![]() |
![]() |
|
#1
|
|||
|
|||
![]()
O ve Ö
Olgu Gerçekleşmiş olan her şey... Olam ve olay birer olgu’dur. Olgu deyimi bu iki yakın anlamlı deyimden daha geniş kapsamlıdır ve ikisini de içerir. Olam zaman ve yer özellikleriyle ele alınan olgu, olay zaman ve yer özelliklerinden sıyrılmış olgudur. Olmuş olan her şey olgu’dur; bundan ötürü de olgu deyimi olası, olanaklı ve düşünsel, tasarımsal deyimleriyle karşıt anlamlıdır. Çünkü bu deyimler henüz gerçekleşmemiş olanı dile getirirler; gerçekleşmeleri muhtemeldir, mümkündür ya da gerçekleştirilmeleri düşünülmektedir, tasarımlanmaktadır ama henüz olmamış’lardır ve bundan ötürü de olgu değillerdir. Cladue Bernard “deneyimsel düşünceye yol gösterecek ve aynı zamanda onu denetleyecek tek gerçek olgulardır” der. Olay deneyim konusu olan olgu’ dur, ama onun deneyimini olgu denetler; çünkü olgu betimleyici ve somut, olay’sa çözümsel ve soyuttur. Olay deney konusu, olgu ise deney sonucudur. Örneğin savaş, gerçekleşmiş olarak olgu , soyut olarak olay , belli bir yer ve zamanda geçmiş olarak olam’dır. Auguste Comte ve olgucu izleyicileri (pozitivistler) bizim algı dediğimize olgu derler. Onlara göre sadece duyumlarımız ve algılarımız dolaysız verilerdir, bunları incelemekle yetinmemiz gerekir. Kierkegaard ve varoluşçu izleyicilerine (egzistansiyalistler) göre insan anlaşılamayan ve hiçbir açıklanması bulunmayan bir salt olgu’dur. Ve kendisine yabancı bir dünya içine atılmıştır. Mantık açısından da bilim, olgulardan önermeler çıkarır ve bu önermeleri olgularla tanıtlar. Bir olguyu açıklamak demek, onu başka olgulara indirgemek demektir. Ne var ki açıklanamayan, eş deyişle başka olgulara indirgenemeyen olgular da vardır. Örneğin herhangi bir şeyin varlığı, böylesine bir olgudur. Kızgın bir sobaya elinizi dokundurduğunuzda elinizin yandığından şüphe edemezsiniz, bunlar kesin olarak verilmiş olgulardır. Doğa bilimleri ve genellikle bilim sadece olguları açıklamakla yetinmez, onları en yalın bir biçimde açıklamaya çalışır. Bilim olguları sadece yasalara bağlamaya değil en yakın yasalara bağlamaya çalışır. Olgular, deneyin sağladığı gerçek verilerdir. Deneyimsel yöntemde olgulara dayanılır ve deneyimler ancak olgulara başvurularak denetlenebilir. Olumsuzlanmanın Olumsuzlanması Eylemsel ve tarihsel özdekçi öğretinin açıkladığı üç büyük evrensel yasadan biri... Karşıtların birliği ve savaşımı yasası ile nicelikten niteliğe geçiş yasası adlarını taşıyan öteki evrensel yasalarla birlikte olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası doğanın, bilincin ve toplumun evriminde geçerli olan evrensel bir yasadır. Sonsuz ve sınırsız evrim, tüm evrende bu üç yasanın izlemesiyle gerçekleşir. Sonsuz ve sınırsız evrende sonlu ve sınırlı nesne ve olaylar, bu yasalarla doğar, büyür ve ölürler. Ne var ki ölümleri de yeni bir doğumu sağlamak, eş deyişle genel gelişmeyi gerçekleştirmek içindir. Her yeni eskir ve yerini yenisine bırakır. Eskinin yerini yeniye bırakması olumsuzlanmanın olumsuzlanmasıdır. Çünkü eski bir zamanlar yeniydi ve kendisinden eski olanı olumsuzlayarak varlaşmış ve yeni olarak kendini meydana koymuştu. Şimdi ise bu olumsuzlayan yeni, kendisinden daha yeni tarafından olumsuzlanmaktadır. Bundan ötürüdür ki Marx. “eski varoluş biçimleri olumsuzlanmadıkça hiçbir alanda gelişme olmaz.” der. Evrende her nesne, olay ya da süreç birbirlerini karşılıklı olarak yok etmeye çalışan çeşitli karşıt yönler ve eğilimler taşır. Bu onların savaşımıdır. Ama bütün bu karşıt yönler ve eğilimler, aynı zamanda birbirleriyle sıkıca bağımlıdırlar, biri olmadan öbürü de olmaz. Bu da onların birliğidir. Gelişme sürecinde yeninin eskiyi olumsuzlaması, karşıtlar arasındaki çelişkilerin çözülmesinden ve aşılmasından başka bir şey değildir. Ontoloji Bir bütün olarak varlığı ele alan ve var olanların en temel niteliklerini inceleyen felsefe dalı. Ontoloji terimi ilk kez 17. yüzyılda kullanılmakla