâru'l-Islâm olur. Aksi takdirde, bir devlet veya ülke, Islâm'ı, bir din ve bir akide olarak kabul etmeyen hükümetler tarafından gayr-i Islâmî esaslarla yönetilmesi halinde, orasıdâru'l-Islâm olamaz. Dâru'l-Islâm'da Yargı: Islâm toplumunda insanlar arasında meydana gelecek anlaşmazlıklarda hakem, Allah ve Resûlüdür. "Bir konuda ihtilâfa düştüğünüz zaman onu Allah'a ve Rasûlüne döndürünüz (onu hakem yapınız)." (en-Nisâ, 4/59). Ilâhî emir gereği, müslüman olsun veya olmasın, Islâm devletinin vatandaşları arasında meydana gelen ve yargılamayı gerektiren anlaşmazlıklarda Islâm hukuku uygulanır. Vatandaşların gerek birbirleriyle ve gerekse devletle olan ilişkilerinde Islâm hukukuna göre yargılandıkları ve yargılamada yalnız ve yalnız Islam hukukunun geçerli olduğu yer, dâru'l-Islâm'dır. Dâru'l-İslam'ın Dâru'l-Harb'e Dönüşmesi: Islâm devletinin ayakta durabilmesi ve gerçek "Islâmî devlet" olma özelliğini taşıyabilmesi için, belirli bir toprağının, ona bağlı halkının ve siyasî iktidarının olması gerekir. Bu üç özellikten biri olmadığı takdirde Islâmî devlet olma özelliğini kaybeder. Belli bir toprağı ve sınırları belirlenmiş bir ülkesi olmadıkça Islâm devleti adını alamaz. Devletin, Islâm'ın devlet şeklini kabul eden sakınleri olmalı ve sakınlerin siyasî otoriteyi tanımaları, devletin de sakınlerini iç ve dış düşmanlarına karşı koruma imkânı bulunmalıdır. Islâm hukukuna göre bir ülkenin Islâmî ülke olmaktan çıkması, ancak ülke topraklarının bir parçasının düşman işgalıne uğraması; Islâm devletinin tümünün veya bir bölgeşinin irtidat etmesi veya zımmîlerin, bulundukları bölgede isyan edip Islam devletinin otoritesini kabul etmemeleriyle olur. (Bilmen, a.g.e., III, 370; Özel, 96-97). Bu gibi durumlarda Islam devletinin siyasî iktidarının sona erip yerine Allah'ın otoritesini tanımayan kimselerin hakimiyeti ellerine geçirmesi ve tâğutî hükümlerle hükmetmesiyle ülke, dâru'l-harb'e dönüşür. Küfür ahkâmının yürürlükte olması, bunun açık ve yaygın olması müslüman kadılarının hiçbir fonksiyon icra etmemeleriyle orası dâru'l-harp olur. Bu görüşü ileri süren Imam Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre; Islâmî hükümlerin uygulandığı bölgeye ihtilâfsızca dâru'l-Islâm dendiğine göre, küfür hükümlerinin uygulanıp Islâmî hükümlere son verildiği bölgeye de darü'l-harp adı verilmelidir ve bunun dışında bir şarta gerek yoktur. Imam Ahmed b. Hanbel ve Imam Mâlik de bu konuda aynı görüştedirler. (Özel, a.g.e., 9 vd.) Gerçekten nitelik açısından bu iki ülke arasını ayıranve her birine ayrı özellik ve isim veren ölçüler, yönetim ve hükümet şeklıdır. Bir ülkenin, Islâmî veya gayr-i Islâmî oluşunun tek delili orada İslam'ın mı yoksa küfrün mü otoriteşinin sözkonusu olduğudur. Islâm hukukçularının bazıları ise; "ülke, Islâmî hükümlerin uygulanmasıyla dâru'l-Islâm olduğuna göre, orada Islâmî ahkâm ve eserlerden bir şeyler olduğu müddetçe orasıdâru'l-Islâm'dır. Hattâ müslümanlar dâru'l-Islâm'daki siyâsî otoritelerini kaybetseler bile Islam ahkâmından bir eser kaldığı müddetçe orasıdâru'l-harb'e dönüşmez" kanaatini savunmuşlardır. Ancak daha evvel dâru'l-Islâm olup da sonraları isyan veya irtidat etmekle Islâm'dan uzaklaşırsa ve bu bölge dâru'l-harb'e bitişik olursa orasıdâru'l-Islâm olmaktan çıkıp dâru'l harb olur. Ebû Hanife'nin diğer bir görüşüne göre de, bir ülkenin Islâm veya küfür ülkesi olması bizzat Islâm veya küfrün kendisinin hakim olmasıyla ilgili değildir. Burada, "emniyet" ve "korku" sözkonusudur. Eğer bir yerde mutlak anlamıyla müslümanlar güven içinde, kafirler de korku içinde iseler