Atatürk'ün Milliyetçilik Anlayışı!...
- ATATÜRK'ÜN MİLLİYETÇİLİK ANLAYIŞI;Giriş
Bir ülkenin birlik ve beraberlik içinde gelişebilmesi için millet bilincine
sahip olması gerekmektedir. Orta Çağda kalan çok milletli, hanedana dayalı
ve teokratik devlet anlayışları zamanla yok olmuş, Fransız ihtilâlinin etkisi
milletlerin kendi devletlerini kurmaları için aradıkları düşünsel temelleri
oluşturmuştur. Eski düzende kalanlar, bir hanedan etrafında ya da bir din
etrafında devlet olmaya çalışanlar, sürekli bunalımlarla güçlerini kaybetmişler
ve millî devletlerin himayelerine girmişlerdir.
Türkiye açısından da millî devlet olmak, millî birlik ve beraberlik
duygusunu taşımak son derece önemlidir.
Bu çalışmamızda, ATATÜRK'ün millî devlet anlayışının temellerini, bu
anlayışın neden önemli olduğunu ele alacağız.
Millet Düşüncesinin Osmanlı Devleti'ndeki Gelişimi ve
ATATÜRK'e Etkileri
Milliyet düşüncesinin Fransız ihtilâlinden sonra sistematik bir hâlde
dünyaya yayılması ile çok milletli devletlerin, bünyesinde bulunan unsurların
her biri kendi millî devletlerini kurmak girişimlerine başlamışlardır. Bu
girişimlerden en çok etkilenen Osmanlı Devleti ise topraklarını en geniş hâli
ile koruma gayreti içinde ve Osmanlı milleti yaratma düşüncesi ile Osmanlılık
diye adlandırılan bir siyaset uygulamaya çalışmıştır. Ülkeyi oluşturan tüm
unsurların Osmanlı hanedanı şemsiyesi altında bir arada tutulmasına
çalışılmıştır. Ancak, milliyet düşüncesinin diğer düşüncelerin önüne geçtiği
bir ortamda, birbirleri ile hiçbir bağlantısı olmayan unsurları hanedan gibi
hiçbir birleştirici özelliği olmayan sembollerle bir arada tutmanın mümkünü
yoktu.
Ülkedeki Hristiyan unsurların dışardan da destek alarak
gerçekleştirdikleri bağımsızlık savaşları sonucu birer birer kendi devletlerini
kurarak Osmanlı Devleti'nden ayrılmaları, artık Osmanlılık politikasını
sürdürmenin imkânsız olduğunu göstermiştir. Topraklarını en geniş şekli ile
koruma amacındaki devlet yöneticileri, bunun ancak Müslüman unsurları bir
arada tutmakla olacağını düşünmüşler ve adına İslamcılık dediğimiz
politikaya ağırlık vermişlerdi. Bu politikayı bir din milliyetçiliği yani ümmetçilik
olarak niteleyebiliriz.
İslamcılar toplumların temel direğini din olarak görmektedirler. Onlara
göre "Dini İslâm'la müşerref bütün akvam, hiçbir kavmiyet farkı
gözetmeksizin merkezi muallâyı hilâfet ve halifei ruyi zemin etrafında geniş
bir İslâm camiası teşkil ederler. Bir gün gelecektir ki hakaiki İslâmiye
' Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Öğretim Üyesi
69
Müslümanlığa karşı gelen delâletlere bir defa daha galebe çalacak,
hükümdarı yeryüzündeki Müslümanların halifesi bulunan bu memleket bir
defa daha akvamı İslâmiye'nin başına geçecek, onları semti saadete doğru
sevk edecektir. Alemşümul mahiyette hakikatlerle insanî sınıftan birtakım
hissiyat, hem ırk nazariyesine ait hurafeleri hem milliyet hodkâmlığını
devirerek yerlerine kendisi kaim olacaktır... İslâm beynelmileliyeti en
mükemmel ve en nihaî şekildir."1 İslamcıların bu tarzını benimseyip dini
birleştirici bir unsur olarak gören ve halife unvanı sayesinde bütün
Müslümanların kendilerine sadık kalacağını düşünen Osmanlı Devleti bu
düşüncesinde yanıldığını Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş
sırasında yaşadığı acı tecrübelerle anladı.
Örneğin, Osmanlı Devleti'nin sınırlarını en geniş haliyle korumaya
çalışan bu politikaların başarılı olması ülkeyi oluşturan unsurların milliyet
bilinçlerinin yok edilmesine bağlı idi. Bu yönde büyük gayretler sarf edilmiştir.
Doğaldır ki, bu gayretler en büyük etkisini ülkenin hâkim unsuru olan Türk
milletinde göstermiştir.