birlikte, felsefi bir yaklaşım olarak ele alınması eski Yunan’a, özellikle Aristoteles’e değin iner. Aristoteles, sonradan Ta °°°° physike ( °°°°fizik) adıyla derlenen metninde işlediği ve “ilk felsefe” adını verdiği disiplin için, “varlığı varlık olarak ele almak” deyimini kullanmıştı. Ama Platon’un idea öğretisi ya da Sokrates öncesi filozofların “arkhe” arayışları ontoloji alanında ilk bilgisel çabalar sayılabilir. Hıristiyanlığın egemen olduğu orta çağda Aquino’lu Thomas Aristoteles’in çalışmasından yararlanarak Tanrı’nın varlığını savını temellendirmek için ontolojik yaralanmıştır ve Aristoteles’in bu çalışmasını “Tanrı’nın yarattığı varlıkların bilgisi” olarak tanımlamıştır. Thomas, Katolik dogmalarına bir temel bulabilmek için bu Aristotelesçi felsefeden yararlanmıştır. Böylece arta çağda ve yani çağda °°°°fizik terimi, ontolojinin ele aldığı alana ilişkin kullanılmaya başlanmıştır. Bu arada, yeniçağ biliminin gelişmesine koşut olarak gittikçe olumsuz bir içerik kazanan °°°°fizik terimine, bilimdışı, anlaşılmaz konularda düşünmek gibi bir anlam yüklenmiştir. 17. yüzyılda Alman düşünürü Wolf, ontolojiyi temel ilkeler bilimi olarak tanımlar ve duyu dışı özdeksiz bir varlık tasarımının temel yapısını, türlerini ve biçimlerini inceler. Çağdaş ontolojici Hartmann’a göre ontolojinin öteki bilimlerden başkalığı, öteki bilim dalarının bir iş bölümü anlayışı içinde var olanı çeşitli alanlara bölerek sadece o belli alanlarda araştırmalarına karşı ontolojinin var olanı bütünlüğü içinde ele almasıdır. Örneğin astronomi gök varlıklarını, jeoloji madensel varlıkları incelediği halde ontoloji bütünüyle varlığın varoluş ilkelerini inceler. Tarihsel süreçte Kant, Schelling ve Hegel gibi büyük Alman idealistleri ontolojiye karşı çıkmışlardır. Ontolojinin orta çağdan gelen kofluğu ne idüğü belirsizliği, inaksallığı gözlerinden kaçmamıştır. Ontolojinin yerine Kant “deneyüstü felsefe”yi, Schelling “aşkın düşünceciliği”, Hegel “mantık”ı önermişlerdir. Bu düşünürlerden sonra saf felsefe olarak ontolojik ya da °°°°fizik yaklaşım bir yandan gözden düşerken, bir yandan da daha temelli bir biçimde ele alınmaya ve işlenmeye başlanmıştır. Fenomonolojinin kurucusu Edmund Husserl ontolojiyi “anlamlı davranışların içeriğini inceleyen” felsefe dalı olarak tanımladı. Buna göre ontoloji, felsefede var olan nesnelere ulaşmayı sağlayan davranışları inceleyen disiplin idi. Husserl’in öğrencisi, Heidegger, varlığın temel bir varlıksal anlam taşıdığı bir varlık türünü arayarak buna, insan ya da kişi yerine “ orada olmak” adını vermiştir. Öznel İdealizm Nesnel varlığı insansal bilincinin ürünü sayan idealizm anlayışı, öznel idealizm, varlığın kaynağını insansal ruha indirger ve maddeyi düşüncenin ürünü sayar. Nesnel idealizmcilerle öznel idealizmcilerin savları hemen hemen yok gibidir. Her ikisi de tanrı bilime felsefesel bir temel sağlamada birleşirler, her ikisi de °°°°fiziktir, her ikisi de felsefenin temel sorununun da ruha öncelik tanıyıp nesnel gerçekliği yadsırlar, gerçeklikten yola çıkmayı düşünsel varsayımlar oluştururlar, her ikisi de gizli ya da açık, bilime karşıdır ve bilinemezcidir. Öznel düşüncellik tarihsel süreçte çeşitli biçimlerde ileri sürülmüştür: Şüpheciliği yöntem olarak kullanan bütün Yunan düşünürleri, başta Protogoras olmak üzere hemen bütün sofistler , başta Pyrrrhon ve Ainesidemos olmak üzere bütün şüpheciler, başta Arkesilaos ve Karneades olmak üzere bütün Sokratesçi şüpheciler öznel düşüncelciliğe düşmekten kaçınmamışlardır. Bunun nedeni de bütün şüphecilerin; duyumların, nesnelerin niteliklerini yansıttığı olgusunu yadsımalarıdır.Usçuluğun kurucusu Fransız düşünürü Rene Descartes’in °°°°fiziği, nesneyi, insan zihninin bir tasarımı saymakla tümüyle öznel düşünceci bir öğretidir. Nesnel gerçekliği yadsıyan ve tek geçerliğin insan duyumlarından ibaret olduğunu savunan İngiliz düşünürü David Hume’in, Alman düşünürü Imanuel Kant’ı