orasıdâru'l-Islâm'dır. Ama durum bunun tersine ise, yani müslümanlar inanç ve ibadetlerini Allah'ın emrettiği şekilde icra etmekten korkuyorlarsa orasıdâru'l-harb'tir. Aynı şekilde, bu emniyet o bölgenin dâru'l harb'e bitişik olmasıyla ortadan kalkar ve o bölgede müslüman kimseler yaşasa bile orasıdâru'l-harb'tir. Şafiî fakihlere göre ise, bir ülke müslümanların eline geçer ve orasıkısa bir müddet de olsa müslümanların otoritesi altına girerse, oraşiartık ebediyyen müslümanlarındır ve sonuna kadar dâru'l-Islâm kalacaktır. Bu ictihâdî görüşle Şafiîler, meseleye ayrı bir noktadan bakmaktadırlar. Müslümanların olan yerler, düşman tarafından işgal edilse bile, orasının yine dâru'l-Islâm olduğu ve buraların tekrar küfür otoritesinden kurtarılmaları gerektiği ileri sürülür. Ayrıca kâfir düşman kuvvetlerinin müslümanların mallarını ve ülkesini işgal ettiklerinden dolayı aralarında harp ortamı doğmuş demektir. Dâru'l-Islâm'ı tekrar geri almak ve düşman istilasından kurtarmak için onlarla savaşmak vacipolmuş oluyor. Bu görüş, cihat anlayışını sürekli ve zinde tutmaktadır. Şafiîlerin dışında kalanların görüşleri, müslümanların otoriteşinin olmadığı yere dâru'l-Islâm denmeyeceği anlayışını; Şafiîlerin görüşü ise, Islâm ülkesini istilâ eden küfür kuvvetleriyle savaşmanın bilincini müslümanlara kazandırmaktadır. Dâru'l-İslam'ın dâru'l-harb'e dönüşmesi ile bu bölge, Islâm devletinin otoritesinden çıkmış ve kâfir bir yönetimin altına girmiş demektir. Düşman istilasına uğramış bir bölgeyi kurtarmak için yapılacak bir savaşta, normal şartlarda Islâm harp hukuku uygulanır. Şayet bu bölge düşman istilasına değil de bir iç ayaklanma ile mürtedlerin istilasına uğramışsa; fukaha arasında statüsünde ufak tefek değişikliklerin olması sözkonusu edilmişse de netice itibariyle orasıdâru'l harb'tir. Çünkü orada Islâm hükümleri değil de, küfür hükümleri uygulanmakta ve Islâmî hükümlere hayat hakkıtanınmamaktadır. Dâru'r-ridde* ile savaşılıp orası tekrar ele geçirildiğinde Islâm'a dönenler özgürdürler. Dönmeyenler esir alınamaz, hemen öldürülür. Malları yeni fethedilen dâru'l-harb gibi işlem görür; Humus'*u, Beytü'l-Mal'*e aktarılıp geri kalanı muhariplere dağıtılır. Daru'r-ridde ile asla sulh yapılmaz, savaş yapılır. Ancak daru'l-harb ehli ile sulh yapılabilir. (Mâverdî, Ahkâmü's-Sultaniyye, Çev: Ali Şafak, Istanbul 1976, 63 vd). |
#6
|
|||
|
|||
![]()
KONU: DÂR'ÜL-EMÂN
Islâm ordusu tarafından fetholunup, içinde ehl-i zimmet ikamet ettirilen belde. Dârü'l-Emân Islâm hükümetinin himayet ve hâkimiyeti altında bulunacağından dârü'l-Islâm*'a mülhaktır. (Ö. N. Bilmen, Hukük-ı Islâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhıyye Kamusu III, 334). Dâr*, Arapça bir kelime olup, ev, mesken, yurt ve vatan gibi anlamlara gelmektedir. "eman"* sözcüğü de, "emniyet, güven, korkusuzluk, her türlü endişeden uzak olma manalarını taşır. Karşıtı "havf" yani korkudur. Korkusuz, endişeden uzak, hayatı, malı ve namusu güven altında olan kimseye "emîn" denilir. Bununla birlikte; güvenilir, hıyanetten uzak ve başkasının ona itimat ettiği kimseye de "emîn" denir. "Emanet" emân ile aynı köktendir. Peygamberlerin sıfatlarından biri olan emanet, her bakımdan güvenilir olma özelliğidir. Ayrıca korunmak üzere emîn bir kimseye bırakılan nesneye de isim olmuştur. Dârü'l-emân, taarruzdan korunmuş, her türlü tecâvüzden emîn, kişinin kendini güven içinde hissettiği mesken ve sığınılacak yerdir. Dârü'l-Islâm'a müsaade ile girmek isteyip kendisine izin verilen şahıslara "müste'men" veya "müste'min" denir. Izin istemek (emân dilemek) yahut