#1
|
|||
|
|||
FISKIRIRCASINA HiKMET...
SOKRATES: Kendimizle ilgilenmek ne demektir, söyle bana. Çünkü genellikle kendimizle ilgileniyoruz sanıyoruz, ama aslında ilgilenmediğimizi fark edemiyoruz. Bir insan kendisiyle ne zaman ilgilenmiş olur? Kedisine ait şeylerle ilgilenirse, kendisiyle ilgilenmiş olur mu? ALKİBİADES: Bence ilgilenmiş olur, Sokrates… S: Bak, bir insan ayaklarıyla ne zaman ilgilenmiş olur? Ayaklarına ait bir şeyle ilgilendiğinde ayaklarıyla ilgilenmiş olur mu? A: Anlamadım. S: Ayakkabılarımızla ilgilendiğimiz zaman, ayaklarımızla ilgileniyor sayılır mıyız? A: Anlayamadım, Sokrates. S: Bir şeyi daha iyi kılınca onunla ilgilenmiş olmaz mıyız? A: Evet. S: Peki, ayakkabıyı daha iyi kılan sanat nedir? A: Ayakkabıcının sanatı. S: Ya ayaklarımızla, gene bu sanat yoluyla mı ilgilenmiş oluruz, yoksa ayaklarımızın daha iyi olmasını sağlayan sanatla mı? A: Ayaklarımızın daha iyi olmasını sağlayan sanatla. S: Ayaklarımızı daha iyi kılan sanat, bütün bedenimizi daha iyi kılan sanat değil midir? A: Evet. S: Bu sanat da idman değil midir? A: Kesinlikle. S: Demek ayaklarımızla idman sayesinde, ayaklarımıza ait olan şeyle de ayakkabıcının sanatı sayesinde ilgilenmiş oluruz. A: Şüphesiz. S: İdman sayesinde bedenimizle, başka sanatlar sayesinde de, bedenimize ait olan şeyle ilgilenmiş oluruz. A: Evet. S: Demek bir şeyin kendisiyle, bir sanat sayesinde, ona ait olan şeyle de başka bir sanat sayesinde ilgilenmiş oluruz. A: Bu gayet açık, Sokrates. S: Demek kendine ait bir şeyle ilgilenirsen, kendinle ilgilenmiş olmazsın. A: Evet, Sokrates. S: Çünkü gördüğümüz gibi, kişi, aynı sanat sayesinde hem kendisiyle, hem de kendine ait bir şeyle ilgilenemez, öyle değil mi? A: Evet. S: Hadi, şimdi söyle: Hangi sanat sayesinde kendimizle ilgileniriz? A: Bilemiyorum, Sokrates. S: Peki, ayakkabının ne olduğunu bilmeseydik, ayakkabıyı hangi sanat daha iyi kılar, bilir miydik? A: Bilmezdik. S: Peki, kendimizin ne olduğunu bilmezsek, hangi sanatla kendimizi daha iyi kılabiliriz? Bunu bilebilir miyiz? A: Bilemeyiz. *********** S: Kendinin ne olduğunu bilmek kolay bir şey midir? Ve o “kendini bil” yazısını Delphi tapınağına yazan insanı ciddiye almamalı mıyız? Yoksa, kendini bilmek herkesin elinde olmayan güç bir şey midir? A: Kendini bilmenin herkesin elinde olduğunu çok kere düşündüm Sokrates, ama ara sıra, çok zor bir şey olduğunu düşünmedim de değil. S: Zor olsun, kolay olsun, başka bir yol yok, Alkibiades. Kendimizi bilirsek, kendimizle nasıl ilgilenebileceğimizi de biliriz. Bu bilgi olmazsa, kendimizle ilgilenmek imkansızdır. A: Doğru. S: Bakalım, kendi varlığımız nedir? Bunu nasıl bulabiliriz? Böylece, biz neyiz, bilebiliriz; ama eğer onu bulmazsak, ne olduğumuzu asla bulamayız. A: Hakkın var. S: Öyleyse, yalvarıyorum sana Alkibiades, söylesene, şu anda kiminle konuşuyorsun? Benimle, değil mi? A: Evet. S: Ben de seninle, değil mi? A: Evet. S: Demek şu an konuşan benim, yani Sokrates. A: Evet. S: Dinleyen de Alkibiades. A: Evet. S: Peki Alkibiades, konuşurken kelime kullanmıyor muyum? A: Evet, kullanıyorsun. S: Konuşmakla kelime kullanmak aynı şey mi? A: Aynı şey, Sokrates. S: Ama, bir şey kullanan kimseyle, kullandığı şey ayrı değil midir? A: Ne demek istiyorsun? S: Açıklayayım, mesela, ayakkabıcı köseleyi bıçak ve başka aletlerle keser, değil mi? A: Evet. S: Peki, keser ve alet kullanan kimse, kesmek için kullandığı aletlerden ayrı değil midir? A: Elbette. S: İşte demin de, “bir şeyi kullanan kimseyle, kullandığı şey, her zaman ayrı mıdır?” diye sormuştum. A: Ayrı sanıyorum. S: Gene ayakkabıcıyı alalım: ayakkabıcı köseleyi yalnız aletleriyle mi kesiyor, yoksa elleriyle de mi? A: Elleriyle de. S: Demek ellerini de kullanıyor. A: Evet. S: Köseleyi kesmek için gözlerini de kullanmıyor mu? A: Elbette kullanıyor. S: Peki, bir şeyi kullanan kimseyle, kullandığı şey ayrıdır demiyor muyuz? A: Evet, diyoruz. S: İnsan bütün bedenini de kullanmıyor mu? A: Evet. S: Ama “bir şeyi kullanan kimse, kullandığı şeyle ayrıdır” demiştik. A: Evet, demiştik. S: Demek insan, bedeninden başka bir şeydir. A: Öyle gözüküyor. S: İnsan nedir öyleyse? A: Bilmem. S: Ama, insanın, bedenini kullanan bir varlık olduğunu biliyorsun, değil mi? A: Evet. S: Peki, bedenini kullanan ruh değildir de nedir? A: Evet, ruhtur. S: Bedene emreder, onu bu şekilde kullanır, öyle değil mi? A: Evet.Öyle gözüküyor. S: Yanılıyorsun Alkibiades. Çünkü eğer bu bütünün parçalarından emreden, diğeri emredilen ise, bu bütüne insan diyemeyiz. A: Doğru. S: Ne beden, ne de bedenle ruhun oluşturduğu bütün insan değilse, insan ya hiçbir şeydir ya da ruhtan başka bir şey değildir. A: Öyle. S: İnsanın ruh olduğunu göstermek için daha açık bir kanıta gerek var mı? A: Hayır, böyle olduğu açıkça gözüküyor. S: Öyleyse senle ben, birbirimizle konuşurken asıl konuşan ruhlarımızdır. A: Öyle. S: İşte demin de söylediğimiz bu; Sokrates kelimeler kullanarak Alkibiades’le konuşurken, Alkibiades’in yüzüyle değil, gerçek Akibiades’le, yani ruhu ile konuşuyor. A: Bende böyle düşünüyorum. S: Demek “kendini bil” diyen o söz, bize, ruhumuzu bilmemizi emrediyor. A: Öyle gözüküyor. S: Demek ki bedene dair bir bilgi insanın bazı şeylerini bilmek anlamına gelir, ama aslında bu, insanı bilmek anlamına gelmez. A: Haklısın Sokrates. S: Bir daha söyleyeyim: Bedeniyle ilgilenen kimse, kendisine ait bir şeyle igileniyor, asıl kendisiyle değil. A: Böyle düşünmek gerek. S: Kendi para işlerine bakan da, ne kendisine ait bir şeyle ilgileniyor, ne de asıl kendisiyle, fakat kendisinden çok daha uzak şeylerle ilgileniyor. A: Evet, ben de böyle düşünüyorum. S: Demek sarraf kendisine ait şeylerle ilgilenmiyor. A: Doğru. S: Ve Alkibiades’e aşık olan kimse, ona ait olan bir şeyi seviyor, gerçekte Alkibiades’i değil. A: Doğru söylüyorsun. S: Seni seven, ruhunu sevendir. A: Bütün söylediklerinizden bu çıkıyor. Peki Sokrates, söyle bana, kendimizle nasıl ilgileniriz? S: Ne olduğumuz üzerinde anlaşmakla bir adım ileri atmış olduk; halbuki bunda yanılsaydık, korktuğumuz başımıza gelir, kendimiz olmayan bir şeyle ilgilenmiş olurduk. A: Çok doğru. S: Öyleyse Alkibiades, hangi şeylere baktığımız zaman kendimizi görürüz? A: Aynaya herhalde, veya onun gibi bir şeye. S: Ama herkesin kabul edeceği bir şey var. A: Nedir? S: İnsan şu üç şeyden biridir. A: Hangi üç şeyden? S: Ruh… Beden… Ve ruhla bedenin teşkil ettiği bütün. A: Hiç şüphe yok. S: “Bedene emreden insandır” demiştik. A: Evet, öyle demiştik. S: Beden kendi kendine mi emrediyor? A: Hayır. S: Ona emrediliyor demiştik, öyle değil mi? A: Evet. S: Öyleyse aradığımız şey beden değil. A: Hiç değil. S: Peki, bedene emreden, bedenle ruhun