hazırlayan şüpheci öğretisi de açık bir öznel düşünceciliktir. Öznel düşünceci öğretilerden biri de Fransız düşünürü Auguste Comte’un olguculuğudur. Çeşitli öznelci öğretilerde çeşitli adlar altında ileri sürülen algı’ların olguculuktaki yeni adı da olgu’dur. Olgucular olgular sözünden algılar’ı anlarlar. Onlara göre bize araçsız olarak verilen tek bilgi olgular,eş deyişle algılarımız ve duyularımızdır. Bilim bunlarla yetinmeli, başkaca bilgiler edinme isteğine boşuna kapılmamalıdır. Bu ise nesnel dünyadan kopmayı ve kendi bilinci içine kapanmayı, eş deyişle öznel düşünceciliğe düşmeyi dile getirir. Heidegger’e göre “evren, ancak, içinde insan bulunduğu oranda vardır.” Demek ki nesnel gerçekliği yaratan insandır ve insansız nesnel gerçeklik yoktur. Öz Bir nesneyi neyse o yapan gereçlerin tümü. Tarih boyunca öz için değişik tanımlar yapılmıştır. 1)Platon göre idea anlamında kullanılmıştır. Ona göre bütün varlıkların özleri ideadır. 2)Aristoteles bu deyimi °°°°fiziğinde ve mantığında değişik anlamlarda kullanmıştır. Aristoteles °°°°fiziğinde öz deyimi töz ile anlamdaştır, “özdekle bitişik olmayan töz öz diyorum” der. Bu anlamda öz deyimi, töz deyiminden soyut ve varlık deyiminden düşünsel olmasıyla ayrılır. Buna karşı Aristoteles mantığında öz somut varlıktır, “sözgelimi insan, at özdür.”der. bu somut özleri de birinci ve ikinci özler olmak üzere ikiye ayırır. Birinci özler bireysel olarak, ikinci özlerse türdel olarak ele alınan özlerdir. Şöyle der “ikinci öz diye birinci anlamda alınan özlerin içinde bulundukları türlere denir. Ne var ki bu türlere cinslerini de eklemek gerekir. Sözgelimi birey olarak insan, insan türünün içine ve türün cinsi de hayvandır. Öyleyse ikinci öz diye bu sonuncu özler, yani tür olarak insan ve hayvan gösterilir. 3)Fransız varoluşçusu Sartre’a göre öz, varlaşmayla meydana gelir ve varoluştan önce yoktur. İnsan, kendini ne yapar ve nasıl yaparsa odur. İnsandan başka bütün varlıklar önceden belli bir öz’e göre varlaşırlar. Örneğin bir masa yapmak için önce masanın özünü tasarlarız, sonra testereyi ve keresteyi alıp o özü varlaştırırız. Bir bezelye taneciği bezelye özünden, bir papatya yaprağı papatya özünden meydana gelir. İnsansa bir insan özünden meydana gelmez, insanın özü varoluşundan sonradır. Sartre’a göre öz, varlığı belirleyen anlamındadır ve varlığın herhangi bir özle belirlenmediği dile getirilmiştir. 4)Alman düşünürü Kant’a göre öz, kendinde şey ve phenomenon karşıtı olarak noumenon’dur. Asla bilinemez. Bizler sadece nesnelerin görünüşlerini bilebiliriz, kendinde ne olduklarını bilemeyiz. |
#2
|
|||
|
|||
![]()
P
Paradoks Kendi içinde çelişkiliymiş gibi görünen, mantıksal olarak hem doğruluğu, hem de yanlışlığı kanıtlanabilen önerme. Antikçağ Yunanlılarında paradoks deyimi yaygın düşünceye aykırı düşünceyi dile getiriyordu ve özellikle Parmenides ile Zenon’un aporia (çıkmazlık)’larıyla antinomia (çatışkı)’larında örneklenmişti. °°°°fizik düşünce sisteminin temeli olan biçimsel mantık ve onun çağdaş biçimi dizi kuramları bu aykırı düşünce’yi mantıksal bir çelişme olarak tanımlar. Bundan başka °°°°fizik yapılı çağdaş fizikçiler de birtakım kozmolojik paradokslar ortaya atmaktadırlar. Matematik mantıkçı Bertrand Russel’e göre “kendi kendine tıraş olmayanları tıraş eden bir berberin kendi kendini tıraş etmesi” çok önemli bir mantıksal paradokstur. Oysa tıraş etmesini bilen bir berber kendi kendine tıraş olamayanları tıraş ettiği gibi kendi kendine tıraş olabilen insanları da tıraş eder. Örneğin “bir şeyin hem kendisi olması ve hem de aynı zamanda başkası olması” biçimsel mantık açısından büyük bir çelişme, diyalektik mantık açısından pek basit bir gerçektir. Bunun gibi kozmolojik paradokslarda belli bir ortamda geçerli fizik yasalarını başka ortamlara uygulamaktan doğmaktadır. Mantıksal olsun ya da fiziksel olsun , bir yanlış koyum ya da bir bilgi yoksunluğu, genellikle de diyalektik bilgiden