emâna nail olmak manalarına gelen "isti'mân" kelimesi de emân ile aynı kökten türemiştir. Islâm dini, kendisine müntesib olan fertlerin Rablerine karşı görev ve sorumluluklarını tebliğ ettiği gibi, hem birbirlerine karşı hem de gayr-i müslimlere karşı nasıl davranmaları gerektiğini belirlemiştir. Işte dârü'l-emân, müslümanlarla gayr-i müslimler arasındaki ilişkilerin bir bölümünü konu edinen kavramın adıdır. Vaktiyle canilerle borçlular, müstehak oldukları cezalardan kurtulmak için mabedlere, ilâhların heykellerine mezarlara ve mihraplara sığınırlardı. Buna işaretle Montesqieu, "Ulûhiyyet, bedbahtların sığınağıdır ve cinayet erbabından daha bedbaht kimse yoktur" demektedir. Papazlar da bundan istifade etmişlerdir. Bir düşmanın intikamından kurtulmak isteyenler ya kiliselerden birine yahut bir piskoposun evine sığınırlardı. Bûralara sığınanları kimse almazdı. Çünkü aforoz cezasına uğrardı. Kur'ân-ı Kerim, Kâbe'yi kastederek; "Orada apaçık âyetler vardır. Ibrahim'in makamı vardır, kim oraya girerse emân (güvenlik) içinde olur..." (Âli Imrân, 3/97) buyurmakla burayı emîn bir belde, her türlü kanın dökülmeşinin haram olduğu bir sığınak olarak ilân etmiştir. Bu yüzdendir ki, Kâbe harîmine sığınan suçlular yakalanıp yargılanmazlar, idam edilmezler, kendi hallerine bırakılırlardı. Müslümanlar da, kendi devletlerini kurmadan önce, Mekke döneminde hicret ettikleri Habeşistan ve Medine, kendileri için birer emân yeri idi. Müslümanlarla savaş hâlinde bulunan düşman fertlerinden herhangi biri emân istediğinde bu dileği kabûl edilirdi. Bu emânla Islâm diyarında güvenliği sağlanmış olur, kendisine hiçbir şekilde tecâvüz edilemez, düşmanca davranılmazdı. Cenâb-ı Allah; "Şayet müşriklerden biri senden himaye isterse, Allah'ın sözünü işitinceye kadar ona emân ver, sonra onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır. Çünkü onlar cahil bir kavimdir" (et-Tevbe, 9/6) buyurmuştur. Bir "harbî* "ye, çeşitli işaret ve ifadelerle emân verilebilir. Meselâ bir kimseye "sana emân verdim", "size bir zarar yoktur" gibi bir tabirle verilen emâna "sarîh emân"; yazı ile yani bir emân belgesi göndererek ehl-i harbe verilen emâna, "emân bi'l-mukâtebe" denir. Şu da var ki, emân belgesini gönderen kimsenin, müslüman, emin ve bunun için gerekli tüm şartları taşıdığının bilinmesi gerekir. Bu da, ancak beyyine (delil) ile bilinmedikçe gerçekleşmiş olmaz. Müslüman, erkek ve kadın, hür ve köleler emân verebilir. Çocuk ve deliler dışında herkes emân verebilir. Hz. Ali (r.a.) Rasûlullah'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Müslümanların zimmeti birdir ve onların sosyal mevki yönünden en düşüğü dahi buna yetkilidir. Onlar, kendilerinden başkasına karşı elbirliktirler" (Buhârî, Ferâiz, 21; Cizye, 10; Müslim, Itk, 20; Ebû Dâvûd, Menâsik, 95). Ayrıca Buhârî, Ebû Dâvud ve Tirmizî, Ebû Tâlib kızı Ümm-ü Hânî'den onun şöyle dediğini haber verirler: "Ey Allah'ın Rasülü, annemin oğlu Ali, emân verdiğim bir adamı Ibn Hübeyre'yi öldüreceğini söylüyor." dedim. Peygamber (s.a.s.) "Senin emân verdiğine biz de emân verdik yâ Ümm-ü Hânî"dedi (es-Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, II, 694-695). Öte yandan, ehl-i harpten bir ülkenin halkı, kendilerine Islâm ahkâmı tatbik edilmemek şartıyla müslümanlarla andlaşma yaptıkları zaman, bu sulh* ile can ve mal emniyetine sahip olurlar ve ayrıca bir emân almadan Dârü'l-Islâm'a girebilirler. Bunların ülkesine Islâm hukûkunda dârü'l-muvâdiîn denildiği gibi, darül-emân da denilmektedir. Bu hususta tariflerde ihtilâf görülmektedir. Böyle bir yer için, orada meskûn gayr-ı müslimlerin Islâm devletinin himâyesinde bulundukları manasına Dârü'l-Emân tabiri kullanılabilirse de, es-Serahsî ve Imam Şâfiî'nin ifadelerinden, kendileriyle sulh andlaşması yapılmış olmak suretiyle halkı emân içinde olduğundan dolayı dârü'l-emân denildiği anlaşılmaktadır. (Ahmed Özel, Islâm Hukukunda Ülke Kavram, 1984, 140-141). (Ayrıca bk. Dârü'l-Islâm, Dârü'l-Harp, Dârü'l Ahd, Emân). |