Osmanlı topraklarına Avrupa'da Türkiye denmesine kızan millî
kimlikten yoksun Osmanlı-Türk aydınları "Memaliki Osmaniye" adını
kullanmakta ısrar etmişlerdir.2 Türk adı ise bir hakaret olarak kullanılmıştır.
"1802'de Paris'e giden Halet Efendi bile kendisine Türk elçisi' denmiş
olmasından üzülmüş görünür ve kendisini hasım bir manevra ile karşı tertibe
girmekle kutlarken 'amma bu defa sanıyorum ki inşallah istedikleri Türk
elçisine -yani cahil köylüye- düşmediler' diyerek..."3 kendisine Türk
denmesinden dolayı girdiği aşağılık duygusunu belirtmiştir.
Bu ortamda batılı yayılmacılar (emperyalistler) de boş durmamışlardır.
Türkiye'yi paylaşmak için yaptıkları plânları tarihsel bir temele dayandırmak,
bu yolla yayılmacı emellerini haklı çıkarmak amacıyla çalışmışlardır. Bu
amaçla ön yargılı araştırmalar yayımlamışlar, bu yayınlarla Türklerin sarı ırka
mensup, uygarlık yaratma yeteneğinden yoksun, ikinci sınıf insanlar
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre, Türkler gittikleri yerlerde bulunan
medeniyetleri yok etmişlerdi. Üzerinde yaşadıkların toprakların asıl sahipleri
başkalarıydı. Bu nedenle Türkler geldikleri yerlere yani Orta Asya'ya
sürülmeli hatta en iyisi yok edilmeli idi.
Batılıların çarpıtılmış bu çeşit tarihi iddialarla dünya kamuoyunu
kandırıp Türklere karşı kışkırtmaları ve paylaşma anlaşmalarına zemin
hazırlamaları karşısında Osmanlı tarihinden başka tarih bilmeyen ve
atalarının tarihte yarattığı uygarlıklardan, dünya uygarlığına katkılarından
1 Peyami Safa; Türk İnkılâbına Bakışlar, Ankara, 1988, s.36. Prens Sait Halim; islâmlaşmak,
Sebilürreşat Neşriyatı, s.20, 24-25.
2 Turhan Feyzioğlu; Atatürk ve Milliyetçilik, Ankara, 1987, s.15. Ömer Seyfettin; Türklük
Mefkuresi, istanbul, s.42.
3 Bernard Lewis; Modern Türkiye'nin Doğuşu, Ankara, 1991, s.330-331. Enver Ziya Karal; Halet
Efendinin Paris Büyük Elçiliği 1802-6, İstanbul, 1940, s.55.
4 Azmi Süslü; "Atatürk ve Tarih", Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Ankara, 1988, s.136-137.
70
haberi olmayan Osmanlı aydınları cevap verememişlerdir. Bunun yanında o
iddialara kendileri de inanmış, Türk olarak kendini yönetme yeteneğinden
yoksun oldukları kanaatiyle, kurtuluşun, bir medenî devletin himayesi ile
mümkün olduğunu ileri sürmüşlerdir. Amerikan ve İngiliz mandacılığı ülkenin
en popüler politikaları olmuştur.
Bu durumdaki Türk unsurunun ülkedeki diğer unsurlar ayrıldıktan
sonra kendi başına millî bir devlet kurması düşünülemezdi.
Gerçi devletin son dönemlerinde özellikle Rusya'dan gelen Türklerin
büyük katkıları ile İttihat ve Tarakki Partisi durumu anlamış görünüyor ve
milliyet ekseninde politikalar uygulamaya çalıyordu ise de onların bu
politikaları daha çok Alman çıkarlarına uygun Panturanist bir şekilde
gelişmiştir. Orta Asya da dâhil dünyadaki tüm Türkleri bir bayrak altında
toplamayı amaçlayan bu politika, Orta Asya'da kuzeyden Rusya'yı,
güneyden ise Hindistan yolu ile İngiltere'yi tehdit etmesi nedeniyle Almanlar
tarafından da uygun görülmüştür. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Almanlar,
bu politikayı kendi çıkarlarına kullanmak amacıyla özellikle Enver Paşa
vasıtasıyla girişimlerde bulunmuşlardır. Avrupa cephesinde Alman-Avusturya
üzerindeki Rus baskısını, onları Türk ordusunun üzerine çekerek hafifletmek
amacıyla, zamanı ve şartları oluşmamış olmasına rağmen, Enver Paşayı
Panturanist amaçlarını gerçekleştirmek için bir an önce Ruslara saldırması
gerektiğine inandırmışlardır. Bunun sonucunda da on binlerce Türk askerinin
bir tek kurşun bile atmadan şehit olduğu Sarıkamış felâketine sebep
olmuşlardır.