oluşturduğu bütün mü ve bu bütün de insan mı? A: Öyle gözüküyor. S: Elbette farkına varmışsındır: Birinin gözüne bakan kimsenin yüzü, tam karşısındakinin gözünde aynada olduğu gibi gözükür. Bu parçaya gözbebeği diyoruz, çünkü onun içine bakanın imgesi orada gözükür. A: Doğru. S: Demek bir göze bakan başka bir göz, o gözün en iyi parçasına, yani gören parçasına bakarsa kendini görebilir. A: Evet. S: Bedenin başka bir yerine veya kendisine benzemeyen başka bir şeye bakarsa, kendisini göremez. A: Doğru söylüyorsun. S: O halde göz, kendini görmek isterse, bir göze, bu gözde de gözün erdemi, yani görme erdemi olan yere bakmalıdır. A: Evet. S: İşte sevgili Alkibiades, ruh da kendini bilmek isterse, bir ruha ve özellikle ruhun erdeminin, yani bilgeliğin bulunduğu yere bakmalıdır veya buna benzeyen herhangi bir başka yere. A: Bana da öyle geliyor Sokrates. S: Ruhta da, bilgi ile aklın bulunduğu yerden daha tanrısal bir yer bulabilir miyiz? A: Bulamayız. S: “Kendinin ne demek olduğunu bilmek, bilge olmaktır” dememiş miydik? A: Evet. S: Ne olduğumuzu bilmezsek, bilge değilsek, bize ait iyi veya kötü şeyleri bilebilir miyiz? A: Nasıl bilebiliriz? S: Çünkü Alkibiades’i bilmeyen kimse, Alkibiades’e ait olan şeyin de gerçekten onun olup olmadığını bilemez, değil mi? A: Elbette bilemez Sokrates. S: Biz de kendimizin ne olduğunu bilmezsek, bize ait şeylerin gerçekten bizim olup olmadığını da bilemeyiz, değil mi? A: Nasıl bilebiliriz? S: Kendimize ait şeyleri bilmezsek, bunlara ait olan şeyleri de bilemeyiz, değil mi? A: Evet, bilemeyiz. S: Kendinin olan şeyleri bilmeyen kimse, başkalarına ait olan şeyleri de bilemez. A: Hiç şüphe yok. S: Başkalarına ait olan şeyleri bilmezse, şehre ait şeyleri de bilmez. A: Elbette. S: Böyle bir adam şehir işlerini idare eden bir adam olamaz. A: Olamaz. S: Ne yaptığını bile bilmez. A: Evet, bilmez. S: Bilmeyen yanılmaz mı? A: Elbette yanılır. S: Yanılınca da hem kendine, hem de şehre kötü davranmaz mı? A: Başka türlü olamaz. S: Kötü davranınca bahtsız da olmaz mı? A: Elbette. S: Peki ya ilişki kurduğu kimseler? A: Onlar da bahtsız olur. S: Öyleyse, bilge ve iyi olmadıkça kimse mesut olamaz. A: Kimse olamaz. S: Demek kötü adamlar bahtsızdır. A: Evet, hem de çok. S: Bu bahtsızlıktan da bilge olarak kurtulunur, zengin olarak değil. A: Evet. S: Mesut olmak için, şehirlerin, ne duvarlara, ne üç sıra küreklilere, ne de tersanelere ihtiyacı var. Ne de nüfusa veya genişliğe. Gerekli olan şey erdemdir, öyle değil mi? A: Evet. S: Öyleyse şehir işlerini gerektiği gibi görmek istiyorsan, şehirlilere erdem aşılamalısın. A: Hiç şüphesiz. S: Peki, kişi, kendinde olmayan bir şeyi başkasına verebilir mi? A: Nasıl verebilir ki? S: Öyleyse önce sen erdem edinmelisin; bu, yalnız kendinle ve kendine olan şeylerle değil, fakat aynı zamanda, şehirle ve şehre ait olan şeylerle de ilgilenmen demektir, onları idare etmek isteyen bir kişiye bu gerekir. A: Doğru söylüyorsun. S: Eğer eğri davranırsan, gözlerin karanlık ve kötülüğe yönelir. Karanlıkta ve aynı zamanda kendin hakkında cehalet içinde olursan, ihtimaldir ki, yapacağın iş de kötülük olur. A: Öyle görünüyor. S: Bir şehirde erdem yoksa, kötü davranışlar önlenemeyecek bir şeydir. A: Muhakkak. S: Alkibiades, mesut olmak için, senin de şehrin de edinmesi gereken şey iktidar değil, erdemdir. |