#7
|
|||
|
|||
![]()
KONU: DÂRÜ'L-HARB
Harp ülkesi, küfür ülkesi, savaş alanı. İslâm'ın siyasî otoritesnin dışında kalmış olup, yönetim tarzı ve yürürlükteki hukuku İslâmî olmayan bölgeler. Genel olarak İslâm hukukunda kâfir ve İslâm düşmanı yöneticilerin hâkimiyet ve yönetimleri altındaki toprakları anlatmada kullanılır. Bu terim, Kur'ân-ı Kerim'de zikredilmemekte, ancak hadis-i şeriflerde geçmektedir. Hz. Peygamber'in "darü'l harb'te hadler tatbik edilmez" buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu ibâre Sahihayn'da ve Sünen'lerde geçmemektedir. Hanefîler bu hadisi delil kabul ederken, diğer mezhepler delil olarak almamışlardır. İleri gelen Hanefi fakihlerden ez-Zeylaî de bunun garib hadis olduğunu belirtir (Nasbu'r Râye, III, 343). İslâm hukukçuları, ülkeleri, İslâmî hükümlerin uygulanıp uygulanmamasına göre tasnif etmişlerdir. Dârü'l harb'te ikamet edenlere genel olarak harbî denir. Harbîler, dârü'l-İslâm yönetimi ile bir emân anlaşması yapmadıkları müddetçe, kanları ve malları mübah sayılır. Kâfir bir insanın malının ve canının masun olabilmesi için müslüman olması veya İslâm devleti ile anlaşma yapmış olması gerekir. Bir harbî gizlice ve emân dilemeden darü'l-İslâm'a girip de yakalandığında kanı ve malı mübah sayılır. Darü'l harb'te müslüman olan bir kimsenin ise hicret etmeden evvel, bulunduğu bölge fethedildiğinde, elindeki mallar kendisine kalır, ancak gayr-i menkul malları ganimet hükmündedir. (Maverdî, el-Ahkamu's-Sultaniyye, Çev: Ali Şafak, İstanbul 1976, 57 vd; W.W.Hunder, İA, Dârü'l-Harb md.). Dârü'l-harb'te ikamet edip İslâm ülkesine gelmemiş olan müslümânlar İslâm ülkesinde yaşayan bir fert gibi görülürdü. Dârü'l-İslâm'a hicret etmek istediğinde engellenmezdi. İmam-ı Azam'a göre sadece müslüman olmakla masun sayılmıyor; İslâm devletinin otoritesine girmekle can ve malını emniyete alabiliyordu. Bir müslüman, Dârü'l-harb'te işlediği suçlarından dolayı cezaya çarptırılamaz. Çünkü İslâm devletinin otoritesi oralarda geçerli değildir. Dünyada had cezası verilmemesine rağmen, o suçların cezası Allah'a aittir. (AbdulKadir Udeh, İslam Ceza Hukuku ve Beşeri Hukuk, çev. A. Nuri, İstanbul 1976, I, 520). Ancak bu hususlarda çeşitli ictihadlar vardır. Meselâ İmâm Şâfiî'ye göre, "Dârü'l-İslâm'da helâl olan şey Dârü'l-harb'te de helâldır; haram olan orda da haramdır. Bir suçun Dârü'l-harb'te işlenmesi cezayı düşürmez." (es-Serahsî, el-Mebsut, IX, 100; İmâm Şâfiî, el-Umm, VII, 322). İmâm-ı A'zam ise "Dârü'l-harb'te hadler uygulanmaz" hadisine göre amel etmiştir. Dârü'l-harb'te bulunan askerlerden biri haddi gerektiren bir suç işlese, Ebu Hanîfe'ye göre oradaki kumandanın haddi uygulama yetkisi olamaz, ancak dârü'l-İslâm'a dönülünce devlet başkanı veya kadı'nın vereceği hüküm geçerli olur. İmâm Mâlik ve İmâm Şâfiî ise haddin hemen uygulanabileceğini savunmuşlardır. (İbn Kudame, el-Muğnî, IV, 46). Bir müslümanın Darü'l-harb'te bulduğu define kendisine aittir. Ancak İslâm devleti adına Dârü'l-harb'e girmiş bir heyet veya askerî birlik bir define bulacak olursa, bunun humus'u Beytü'l-Mâl'e aittir. (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye Kamusu, IV, 103). İslâmî