Ancak İttihat ve Terakkinin bu millîci hareketleri halka mal olmamıştır.
Halk asırlarca uygulanan millî değerleri yok eden politikalar nedeniyle
kimliğini unutmuş ve Müslümanlıktan başka değer tanımaz olmuştur. Birinci
Dünya Savaşı sonucunda sahip olduğu son kalesi olan Anadolu'yu da
kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalan Türk milleti ATATÜRK'ün
bilinçlendirici ve cesaretlendirici çalışmaları ile kendine gelerek millî devletini
kurmayı başarabilmiştir. Bu işi başarabilmek için önce Türk milletine millî
birlik ve beraberlik bilinci aşılamak, sonra da batının yönelttiği suçlamalara
cevap vermek durumunda kalan ATATÜRK milliyetçilik düşüncesine nasıl
kavuşmuştur sorusuna cevap aramak gerekmektedir
ATATÜRK'te Millî Devlet Anlayışının Ortaya Çıkışı
ATATÜRK, 14 Eylül 1931 günü bir sohbet sırasında anlattığı
aşağıdaki hatırasıyla kendisinde milliyetçilik fikrinin gelişmesini çok net bir
şekilde dile getirmektedir:
"Bizim neslin gençlik yıllarına Osmanlılık telkin ve etkileri hâkimdi.
İmparatorluk halkını meydana getiren Türk'ten başka milletlere, bu arada
yanlış bir din anlayışıyla Araplara, sarayın, ordu ve devlet ileri gelenleri
arasında bulunan ırktaşlarının etkisiyle Arnavutlara özeJ bir değer veriliyor,
onlardan söz edilirken 'kavmi necip' deyimi ile sıfatlandırılarak bu duygunun
71
belirtilmesine çalışılıyor, memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan biz
Türkler, ikinci plânda gelen önemsiz halk yığınları sayılıyordu.
Şair Mehmet Emin Yurdakul'un, ilk defa Manastır Askerî İdadisinde
öğrenci iken okuduğum 'Ben bir Türk'üm, dinim, cinsim uludur' mısrasıyla
başlayan manzumesinde, bana millî benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı
bulmuştum. Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu
çocuğunun gözyaşlarında gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra
Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu.
Kendimi hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği başka milletleri öven ve
Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusunu kaptırmadım.
Bakınız nasıl oldu? Kurmaylık stajı için verildiğim süvari alayı,
Hayfa'da bulunuyordu. Kışla ile deniz arasında geniş bir talim alanı vardı ve
piyade acemi eğitim devri yeni başlamıştı. Erleri bölgeden toplanmış Arap
gençlerinden, öğretici kadro da tecrübeli ve Anadolulu kıt'a çavuşları olan
Türk delikanlılarından kurulu idi. Katıldığım bölüğün alaydan yetişmiş,
Makedonya Türklerinden, ileri yaşlı bir yüzbaşısı vardı. Erlere çavuşlar talim
yaptırıyor, biz subaylar arada dolaşarak çalışmaları izliyor ve denetliyorduk.
Yüzbaşı, çavuşlarına karşı sert davranıyor, yeni erlere karşı ise fazla şefkatli
görünüyordu. Onların herhangi bir şekilde azarlanmasına, hırpalanmasına
gönlü razı olmadığını ısrarla söylüyordu. Hâlbuki talimlerde, Türkçe
bilmedikleri için, çavuşların söylediklerini iyi anlayamayan kimi erlerin yanlış
hareketlerinin, zaman zaman çavuşların sabırlarını tükettiği, sertçe
davranışlarına yol açtığı da oluyordu. Bir gün yüzbaşı, bu yolda hareketten
kendini alıkoyamayan bir çavuşunu mimlemiş ve talimden dönüldükten
sonra, birlikte oturduğumuz bölük komutanlığı odasına çağırtmıştı. Takım
komutanıyla birlikte gelerek yüzbaşısını saygıyla ve askerce selâmlayan
çavuş, yirmi beş yaşlarında dinç ve yakışıklı, ince bıyıklı, elmacık kemikleri
fazla kabarık, uyanık bir Türk çocuğu idi. Yüzbaşı, onu millî onurunu ağır
şekilde hançerleyen '...Türk!' sözleriyle azarlamaya başlamıştı. 'Sen nasıl
olur da kavmi necibi Arap'a mensup, Peygamberimiz Efendimizin mübarek
soyundan olan bu çocuklara sert davranır, ağır söz söyler, onların kalbini
kırarsın? Kendini bil, sen onların ayağına su bile dökmeye lâyık değilsin...'