yoksunluk yatar. Ünlü Aşil Kanıtı’nda olduğu gibi basit şaşırtma hileleriyse tümüyle bilim dışıdır. Panteizm Bir bütün olarak kavranan evrenin Tanrı ile özdeş olduğu ve evrende açığa çıkan bileşik töz, güçler ve yasalar dışında Tanrı olmadığı öğretidir. Panteizmin çok çeşitli biçimleri vardır. Bunlar biri bütün olarak doğaya bilinç atfeden pansişizmden dünyanın yalnızca bir görüş ve temelde gerçek dışı olduğunu ileri süren akozmik panteizmine ussal Yeni Platoncu ya da türümcü görüşlerden sezgici ve gizemci görüşlere kadar değişir. Batı felsefesinin yakın dönemlerinde panteizm düşüncesini en yetkin biçimde dile getiren Spinoza’dır. Sonsuz niteliklere sahip bir tek sınırsız varlığın olabileceğini öne süren Spinoza’ya göre Tanrı ve doğa aynı gerçekliğe verilen iki ayrı addan başka şeyler değişti. Tersi durumunda Tanrı ve dünya birliğinin Tanrıdan daha büyük bir bütünlüğü olurdu. Spinoza Tanrının gerekliliğinden dünyanın gerekliliğini içerdiğini özgürlük olanağının bulunmadığını belirtti. Panteizm dogmalara bağlı Hıristiyan ilahiyatçılar tarafından yaratıcı ile yaratılan arasındaki ayrımı yok ettiği, Tanrıyı belirsizleştirdiği, aşkın yerine bütünüyle içkin bir tanrı kavaramı öne sürdüğü, insanın ve tanrının özgürlüğü düşüncesini dışladığı gerekçeleriyle reddedildi. Pozitivizm Olgularla desteklenen ya da olgularla ilgili verilere dayanan bilginin tek sağlam bilgi türü olduğu görüşüdür. Genel çizgileriyle pozitivizm, deney konusu edilebilecek olgularla ilgili, yani en geniş anlamıyla bilimsel bilginin sağlam bilgi olduğunu vurgular. Bunun dışında, olguların çoğu mantık ve matematik gibi bilgi türlerinin varlığını kabul eder, ama bunların içeriksiz olduğunu ileri sürerler. Pozitivistlerin, en temel özelliği ise geleneksel felsefe görüşlerini, olumsuz bir anlam yüküyle “°°°°fizik” olarak niteleyerek karşı çıkmasıdır. Comte, alan bu yana “°°°°fizik” nitelemesi insanlığın geride bıraktığı bir aşamayla ilgili, gerçekliğini yitirmiş, yerini pozitif bilimlere bırakmış bir bilgi türünü çağrıştırır. Comte’a göre insanlık tarihinin üç aşamalı zihinsel gelişiminde her aşama bir öncekine göre daha ileri ve gelişmiştir. İnsanlık başlangıçta açıklamaların doğaötesi göçlere göre yapıldığı dinsel bir aşamadır. İzleyen °°°°fizik aşamada açıklamalar gene olgulardan uzak bazı kavramlara dayandırılır. Üçüncü aşamada ise, insanlar doğru bilginin gerektirdiği gibi, açıklamak istedikleri olguları gene bu olgulardan elde ettikleri verilere dayandırmayı öğrenirler; işte bu sonuncusu pozitif aşamadır. Comte bu süreci bir insanın çocukluktan yetişkinliği geçiş aşamalarına benzetir. Comte’a göre bilim olgulara dayanmalıdır. İnsan kafasının soyutlanmalarından doğmuş olan °°°°fizik, deney ve bundan ötürü de bilgi alanımızın dışındadır, nesnelerin kendilikleri de bilinemez. Pragmatizm Düşüncelerin, politikaların ve önerilerin değerlerinin yararlılıkları, işlerlikleri ve uygulanabilirlikleri ile belirlenmesi ilkesine dayanan görüş. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde özellikle ABD’de etkili olmuştur. Eylemin öğretiden, deneyimin sabit ilkelerden önce geldiğini, düşüncelerin anlamlarının sonuçlarından, doğruluklarının da doğrulanabilirliklerinden elde edildiğini savunur. Pragmatistlere göre bir düşünce, yaşamımız için elverişli olduğu sürece “doğrudur”.İyidir yerine doğrudur diyebiliriz; çünkü bu iki kavram birbirinin aynıdır. Doğru sözcüğü inanç alanında iyi olduğunu ispat eden her şeyin adıdır. Doğru olan, belirli sebepler ölçüsünde aynı zaman da iyidir. “Bizim için neye inanmak doğru olurdu?” desek bu söz şu anlama gelir: Neye inanmak zorundayız? Bu sorunun karşılığı şudur: İnanılması bizim için daha iyi olan şeye inanmak zorundayız. Şu halde, bizim için daha iyi olan ile bizim için daha doğru olan arasında hiçbir başkalık yoktur.Pragmatizm doğruyla iyiyi birleştirmektedir. Yani Erdem yaşayışımız için elverişli olduğu sürece, pratik