hükümler kesin nass ile sabit ise bunlar hakkında ihtilaf sözkonusu değildir. Cumhur-ı fukahâ'ya göre müslümanların dârü'l-harb'te harbîlerle veya kendi aralarında faizle alış-veriş yapmaları haramdır. Faiz, kesin nass ile haram kılınmıştır. Ebu Hanife ile İmâm Muhammed bu konuda dârü'l-harb'te müslüman ile harbî arasında faiz muamelesini caiz görerek Cumhur'dan ayrılırlar. Onlara göre, faizi müslümanları almalıdır; ama harbîye faiz verilmesi haramdır. (İbn Abidin, Bulak 1272, IV, 188) Bu ictihada rağmen, müslümanların takvaya sarılmaları ve bundan kaçınmaları evlâdır. Cumhur, "Dârü'l-harb'te müslüman ile harbî arasında faiz yoktur" hadisini delil almaz. Onlar, böyle mürsel* ve garib* derecesinde bir hadisle amel edilemeyeceğini söylemişlerdir. Harhî'nin malı ancak ganimet yoluyla helâl olup, alış-veriş akidleri yolu ile helâl olmaz. (İbn Kudame, IV, 46). Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, mümin kadınlar muhâcir olarak geldikleri zaman onları imtihan edin. Allah onların imanını daha iyi bilir. Fakat sizde mümin kadınlar olduklarına bilgi edinirseniz onları kâfirlere döndürmeyin. Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar..." (el-Mümtehine, 60/10). Bu ayetten nikâh akdinin bozulmasında ülke ayrılığı değil de din ayrılığının etkili olduğu anlaşılmaktadır. Hanefîlere göre ise, karı veya kocadan birisi dârü'l-harb'ten dârü'l-İslâm'a müslüman veya zimmî olarak hicret edecek olursa, aralarında nikah ayrılığı sözkonusu olur. İslâm'ın önemli bir ibadeti ve vazgeçilmez bir prensibi olan Cuma namazı konusunda Hanefî fukahası "Cuma namazı ulu'l-emr'in iznine bağlıdır" der. İzin, Cuma'nın edasının şartlarından sayılmıştır. Ulu'l emr'in bulunmaması halinde Cuma namazı farz değildir. Dârü'l-harb'te Cuma namazının kılınıp kılınmayacağı hususunda diğer mezheplerin görüşü, "Cuma'nın hiçbir surette terkedilemeyeceği" doğrultusundadır. Zira bu, Kur'anî bir nass ile sabittir. Diğer taraftan hanefîler, ulu'l-emr'in bulunmaması halinde, müslümanların, aralarından birini tayin ederek Cuma kılabileceklerini de söylerler. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4983 vd.) Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Nefislerine yazık eden kimselere canlarını alırken melekler: "-Ne işte idiniz?" dediler. (Bunlar): "-Biz, yeryüzünde aciz Düşürülmüştük"diye cevap verdiler. Melekler dediler ki: "-Peki Allah'ın arzı geniş değil miydi ki onda göç edip İslâm'ı rahatça yaşayabileceğini;, bir yere hicret edeydiniz." İşte onların durağı Cehennem'dir, ne kötü bir gidiş yeridir. " (en-Nisa, 4/97) Bu ayetten anlaşıldığına göre müslümanın öz yurdu, İslâm'ın yaşandığı ve Allah'ın hükümlerinin hâkim olduğu -dârü'l-İslâm'dır. Müslüman, dârü'l harb'te küfrün zulmü ve işkenceleri altında sıkıntılı bir hayat sürüyor, dininin emirlerini yerine getiremiyor, farzlarını ifa edemiyor ve kendisinin veya neslinin küfre girmesi için zorlanıyor ya da zorlanmaktan korkuyorsa böyle bir yerden hicret etmesi farzdır: Bu genel hükme göre Hanefiler hangi durumda olursa olsun, bir müslümanın mutlaka dârü'l-harb'ten dârü'l-İslâm'a hicret, etmesinin farz olduğunu öne sürerken; Şâfiîler, müslümanın bulunduğu yerde açıkça dinini yaşayabiliyor ve tebliğini yapabiliyorsa orada kalmasının gerektiğini savunmuşlardır. (Said Havva, İslâm, I, 309) Ancak yeryüzünün muhtelif diyarlarında, küfür ülkelerinde yaşayan müslümanların hicret edebilecekleri bir dârü'l-İslâm mevcut değil ise veya mevcut olsa bile Halife bunların hicretlerine gerek görmeyip orada kalmalarını isterse, artık, bulundukları bölgelerde