gibi gittikçe manasızlaşan, fakat yaşlı yüzbaşının samimî inancından kuvvet
alan sözlerle hakaret ediyor, gittikçe asabîleşiyordu. Ben dikkatle çavuşun
yüz ifadesini izliyordum. Başlangıçta üstünde bir babaya duyulan saygının
içtenliği okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen haklı bir isyanın ateşleri
gözlerinde okunmaya başlamıştı. Fakat gerçek itaatin simgesi olan her Türk
askeri gibi bu da iç duygularını gemlemesini bildi. Sessizce göz pınarlarından
dökülmeye başlayan yaş damlaları, yanaklarında birbirini kovalayarak
bıyıkları üstünde toplanıyor ve kendini böylece yatıştırmaya çalışıyordu. Ben,
bir taraftan üzgün ve sinirli, bu sahneyi seyreder ve söylenenleri dinlerken, bir
yandan da içimde bir isyan duygusu şahlanıyor ve şöyle düşünüyordum: 'O
erin bağlı olduğu kavim, birçok bakımdan necip olabilirdi. Fakat çavuşun,
yüzbaşının ve benim bağlı olduğumuz kavmin de tarihleri şerefle dolduran
büyük ve asil bir millet olduğu da bir an şüphe
72
götürmez bir gerçekti. Türklük hakkındaki o günkü görüş ise doğrudan
doğruya Türk aydınlarının kendi kendini bilmemesinden ve başka milletlerde
şu veya bu sebeple üstünlük var sayarak, kendini onlardan aşağı görüp
nefsine olan güveni yitirmesindendir. Artık bu yanlış görüşe son vermek,
Türklüğümüzü bütün asalet ve necabeti ile tanımak ve tanıtmak
gerekmektedir' dedim ve o andan beri inandığım bu gerçeğe bütün Türklerin
inanmasını, bununla övünüp kendine güvenmesini ülkü bildim."5
Bu sözlere eklenebilecek çok az şey var. Ancak, ATATÜRK'ün
çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği çevre ile kendisini etkileyen fikir
akımlarından bahsetmekte yarar bulunmaktadır.
Selanik'te dünyaya gelen ATATÜRK, çocukluğunu ve gençliğinin
önemli bir bölümünü Makedonya'da geçirmiştir. Özellikle Selanik çeşitli
milletlerden oluşan karışık yapısı ile çeşitli fikirlerin ve ayrılıkçı
ayaklanmaların yer aldığı bir merkezdi. ATATÜRK bu fikirlerden ve
ayaklanmalardan çok etkilenmiştir. O dönemden itibaren devletin düştüğü
durumun nedenleri ve kurtuluş çareleri hakkında düşünmeye başlamıştır.
Makedonya ve Balkanlar'da yaşayan Türkler, XVII. yüzyıla değin
Viyana'ya kadar ilerleyen muhteşem Osmanlı Devleti'nin evlâdı fatihanları
yani fatihlerin çocukları olarak gururlu bir hayat sürdürmüşlerdir. Bu
yüzyıldan sonra bozulmaya başlayan Osmanlı Devleti'nin durumu en çok
buraları etkilemiştir. Uzun savaşlar sonucu toprak kaybedilmiş, Osmanlı
Devleti'nin Balkan toprakları ya başka ülkelere verilmiş ya da yeni devletlere
bırakılmıştır. XIX. yüzyıl sonlarına doğru artık iyiden iyiye zayıflayan Osmanlı
Devleti'nin en zayıf yeri yine Balkanlar olmuştur. Balkanlar'da elde kalan
topraklar üzerinde de emelleri olan ülkeler Rusya, Avusturya-Macaristan,
Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan kendilerine hak iddia etmekteydiler.
Osmanlı Devleti'ne sınırı olmayan, Osmanlı topraklarını kendi topraklarına
katma şansı olmayan büyük devletler de buralarda kendilerine bağlı küçük
devletçikler oluşturmak amacıyla ayrılıkçı ayaklanmaları destekliyorlardı.
Sırp, Bulgar ve Rum çeteleri dağlarda serbestçe gezerken Türkler
kaybedilen yerlerden ezik bir şekilde geri çekiliyorlardı. Balkanlar sürekli
korku içindeydi. İşte ATATÜRK çocukluk ve gençlik yıllarının önemli bir
bölümünü bu ortamdaki Balkanlar'da geçirmiştir.6
Selanik ise Makedonya'nın en gelişmiş şehri idi. Çeşitli din mezhep ve
ırk bir arada yaşamakta idi. Deniz ve demir yolu bağlantısı bulunması, ticaret
merkezi olması, renkli etnik yapısı şehirde batı tesirlerine açık çeşitli fikir
akımlarının yerleşmesine elverişli bir ortam yaratmıştı. Dolayısıyla Mustafa
Kemal çok genç yaşta her türlü yeni fikirle tanışma olanağı bulmuştur.