fayda sağladığı hallerde doğrudur. Her şey pratik fayda ölçüsüne vurulmalıdır. Her şey pratik faydaya göre değerlendirilmelidir. Onlara göre doğru düşünce pratikte doğrulanabilen düşüncedir. Bir düşüncenin gerçeği, ona yapışık hareketsiz bir özellik değildir. Gerçek düşüncenin başına gelen bir şeydir. Bir düşünce kafamızda dururken doğru olamaz. Ancak doğru hale gelebilir, olaylar yüzünden doğrulaşır. Onun gerçekliği geçer hale girmesiyle olur. Benim için bir şeyin herhangi bir zaman için faydası olabilir, ama başka bir zaman o şey faydama değildir. Pragmatistler dünyanın nesnel gerçekliğine gözlerini kapamışlardır. Gerçek, kendi yararımıza belirlenmekle özneldir. |
#3
|
|||
|
|||
![]()
S
Sansualizm Bilginin duyumdan geldiğini savunan öğreti... Bu öğreti, zihnin bir tabularasa (boş bir kağıt) olarak görülmesinin sonucudur. Duyumculuk bilgilerimizin usun uranı olduğunu savunan usçuluk ve doğuşumuzdan beri bizimle beraber bulunduğunu savunan doğuştancılık öğretilerine karşıt bir öğretidir. Bilginin deneyden geldiğini, savunan ampirizm, duyumcu bir temel üzerinden yükselmiştir. Duyumculuk, antikçağ Yunan düşüncesinin bilgicilik akımıyla başlar. Protagaras’a göre bilgimizin tek kaynağı duyumdur. Duyumlarımızın dışında başka hiçbir bilgi edinilemez. Bunun içindir ki ilk neden’i araştırmak boşunadır. “ insan her şeyin ölçüsüdür”. Atomav Demokritos, Epikuros gibi düşünürler de bu kanıdadırlar. Duyumculuk temelde özdekçi bir öğretidir ve nesnel bir gerçekliğe dayanır. Çünkü, duyumlar, dış dünyanın nesnel gerçekliğin imgeleridir. Bilgi kuramının ilk ve sağlam kanıtı, bilgilerimizin biricik kaynağının duyumlar olduğudur. İkincisi; duyum insana nesnel gerçeği bildirir. Üçüncüsü; sağlam ve kuşkulanamaz kanıt da, pek açık olarak şöyle dile gelir; Nesnel gerçek özdeksel yapıdadır. Septisizm Her tür bilgi savını şüpheyle karşılayan ve bunların temellerini etkilerini ve kesinliklerini irdeleyen tutum. Şüphecilik felsefe tarihi boyunca yerleşik kanılar ve inançları sarsmış felsefe, bilim ve özellikle dinde birçok anlayışın değişmesine ortam hazırlamıştır. Antikçağda Thales’ten beri ortaya atılan felsefesel açıklamalarının çokluğu doğal olarak eleştiriyi ve şüpheyi gerektirmiştir. Antikçağ Yunan, bilgiciliğinin kurucusu Protagoras tarihsel süreçte ilk şüphelenen düşünürdür. Protagoras “ her şeyin ölçüsü insandır. Her şey bana nasıl görünürse benim için öyledir. Üşüyen için rüzgar soğuk, üşümeyen için soğuk değildir. Her şey için birbirine tümüyle karşıt iki söz söylenebilir” der. demek ki herkes için gerekli kesin ve mutlak bir bilgi edinmek sonsuzdur. Protagoras’ın şüpheciliği göreli şüpheciliktir. Şüphecilik Elis’li Pyrrhon’la birlikte okullaşır. Bilgi sorununu sistematik olarak ilk inceleyen şüpheci Pyrrhon’dur. Descartes’de bir şüphecidir. Onun şüpheciliğine yöntemli şüphe denir. Descartes, şüpheciliği kesin bilgiyi buluncaya kadar tüm bilgileri gözden geçirme anlamında bir yöntem olarak kullanmıştır. Pyrrhon, Platon ve Aristoteles okulları arasında bir karşıtlığı sezmiştir ve bu karşıtlığı daha sonra Stoa ve Epikuras okullarında derinleşmesini izlemiştir. Bu gözlemleri Pyrrhon’a felsefe öğretilerine karşı güvensizliği ve bundan ötürü de şüpheyi aşılamıştır. Pyrrhon’un şüpheciliği bu temel maddede açıklanabilir. 1) Nesnelerin gerçek yasası kavranılmaz. 2) Öyleyse nesneler karşı tutumuz yargıdan kaçınma olmalıdır 3) Ancak bu tutumlardır ki ruhsal dinginlik’e ulaşabilir. Pyrrhoncular için gerçek mutluluk budur. Soyutlama Bir nesnenin herhangi bir yanını öbürlerinden ayırarak tek başına ele alan ansal işlem. Soyutlama, bir bilgi yöntemi olarak, insan zihninde yapılır. Ne var ki idealist soyutlama anlayışı ile diyalektik soyutlama anlayışı birbirinden tümüyle karşıttır. İdealist soyutlama, soyutlama sonucu olan kavram ve düşünceleri saltıklaştırır ve bunları nesnel gerçekliğin yerine koyar. Soyutlama, gerçekte, yeniden somuta varmak ve