İslâm'ı hâkim kılmak için gerekli çalışmaları yapmak onların önemli bir görevi olacaktır. Çünkü müslümanların İslâm devletini kurmaları, toprakları İslâmîleştirmeleri, zâlim ve kâfir yöneticilerle mücadele etmeleri, yeryüzünde fitne ve zulüm kalmayıncaya kadar gayret sarfetmeleri farz-ı ayndır. Bu görüşleri savunan İslâm fukahası, Mekke'de kâfirlerin zulmüne uğrayan müslümanların gidecekleri bir dârü'l-İslâm'ın olmadığını belirtmektedirler. Necaşî'nin ülkesi Habeşistan'a veya Medine'ye yapılan hicrette Hz. Peygamber'in emri belirleyici olmuştur. Bu da müslümanların yaşadıkları bir dârü'l harb'ten daha rahat bir şekilde İslâm'ı yaşayabilecekleri bir başka dârü'l harb'e hicret etmeleri hususunda yol gösterici bir sünnettir. Kur'ân-ı Kerim'deki âyetlerden birtakım belirleyici nitelikler tespit etmekle, bir ülkenin nasıl dârü'l-harb olabildiğini ortaya koyabiliriz. Ülkenin zalim yöneticileri, mustaz'afları baskı ve zulüm altına alır, gayr-i müslimler her fırsatta müslümanlara eziyet eder, inançları yüzünden yurtlarından Çıkarılırlar ve müslümanların dârü'l-İslâm dışında bir yerde güvenlik içinde bulunmaları sözkonusu olmayıp, düzen onlara rahat vermez ise, o zaman hicret etmek zorundadırlar. (en-Nisa, 4/75, 91, 92). Demek ki İslâm hukukçularının savunduğu gibi, dârü'l-harb'te yaşayan müslümanların orada kalıp mücadele etmeleri, orayı dârü'l-İslâm haline getirmeye çalışmaları gerekmektedir. Ancak böyle bir durumda kâfir yönetimin müslümanlara eziyet ve zulümde bulunacağı, onları şehid edeceği ve bunun çok zulümlere neden olacağından hicret yolu daha uygun olmuştur. Zaten nasslardan ve tarihi gelişmelerden de bu anlaşılmaktadır. Dârü'l-harb terimi, müslümanlarla savaş halinde olan ülkeye denildiğinden; harb ülkeleri, Allah'ın otoritesi yerine başka otoriteye bağlanıp bu batıl otoritelere itaat ettiklerinden ve her zaman müslümanlara karşı savaş durumunda bulunduklarından dolayı bu adı alırlar. İslâm'ın sürekli savaşı temel aldığı şeklinde ileri sürülen yanlış kanaatin aksine, onlar eğer barış istiyorlarsa müslümanlar bazı şartlara bağlı olarak anlaşma yapabilirler. Böyle ülkelere, o zaman, anlaşmalı ülke anlamında darü'l-ahd* denilir ki, bu ülkeler harb ülkelerinden ayrı bir hukuka tabi olur. İslâm'da zorlama yoktur, ama din yalnız Allah'ın oluncaya kadar cihat vardır. Kâfirler emân dilerse, ülkeleri cizye karşılığında dârü'l-İslâm'a dahil edilir ve kendilerine hak ve hürriyetleri verilir. İslâm devleti yeryüzünden fitneyi kaldırmak için cihadı temel siyaset yaptığı gibi, barış isteyenlere de şartlarına uydukları müddetçe asla dokunmaz. İmâm Kâsânî, "Dâr'ul İslâm ve küfre izafesinden kasıt, bizzat İslâm veya küfrün mahiyeti değildir. Kasıt, emniyet ve korkudur. Eğer emniyet mutlak surette müminlere, korku da mutlak surette kâfirlere aitse o belde dârü'l-İslam'dır. Korku mutlak surette müminlere aitse orası da dârü'l küfür'dür. Hükümler, emniyet ve korkuya bağlıdır" demektedir. (İmam Kâsâni, el-Bedâiü's-Sanâyi, Beyrut 1974, VII. 131). Dârü'l-İslâm'ın dârü'l-harb'e dönüşmesi meselesi, ilk müctehidler zamanında teorik plânda tartışılırken; Haçlıların Filistin ve Moğolların diğer İslâm ülkelerini istila etmeleriyle birlikte İslâm fukahası bu meseleyi geniş olarak ele almıştır. Ebu Yusuf ile İmam Muhammed, bir İslâm ülkesinde İslâm dışı hükümlerin hâkim olması durumunda oranın darü'l-harb olacağını söylemişlerdi. Ebu Hanîfe de, İslâm ülkeşinin dârü'l-harb'e dönüşmesi için üç şartın gerçekleşmesi gerektiğini belirtmişti. Bunlar, 1) Ülkede açıkça İslâm dışı kanunların icrası, 2) Ülkenin, aralarında