Mustafa Kemal, Manastır Askerî İdadisinde öğrenci olduğu sırada
gerçekleşen 1897 Türk-Yunan Savaşı'ndan oldukça etkilenmiştir. Türk
5 Utkan Kocatürk; Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1999, s.203-204. Faik Reşit Unat;
"Ne Mutlu Türküm Diyene", Türk Dili Dergisi, Sayı 146, Kasım 1963, s.77-78.
6 Falih Rıfkı Atay; Çankaya, istanbul, 1980, s.23-28.
73
ordusunun savaş meydanında zafer kazanmasına rağmen büyük devletlerin
baskısı karşısında barış masasında zararlı çıkması onu derinden
yaralamıştır. Bu savaş o sıralar 16 yaşlarında olan Mustafa Kemal'de coşkun
bir yurt sevgisi uyandırmıştır. Bir arkadaşı ile gönüllü olarak savaşa katılmak
için girişimde bulunmuşsa da bu arzusunu gerçekleştirme imkânını
bulamamıştır. Ancak bu kabına sığmaz sonsuz yurt sevgisi bundan sonra
Mustafa Kemal'in en belirgin özelliklerinden biri olarak kendini göstermiştir.7
ATATÜRK'Ü bu denli etkileyen 1897 Türk Yunan Savaşı Türklerde
millî birlik duygusunun gelişmesinde önemli bir etken olmuştur. Bu ortamda
Mehmet Emin (Yurdakul) adında genç bir ozan "Türkçe Şiirler" adlı bir şiir
kitabı yayınlamıştır. Mehmet Emin, Osmanlı divan şairlerinin resmî dilini ve
aruz veznini terk ederek sade halk Türkçesiyle ve halk şiirlerinde kullanılan
hece vezniyle yazmıştır. Daha da dikkati çekici olarak günlük Türkçede
kaba, cahil köylü anlamında kullanılan bir sözcüğü benimsemiş ve kendinin
bir Türk olduğunu "Ben bir Türk'üm dinim, cinsim uludur" "Biz Türk'üz, bu
kanla ve bu adla yaşarız" mısralarıyla gurur duyarak ilân etmiştir.8
Rusya'da yaşayan ve millî haklarına kavuşabilmek için çaba harcayan
Türkler arasında millî bilinç daha erken dönemlerde ortaya çıkmıştı. Buradan
gelen Akçuraoğlu Yusuf, Ağaoğlu Ahmet ve Hüseyinzade Ali gibi göçmenler
aracılığıyla Pantürkist görüşler Osmanlı Devleti'nde yayılmaya başlamıştır.9
Daha sonra Ziya Gökalp, sosyolojik değerleri de katarak Osmanlıda
gelişmeye başlayan Türk milliyetçiliğini yeni ve pozitivist bir aşamaya
gelmesini sağladı.10
Ancak Osmanlı Devleti'ndeki bu Pantürkist milliyetçilik anlayışı, belli bir
vatan ile sınırlı olmayıp Turancı ve yayılmacı amaçlar güttüğünden
uygulanabilirliği olanaklı olmayan bir anlayıştı. ATATÜRK'ün belirttiği gibi
yapamayacağı şeyleri yapacakmış gibi söylüyordu ve büyük devletlerden
tepki alıyordu. Ayrıca aydınlar arasında ve İttihat ve Terakki Partisinde
gelişen bu fikirler, halk için bir anlam taşımıyordu. Halk, hâlâ kendilerini bir
arada tutan en önemli değer olarak dini görüyordu. Ümmet bilinci her konuda
egemendi.
7 A.Fuat Cebesoy; Sınıf Arkadaşım Atatürk, İstanbul, 1967, s.19. Lord Kinross; Bir Milletin
Yeniden Doğuşu, İstanbul, 1966, s.35. Ali Güler; Atatürk Soyu Ailesi ve öğrenim Hayatı, Ankara,
1999, s.107. 8Lewis;s.341.