somut bütünü parçalarında da birbiri ile olan ilişkileri içinde tümüyle kavramak için kullanılan bir yöntem, bir araçtır. Soyutçuluk, bu amacı araçlaştırır ve somuta varmak amacını unutarak soyutta kalır. Felsefenin bütün yanlış sonuçları, bu aracı amaçlaştırmaktan doğmuştur. İnsanın karnını doğuran, ekmek düşüncesi, değil, ekmeğin kendisidir. Ekmek düşüncesini nasıl ekmek yerine koyamazsak, özdekten soyutlanan öz düşüncesini de özdeğin yerine koyamayız. Gerçekte soyutlama, bilme sürecinde zorunlu bir yöntemdir. İdealizme düşmeksizin gerçekleştirilen soyutlama, bilimsel soyutlamadır. Kavramlar, soyutlamalarla elde edilirler. Ama nesnel gerçeklerle denenir ve doğrulanırlar. Soyut kavram ve düşüncelerin hakikiliklerinin ölçütü insansal pratiktir. Soyutlamada aşırılığa varmaya ya da soyutlamaları kötüye kullanmaya soyutçuluk denir. |
#4
|
|||
|
|||
![]()
T
Teizm Evreni yaratan ve yöneten, vahiy yoluyla insanlara buyruklar veren bir tanrının varlığına inanır. Teizm deyimi usu ve iradesi olan kişisel bir tanrının varlığını ileri sürmekle vahyi inkar ederek herkesin kendi aklına tabi olmasını ileri süren teizmin Allah ile alemi bir sayan panteizmin, Allah’ı ve dini inkar eden ateizmin, çoktanrıcılığı kabul eden politeizmin karşısındadır. Bağnaz dinsel bir felsefe öğretisidir, bilimi yadsır. Tanrıya insansal duygular yükleyen biçimine kişisel teizmin , tanrıyı tüm nesneleri nedeni sayan biçimine ussal teizm denir. Töz (Cevher) İnsan düşüncesinde nitelikleri sürekli değişebilmek ile birlikte kendisi ve özü hiç değişmeyen, niteliklerin taşıyıcısı olan, değişen yüklemlere desteklik eden değişmez gerçeklik. John Locke, “ niteliklerin yalnız başlarına var olmakta devam etmelerini kavrayamıyoruz. Zorunlu olarak bunlara destek olan başka bir şeyin var olması gerektiğini düşünüyoruz. Destek olan bu şeyin de birçok nesnelerde bulunduğunu varsayıyoruz, işte bu ortak desteğe Töz adını veriyoruz...” demiştir. Descartes de şöyle demektedir: “tözü düşündüğüm zaman, var olmak için kendinden başka hiçbir şeyin varlığına muhtaç olmayan bir şeyi düşünüyorum. Açık söylemek gerekirse böyle olan yalnız Tanrı’dır.” Hollandalı Yahudi düşünürü Spinoza da şöyle diyor: “töz sözcüğünden, kendiliğinden ve kendisi için var olanı anlıyorum. Bu kavramın meydana gelmesi için başka bir kavrama ihtiyaç yoktur...” İslam düşünürlerine göre töz, ya kendi özünden dolayı ya da kendi başına vardır. Kendi özünden dolayı varolan, varolması için hiçbir şey gerekmeyen cevher Tanrı’dır. Kendi başına var olan ise varolmak için başka bir şeyde bir başına var olan ise varolmak için başka bir şeyde bulunmayan, başka bir şeye dayanmayan bağımsız olan tözdür. Bu anlamda Tanrı dışındaki nesnelerde tözdür. Bu düşünürlere göre soyut tözler başlangıçsız, maddi tözler ise yaratılmıştır. Tümevarım Tekil ve tikelden tümeli, özelden geneli çıkaran uslamlama yöntemi... Francis Bacon, bilimsel araştırma yönteminin felsefesel içeriğini saptayarak tümevarımı şöyle tanımlamıştır: “bilmek için sınamak, gözlemlemek, olayları çözümlemek ve sonra ayrı olaylardan genellemeler yapmak ve sonuçlar çıkarma yöntemi” . tümevarım yöntemi , bilimsel önemini 17. ve 18. yüzyıllarda kazanmış ve Francis Bacon, Galile , Newton ve John Stuart Mill’in katkılarıyla bir hayli gelişmiştir. Bugün iki türlü tümevarım ayırt edilmektedir: Bir sınıfa giren bütün öğelerin incelenmesi sonucu olan tam tümevarım, bütün öğelerin incelenemeyeceği durumlarda zorunlu olarak başvurulan ve çok sayıda öğenin incelenmesiyle yetinen eksik tümevarım. Eksik tümevarımlarda varılan sonuç belkili bir sonuçtur. Örneğin birçok kedinin kuyruklu olduğuna bakarak bütün kedilerin kuyruklu olduğu yolunda tümevarımsal bir sonuç çıkarırız, ne var ki Man adalarında yaşayan kediler kuyruksuzdur. Bu yüzden “bütün kediler kuyrukludur” dememiz daha doğru olurdu. Deneysel bilimler, olaylardan yasalara götüren bir yöntem olan tümevarım yöntemini