bir başka İslâm ülkesi olmaksızın harb ülkesine bitişik hale gelmesi, 3) Müslüman ve zimmîlerin can ve mal güvenliğinin kalmaması. Bu hususta İbn Kayyim el-Cevziyye şöyle demektedir: İslâm hükümlerinin uygulanmadığı sürece hiçbir yer dârü'l-İslâm'a bitişik de olsa dârü'l-İslâm olmaz. İşte Tâif şehri. Çok yakın olmakla birlikte darü'l-İslâm olmadı. Kızıldeniz sahilinde olan bölgeler de öyle... Yemen'e gelince; zaten orada İslâm yayılmış bulunuyordu. Yemen'in bütün bölgeleri ise, ancak Hz. Peygamber'in vefatından sonra halîfelerinin döneminde İslâm'a sarılmışlardır... "Bir ülke, coğrafî bakımdan İslâm ülkesine yakın olmakla ya da halkı arasında İslâm dinini kabul etmiş kimseler vardır diye "dârü'l-İslâm" olarak nitelendirilemez." (İbn Kayyım el-Cevziyye, Ahkâmu Ehli'z zimme, I, 366). İslâm'ın egemen olmadığı her yer -daha önceleri istediği kadar uzun dönemler İslâm'ın egemenliği altında kalmış olsun ve bu egemenliğin maddî. ve beşerî belgeleri istediği kadar çok bulunsun- İslâm diyarı olarak nitelendirilemez. Olsa olsa buralarda bir zamanlar İslâm egemen olmuştu, şu gördüğümüz maddî eserler ve onların soyundan gelen müslüman ismini taşıyan bu kimseler de onların kalıntılarıdır, denilebilir... İmâm A'zam'ın üç şartından yola çıkılarak bugün îçin hiçbir İslâm ülkesinin dâru'l-harb şartlarını taşımadığını savunanlara karşı, bir zamanlar İslâm diyarı olan beldelerin küfür diyarına dönüşüp dönüşmediklerini şöyle sıralamak mümkündür: 1) Bu ülkelerde İslâm ahkâmı değil, beşerî kanunlar ve hükümler yürürlüktedir. 2) Dârü'l-harb'e hem siyasal ve ekonomik paktlarla, antlaşma ve sözleşmelerle, hem de coğrafi olarak bitişik ve iç içedir; 3) Bir zamanlar İslâm diyarı olan bu ülkelerde insanlar, yani hem müslümanlar ve hem de kâfirler İslâm'ın emanı ile mi emindirler; yoksa tâğutların İslâm'ı yaşamayı yasak kılan ve en büyük cürüm sayan kanun ve hükümleriyle mi tehdit altındadırlar? Soru, ayrıca cevap vermeyi gerektirmeyecek kadar açıktır. (bk. M. Beşir Eryarsoy, İslâm Devlet Yapısı, İstanbul 1988, 67 vd.) İslâm ülkeleri Doğu'dan gelen barbar saldırılarıyla yıkılınca, imamlar şöyle diyordu: "Bugün kâfirlerin elinde bulunan ülkeler İslâm ülkeleridir. İdareciler kâfirse de cuma ve bayram namazlarını kılmak caizdir. İlletin bir parçası kaldıkça, ona bağlı olan hüküm de kalır. Herkes açıkça namaz kılıyor, fetvalar veriliyor... Bu ülkelere harb ve küfür ülkesi demenin mesnedi ve delili yoktur. Ezan ve cemaatle namaz gibi ibadetler icra edilebildikleri sürece, yönetim kâfirlerde de olsa böyle bir ülke dârü'l-İslâm'dır..." İmameyn, kıyasa başvurarak "dârü'l-harb, İslâm ahkâmının icrâsiyle İslâm ülkesi oluyorsa, İslâm ülkesinde küfür hükümlerinin ve küfrün hâkimiyeti ile dârü'l-harp olması lazımdır, demektedir. İmameyn'i destekleyen müctehidler, müslümanlar emniyette olsalar da, bunun o ülkenin darü'l-harb olmasını engellemediğini, hâkimiyet ile emniyet kavramlarından önceliği hâkimiyete tanımak gerektiğini söylemişlerdir. İmam Azam Ebu Hanife ise, hükmün bir illetle sabit olması durumunda, illetten bir şey kaldığı müddetçe hükmün de onunla birlikte kalmaya devam edeceğini söylemek istemiştir. Onun görüşünü benimseyen fakihler; "İslâm üstündür, ona üstünlük olmaz. " şeklindeki hadisi (Buharî, Cenâiz 79) delil almışlar; hâkimiyeti "itibarî" bir tarzda yorumlamışlardır. Onlara göre, istila edilmiş bir dârü'l-İslâm'da mal ve can emniyetine sahip müslim ve zimmîler bulunabilir ve o durumda orası dârü'l-harb olmaz. Bu görüşe karşı çıkan fukaha ise; istila edilmiş, hâkimiyeti elinden alınmış bir ülkede müslümanların