9 Bu isimlerden Akçuraoğlu Yusuf (Yusuf Akçura), Mısır'da çıkarılan Türk Gazetesi'nde 1904
yılında yayınladığı 32 sayfalık "Üç Tarzı Siyaset" adlı makalesi ile Türkçülüğün bilimsel izahını
yapan ilk kişidir. 1911'de Mehmet Emin (Yurdakul), Ahmet Hikmet, Ağaoğlu Ahmet,
Hüseyinzade Ali ve Dr. Akil Muhtar ile birlikte "Türk Yurdu" adlı bir dernek kurmuştur. 1912'de
Türk Ocağının açılmasında da aktif rol oynamıştır. Türk Tarih Kurumunun kuruluşunda
görevlendirilmiştir ve 1932'de bu kurumun başkanlığına getirilmiştir. Bu arada öğretmenlik ve
milletvekilliği de yapan Akçura 11 Mart 1935'te Kars milletvekili iken hayattan ayrılmıştır. Cemal
Avcı; "Yusuf Akçura Hayatı, Eserleri ve Etkileri", Uluslararası Dördüncü Türk Kültürü Kongresi
Bildirileri, cilt, Ankara, 2000, s.85-89.
10 Büşra Ersanlı Behar; İktidar ve Tarih, İstanbul, 1992, s.72-78.
74
ATATÜRK, Osmanlılık, İslamcılık ve Türkçülük fikirlerinin aydınlar
arasında gerçekleşen mücadeleleri arasında kendi fikirlerini oluşturdu.
ATATÜRK'ün Millî Mücadele Dönemindeki Çalışmaları
Osmanlı Devleti, Mondros Mütarekesi ile bir parçalanma dönemine
girmiş, Türk milleti son dayanağı olan Anadolu'dan da atılmak isteniyordu.
Anadolu parsellenmiş ve uydurma bahanelerle uydu devletçiklere
bölünmekte idi. ATATÜRK için tek kurtuluş yolu, Türk insanının millî
haklarına sahip çıkıp topyekûn bir kalkışma ile kendi kaderini kendi eline
almasında idi. Bunun için de Anadolu'ya geçer geçmez halkın millî
duygularını harekete geçirmek amacıyla çalışmalarına başlamıştır.
İzmir'in Yunan işgaline uğraması Anadolu'da büyük bir tepki
uyandırmıştır. Yahya Kemal 1922 yılında "Tevhidi Efkâr" gazetesinde çıkan
yazısında İzmir'in işgalinin yarattığı acının büyüklüğünü anlattıktan sonra bu
olayın bir yönüyle de hayırlı olduğunu belirtmiş, "yoksa istiklâlsizliği kızgın
demirden tadacağımıza, morfin gibi uyuşturucu, bayıltıcı bir usulde tatsaydık
çok fena olurdu" demiştir.11
Mondros sonrası işgallerin başlaması, özellikle Yunan işgali ve Doğu
Anadolu'nun Ermenilere verileceği haberleri Türk milletini derinden
sarsmıştır. Bu ortam, ATATÜRK'ün milletin desteğini almasında ve birlik ve
beraberlik içinde başarıya ulaşılmasında önemli etken olmuştur.
"Milletin esaretten kurtarılması, hâkim ve bağımsız olarak
topraklarımızda yaşayabilmesi ancak azimkar ve namuslu ellerin milleti kısa
ve doğru yoldan hukukunu ve bağımsızlığını müdafaaya yöneltmesiyle
mümkün olacaktır."12 sözleri ile mücadeleye başlayan ATATÜRK, Amasya
Tamimi'nde "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır."
ifadesi ile artık Türk milletinin kendi geleceğini kurtarmak için harekete
geçtiğini belirtmiştir. Aynı tamimde bütün vilâyetlerin her livasından milletin
güvenini kazanmış üç delegenin Sivas'ta toplanacak kongreye gelmeleri
istenmiştir. Bu yönleri ile Amasya Tamimi, Anadolu'da millî ihtilâlin başlangıcı
ve bildirgesi sayılabilecek öneme sahiptir. Bunu Erzurum ve Sivas
kongrelerinde millî bilinci harekete geçirme çabaları izlemiştir.
ATATÜRK bu arada bizzat kendi hazırlamış olduğu Misakımillî ile Türk
milliyetçiliği fikrini sınırları belli bir vatan kavramı ile birleştirmiştir.13 Bu vatan,
Millî Mücadele'nin bir amacı olarak millî düşüncenin daha güçlenmesini
sağlamıştır.
Büyük Millet Meclisinin açılışı ise egemenliğin millete geçmesi
yönünde atılmış en önemli adımdır. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir,
düsturu doğrultusunda atılan bu adım ile Türk milleti kendi kararlarını kendi
11 Tevhidi Efkâr; 20 Nisan 1338 (1922).
12 Kocatürk; s.3.
13 Turhan Feyzioğlu; Atatürk ve Milliyetçilik, Ankara, 1987, s.31. Levis; s.351.
75
vermenin hazzını yaşamaya başlamıştır. Bu adımın doğal sonucu olarak
saltanat kaldırılmış ardından Cumhuriyet rejimine geçilmiştir.