kullanırlar, tümdengelimi kullanırlar . örneğin bir buz parçasının ateş üstünde eridiğini birçok kez görsek “ateş buzu eritir” tümevarımını uslamlarız. Bilim, şöyle bir tasımlama yaparak bunu yasalaştırır: birinci öncüle nedensellik ilkesini koyar ve “ aynı nedenler aynı koşullarda aynı sonuçlar verir” der. İkinci öncüle deneylerimizin sonuçlarını yerleştirir ve “ateş buzu eritir” der. Sonra bu sonucu tümelleyip bilimsel bir yasa haline getirir ve “ısı her zaman buzu suya dönüştürür” der. Bu yasayı bilimsel olarak ortaya koyan , görüldüğü gibi, nedensellik ilkesidir, sadece gözlemlerimiz ve deneylerimiz değildir Diyalektik materyalizm, tümevarımla tümdengelimi, bilgi sürecinin, birbirlerini belirleyen ve kopmaz bir bağımlılık içinde bulunan yanları olarak görür; ayrı ayrı yeterli bulmaz ve bunlardan birinin saltıklaştırılmasına karşıdır. Tümevarımla tümdengelimin bağımlılığı, kuramla kılgının bağımlılığı gibidir. Deneysel verilerden kuramsal sonuçlar çıkarılırken (tümevarım) o kuramsal sonuçları deneyleyerek (tümdengelim) doğrulamak gerekir. Tümdengelim Tümelden tikeli ve genelden özeli çıkaran uslamlama yöntemi... Tümdengelim, doğru olan ya da doğru olduğu sanılan önermelerden zorunlu olarak çıkan yeni önermeler türetir. Öncüller doğruysa sonuç da mantıksal bir zorunlulukla doğrudur. “Örneğin: insan ölümlüdür , Ahmet insandır öyleyse Ahmet de ölümlüdür” tasımı, tümden gelen bir tasımdır. Bütün insanların ölümlü oldukları doğruysa Ahmet de bir insan olduğuna göre Ahmet’in de ölümlü olması zorunludur, başka türlü olamaz. Deneysel bilimin , tümevarımcı bilgi yönteminin kurucusu Francis Bacon deneye başvurmadığı, salt düşünsel bir uslamlama olduğu için tümdengelimi yadsımıştır. Buna karşıt Hegel , tersine, ancak tümdengelenin gerçek olduğunu, bireyselden yola çıkılarak tüme varılamayacağını savunmuştur. Ona göre idealizm için tek geçerli yöntem, tümdengelim yöntemidir. Tümdengelim ve tümevarım yöntemleri, tümelle tikel (genelle özel) arasında sıkı bir ilişki gören ve bu ilişkiyi en doğru şekilde ortaya koymanın yollarını araştıran Aristoteles’in buluşudur. Genelden özele inen tümdengelim yöntemiyle özelden genele çıkan tümevarım yöntemi 17. yüzyıldan itibaren bir hayli gelişmiştir. Özellikle bu iki yöntem arasındaki bağlılık, ikisinin birlikte kullanılması diyalektik mantıkta gerçekleşmiştir. |
#5
|
|||
|
|||
![]()
U
Utulitarizm Etikte bir eylemin doğruluğunu etkilediği kişilere getirdiği mutlulukla ölçen görüş. İngiliz düşünürleri Jeremie Bentham’ın temellerini atıp John Start Mill’in geliştirdiği utilitarizm öğretisine göre ahlakın ölçütü yarardır. Mill “felsefenin doğuşundan beri düşünürlerin en üstün “iyi”nin ne olduğunu aradıkları ve bunu Bentham’la birlikte bulduğunu savunur. Ve en üstün iyi yarardır ve iyiyi kötüden ayırmak için yararlı olup olmadığına bakılmalıdır der. Utilitarizm herhangi bir eylemin yalnızca o eylemde bulunan kişiye değil herkese yarar sağlanmasına doğruluk ölçütü olarak alır. Bentham ve Mill’e göre mutlak iyi haz duygusunun acıya yalnızca yararlılık ilkesi ışığında yorumlandıklarında anlamlıdır. İnsan davranışının tek amacı haz duygusunu arttırmak olduğunda herhangi bir davranışın doğruluğunun ya da gerekliliğinin belirlenmesinde alınacak ölçüt de bu mutluluk hedefi açısından yararlıdır. En çok sayıda kişiye en yüksek düzeyde mutluluk” sağlayacak eylem özellikle yaşama alanında önemli rol oynar. Yasa koyucu toplumdaki bireyler en üst düzeye çıkarmaya çalışır. Benzer biçimde bireyin öbür topluluk üyelerine zarar vermesini engellemek için de caydırıcı cezalar belirler. Bu ceza kötüdür fakat daha büyük bir kötülüğü önlediğinden yaralı görülebilir. |
#6
|
|||
|
|||
![]()
Doğru ve genel geçer bilginin duyumlar yoluyla oluşan deneylerle kazanılabileceğini öne süren felsefe görüşüdür. Empirist anlayışa göre insan zihninde doğuştan getirilen hiçbir bilgi yoktur. İnsan zihni, bu nedenle boş bir levha gibidir.