mal ve can emniyetinin var olabilmesini imkansız görmüşlerdir. Kuşkusuz, müctehidlerin bu görüşlerine tesir eden tarihi şartlar mevcut olmuştur. Ondokuzuncu yüzyıldan sonra meydana gelen dünya ülkeleri konjonktüründe, iki büyük dünya savaşı ardından oluşan dengelerden sonra, İslâm hukukunun bazı içtihatlarının aynen geçerli olması mümkün görülmemektedir. Nitekim, Ebu Hanîfe'den bir-iki asır sonra bile bu ictihadlar şöyle değerlendirilmiştir: "Zannediyorum ki, Ebu Hanîfe'nin bu şartı (Dârü'l-harb'e bitişiklik) kendi zamanında müslümanların ehl-i şirkle cihadlarındaki vaki duruma dayanarak söylenmiştir. Dârü'l-İslâm ortasında bir ülke halkının irtidad edip de, vatandaş ve sultan tarafından orduların kuşatması olmaksızın orada kendilerini korur halde kalabilmeleri ona imkânsız görünmüştür. Ama bu zamanda olanları; halkın cihâda karşı "isteksizliğini" ve geri kalmaları onların işlerini yüklenen idarecilerin fesadını İslâm ve "müslümanlara düşmanlıklarını", cihad ve cihadın gereklerine önem vermemeleri gibi durumları görseydi, böyle bir ülke hakkında Ebu Yusuf ve Muhammed'in görüşünü benimserdi." İmam Ebu Hanîfe'nin, ictihadında "emân" kavramına yüklediği anlam çok geniştir. Ancak itibari olarak bir ülkede İslâmî hükümlerin yaşıyor olması, o hükümlerin kaynağının ve icrasının esas dayanağı olan hakimiyet anlayışını geçersiz kılamaz. Müslümanların sadece ibadet bölümünde muhtar kaldıkları, ukubat ve muamelat konularında karşı düşüncenin hukuk kurallarına bağlandıkları bir düzen görüşü, bu hususta laik-demokratik ve aynı zamanda da İslâmî ülke anlayışını çağrıştırmaktadır. "Şekk ile yakin zail olmaz" kuralından hareketle, "Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıldır" denilerek, belirli tarihi şartlarda hüküm verilebilse de, aynı ictihadın bugüne uygulanması mümkün görünmemektedir: Aksine; İmameyn, Maliki ve Hanbeli âlimlerinin görüşleri tutarlıdır ve yukarda zikredilen çelişkiyi de ortadan kaldırmaktadır. Yani eğer bir dârü'l-harb'te İslâm uygulandığında orası dârü'l-İslâm oluyorsa bunun tersi de geçerlidir. Yani bir dârü'l-İslâm'da küfür ahkâmı uygulanıyorsa artık orasının da dârü'l-harb sayılması gerekmektedir. Diğer taraftan yeryüzünde istilâ ve işgal altında birçok İslâm ülkesi bulunmaktadır ve böyle ülkelere hâlâ dârü'l-İslâm diyebilen yerli ve yabancı (müsteşrik) hukukçular bulunmaktadır. Şu bir gerçektir ki; eğer bir İslâm ülkesinde İslâm ahkâmı yürürlükten kaldırılmışsa, o ülkedeki müslümanların muhayyer bırakılmalarını beklemek en azından saflık olur. Yaşananların gösterdiği gerçek şudur: Hangi çağda olursa olsun, eğer ülkelerinde İslâmî hükümlerin tatbik ve kontrolü müslümanların ellerinden alınıp yerine beşerî ahkâm geçirildiyse ve iktidar İslâm'ın dışındaki bir güce verildiyse, artık o ülkede müslümanların rahat etmeleri, yani dinlerini bütün yönleriyle yaşamaları imkânsızdır. Yani onlar asla karşı düşünce tarafından rahat bırakılmazlar. Ya zulüm görürler, ya yurtlarından çıkarılırlar, yahut kendileri de düzene uyumlulaştırılırlar. Oysa İslâm'ın, başka herhangi bir hukuk düzeniyle uyuşması mümkün değildir. Bir başka deyimle, "Siyer" adı altında kurumlaştırılan İslâm devletler hukuku ile, çağdaş devletler hukuku arasında herhangi bir benzetme de yapılamaz. Dârü'l harb kavramına bu bağlamda bakmak ve diğer İslâmî kavramlarla birlikte mütâlaa etmek lâzımdır. (Ayrıca bk. Dârü'l-İslâm). |
![]() |
|
|
![]() |
||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Afganistan'da görevli ingiliz sas komutani istifa etti | eLanuR | Haberler | 0 | 1 November 2008 09:50 |