ATATÜRK'ün Milliyetçilik Anlayışının Özellikleri ve Amaçları
ATATÜRK'ün milliyetçilik anlayışını Millî Mücadele dönemi ve sonrası
olarak iki aşamada değerlendirmek mümkündür.
Millî Mücadele döneminde, batılı emperyalist devletlerce bölüşülmeye
çalışılan Türkiye'de milliyetçilik emperyalizme karşı direnmenin bayraklığını
yapmıştır. Ümmet bilincinden millet bilincine geçiş Türk toplumuna
emperyalizme karşı direnme gücü aşılamıştır. Millî Mücadele'nin başarıya
ulaşmasında en önemli etken olmuştur.
Yayılmacı düşman yurttan atıldıktan sonra ise ATATÜRK milliyetçiliği,
tam bağımsızlık, lâiklik, çağdaşlık ve bilim temellerine oturtularak
uygulanmıştır. Bunda amaç saldırgan batıyı vatan topraklarından kovduktan
sonra batılılaşmaktır. Çünkü anlaşılmıştır ki, batı kendi gibi olmayan ülkelere
sömürülecek ülke gözüyle bakmaktadır.14
ATATÜRK, Türk milletini oluşturan tarihî gerçekleri "siyasî varlıkta
birlik", "dil birliği", "yurt birliği", "ırk ve menşe birliği", "tarihî yakınlık" ve "ahlâkî
yakınlık" olarak sıraladıktan sonra Türk milletinin oluşumunda yer alan bu
şartların diğer milletlerin çoğunda olmadığını belirtmiştir.15 Bu kadar birlik
noktasının olmasına rağmen Türk insanının millî bilince ulaşmakta gecikmiş
olmasının zararlarını gördüğünü belirterek şunları söylemiştir:
"Biz, milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş
bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle telâfiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki,
milliyet kuramını, milliyet ülküsünü çözüp dağıtmaya çalışan kuramların
dünya üzerinde tatbik kabiliyeti bulunamamıştır. Çünkü tarih, olaylar,
hadiseler ve gözlemler insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hâkim
olduğunu göstermiştir ve milliyet ilkesi aleyhindeki büyük ölçüde fiilî
tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle
yaşadığı görülmektedir."16
Böyle düşünen ATATÜRK, temellerini attığı yeni Türk Devleti'nde
gerçekleştirdiği tüm devrimleri iki temel üzerine inşa etmiştir. Bunlar
milliyetçilik ve lâikliktir. Bunların ikisinin bir arada olduğu toplumların
bağımsız ve çağdaş bir yapı kazanması en doğal sonuçtur. ATATÜRK'ün
amacı da budur.
Millî Mücadele ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti'nin
milletler topluluğu görünümünden sıyrılmış ve Türklerden oluşan bir millî
Murat Sarıca "yeni milliyetçilik anlayışı" olarak nitelendirdiği bu anlayışın ilk temsilcisi ve
öncüsü olarak Atatürk'ü göstermektedir. Murat Sarıca; 100 Soruda Siyasî Düşünce Tarihi,
Sekizinci Basım, İstanbul, 1999, s.190.
15 A. Afetinan; Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk'ün El Yazıları, Ankara, 2000, s.455.
16 Kocatürk; s.214.
76
devlet hüviyetine kavuşmuştur. Yapılan nüfus mübadelesi ile bu yapı daha
da pekiştirilmiştir. Böyle bir ülke kuran ATATÜRK "Diyarbakırlı, Vanlı,
Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep bir ırkın
evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır."17 sözleri ile bu özelliği dile
getirmiştir.
Irkçılığı ve dinî farklılıkları reddeden ATATÜRK milliyetçiliği millî birlik
ve beraberliği sağlayıcı bir anlayışa sahiptir. ATATÜRK, Türkiye'yi
parçalamak için din ve milliyet gibi farklar ileri sürülerek yapılan
propagandaların millet fertleri üzerinde üzüntüden başka bir etki yapmadığını
belirterek milletin bu fertlerinin de ortak geçmişe, tarihe, ahlâka, hukuka
sahip olduklarını, geleceklerini ve talihlerini Türk milleti ile birlikte gören
18
insanlara ayırım yapılamayacağını belirtmiştir.
ATATÜRK millî birlik ve beraberlik konusunu "Bir yurdun en değerli
varlığı, yurttaşlar arasında millî birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık duygu ve
kabiliyetlerinin olgunluğudur. Millet varlığını ve yurt erginliğini korumak için
bütün yurttaşların canını ve her şeyini derhâl ortaya koymaya karar vermiş
olmak, bir milletin en yenilmez silâhı ve koruma vasıtasıdır. Bu sebeple, Türk
milletinin idaresinde ve korunmasında millî birlik, millî duygu, millî kültür en
yüksekte göz diktiğimiz idealdir."19 şeklinde anlatmıştır.