Empirist görüş, 17. ve 18. yüzyıllarda sistemli bir düşünce olarak felsefe tarihinde yerini almıştır. Empirizmi geliştirerek sistemli bir felsefe görüşü haline getiren önemli düşünürler John Locke, Davit Hume, Condillac, Herbert Spencer'dir. JOHN LOCKE (1632-1704) İnsan zihninde bulunan bütün düşüncelerin kaynağı deneydir. Yaşam içinde gözlemler ve deneylerle kazanılan bilgiler zihni doldurur. Locke'a göre deney iki aşamada gerçekleşir. Dış Deney (Duyumlama) Duyu organları yoluyla edinilen izlenimler. İç Deney (Düşünme) Duyu verilerinin işlenerek yargılar biçiminde bilgiye dönüşmesi. DAVİD HUME (1711-1776) İnsan zihninde önce duyumlama yoluyla oluşan "izlenimler" vardır. İzlenimlerden de düşünceler oluşur. İzlenimler, duyumlarla oluştuğu için canlı ve dinamik tasarımlardır. Düşünceler ise izlenimlere dayanır. İzlenimler, severken, nefret ederken algılanan canlı duyumlardır. Düşünceler ise bu canlı duyumların canlılığını kaybetmiş kopyalarıdır. D.Hume nedensellik ilkesini kabul etmez. Ona göre doğadaki hiçbir olayda nedensellik ilişkisi yoktur. Olaylar kendi başına oluşur. Hiçbir şeyin başka bir şeyle ilişkisi olamaz. Biz, olayları ardarda gördüğümüz için onlar arasında nedensellik olduğunu, birinin neden, diğerinin ise sonuç, olduğunu belirtmekteyiz. D.Hume'un bu yorumu "nedensellik ilkesi" üzerine bir kuşkunun doğmasına yol açmıştır. Eleştirici felsefenin kurucusu olan Alman düşünürü İmmanuel Kant, D.Hume'un bu görüşünden etkilenerek "Hume, beni dogmatik uykumdan uyandırdı" demiştir. E. CONDİLLAC (1715-1780) Empirist anlayışı duyumculuğa (sensualizm) indirgemiştir. Locke'un bilgi anlayışındaki dış deneyi bilgilerin tek ve mutlak kaynağı yapmıştır. Yani bütün insan düşüncesini duyumla temellendirmiştir. (Görüşlerini mermer bir heykel örneği ile açıklamıştır.) HERBERT SPENCER (1820-1903) Deneyci anlayışı evrimcilikle birleştirmiştir. Spencer'e göre insan, tüm yaşamı boyunca yaptığı deneylerle kazandığı deneyimleri, kalıtım yoluyla kazandıklarıyla birleştirerek gelecek nesillere aktarır. Spencer, empirizmi, türlerin yapmış olduğu deneyler toplamı olarak yorumlamıştır. |
#7
|
|||
|
|||
![]()
Bu düşünüşün en önde gelen temsilcisi Fransız düşünür Henri Bergson'dur (1859-1941). Bergson'a göre yaşam, sürekli değişim gösteren bir süreçtir. Zaman da yaşamla birlikte değişim gösterir. Yaşamın bu değişimi yaratıcı bir atılımdır.
Yaratıcı atılım (Hayat hamlesi), bütün canlı varlıklardaki iç kuvvettir. Bu kuvvet, yaratıcılık özelliğiyle sürekli yeni türler ve yeni cinsler meydana getirir. Yaratıcı atılım, her canlıya sıçramalı hayat veren tanrısal güçtür. Tanrı, bitip tükenmeyen bir hayattır, sonsuz eylem ve özgürlüktür. Zekâ, sürekli yaşam değişimini kavrayamaz. Zekâ, duruk ve eylemsiz maddeyi kavrayıp bilebilir. Sezgi, kavradığı madde bilgisinden ve pozitif bilimlerin sağladığı bilgiden farklı bir bilgidir. İnsan böyle bir bilgiye, varlığın iç gelişimini, iç dinamiğini sağlayarak ulaşabilir. Bergson'un sezgici görüşü, Ortaçağ'da İslam düşünürü Gazali tarafından da benzer biçimde dile getirilmiştir. Gazali'ye göre insan, "Kalp Gözü" ile her şeyi bilebilir. Bu ise ancak içsel temizlenme ve arınmayla mümkün olabilir. |
![]() |
|
|