Lâiklik anlayışı da, devletin bütün din ve mezheplere aynı mesafe ile
yaklaşmasını sağlayarak, fertlerin devleti benimsemelerine yardımcı olmuş,
millî birlik ve beraberliğin oluşmasında önemli rol oynamıştır.
Ortak kültürü geliştirme ve toplum fertlerinin kendi geçmişleri ile
övünüp geleceği güvenle bakması da ATATÜRK için önemli bir amaç idi. Bu
amaçla Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu gibi kültür kurumlarını
oluşturarak, bunlar aracılığı ile millet olmanın iki önemli faktörü dil ve tarih
konularında bilimsel çalışmalar yaptırmıştır. Bu çalışmalarla Türk insanının
millî bilince kavuşması yolunda önemli adımlar atılmış olmasının yanı sıra
tarihî gerçekleri göz ardı ederek Türklere karşı yapılan haksız saldırılara da
cevaplar verilmiş ve Türk milletinin ve yarattığı uygarlıkların gerçek değerleri
ortaya konmuştur.
ATATÜRK'ün milliyetçiliğinde belli bir vatan anlayışı vardır. Bunu
"Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına, Türk milleti denir."20 sözü ile
ifade etmiştir. Kendinden öncekilerin uygulamaya çalıştığı gibi
yapılamayacak işlerin peşinden koşan bir hayalperest gibi davranmamıştır.
"Hiçbir hudut tanımayarak, dünyada mevcut bütün Türkleri dahi bir devlet
hâlinde birleştirmek, erişilmesi imkânsız bir hedeftir. Bu, asırların ve asırlarca
yaşamış olan insanların çok acı, çok kanlı hâdiseler ile meydana koyduğu bir
hakikattir."21 demiştir.
17 Kocatürk; s.206.
18Afetinan;s.460-461.
19 Kocatürk; s.205-206.
20 Afetinan; s.435.
21 Kocatürk; s. 174-175.
77
ATATÜRK milliyetçiliği "Yurtta sulh cihanda sulh" ilkesine bağlı barışçı
ve insancıl bir anlayışa sahiptir. Türk insanı önce kendi milletinin ilerlemesi
ve mutluluğu için çalışacak fakat başka milletlerin iyiliğini de düşünecektir.
Bencil olmayacaktır. ATATÜRK bu düşüncesini de şöyle dile getirmiştir.
"Dünyanın filân yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne? dememeliyiz. Böyle bir
rahatsızlık varsa, tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla alâkadar olmalıyız.
...Bencillik şahsî olsun, millî olsun daima, fena sayılmalıdır."22 "Vatandaşların,
bir milletin bireyleri olmak itibarıyla millete, onun devlet ve hükümetine ve
mensup olduğu milletin medenî insanlığın bir ailesi olması açısından da
bütün insanlığa karşı birtakım görevleri vardır."23
Sonuç
ATATÜRK milliyetçiliği, yok olmak üzere olan bir milleti yeniden var
etmiş, onun dünya milletler ailesi içinde saygın yerini almasını sağlamıştır.
Ancak bu işleri yapan ATATÜRK, gerçekleştiremeyeceği işlerin peşinde
koşarak milletini macera peşinde sürüklememiştir. Bunu şu sözleri ile ifade
etmiştir: "Büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar
gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan
yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini,
kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz Panislâmizm yapmadık;
belki 'Yapıyoruz, yapacağız!' dedik. Düşmanlar da 'Yaptırmamak için bir an
evvel öldürelim!' dediler. Panturanizm yapmadık, 'Yaparız, yapıyoruz!' dedik,
'Yapacağız!' dedik ve yine 'Öldürelim!' dediler. Bütün dava bundan ibarettir.
Bütün dünyaya korku ve telâş veren kavram bundan ibarettir. Biz böyle,
yapmadığımız ve yapamadığımız kavramlar üzerinde koşarak
düşmanlarımızın sayısını ve üzerimize olan baskılarını artırmaktan ise tabiî
duruma, meşru duruma dönelim; haddimizi bilelim. Biz yaşama ve
bağımsızlık isteyen milletiz. Ve yalnız ve ancak bunun için hayatımızı
esirgemeden veririz!"24
ATATÜRK'ün bu milliyetçilik anlayışı, Türk milletinin bağımsız, mutlu,
zengin ve çağdaş bir şekilde yaşamasını amaçlayan ancak bunu yaparken
de millî çıkarlarına bir saldırı olmazsa diğer milletlerle uyum içinde çalışan,
diğer milletlerin haklarına saygı gösteren bir milliyetçilik anlayışıdır.
|