#1
|
|||
|
|||
Felsefe Ve Piskanaliz. Temel Bir Yaklaşım..
Bilindiği üzere psikanaliz, Sigmund Freud’un geliştirdiği psikolojik yöntemleri barındıran psikoterapi tekniklerinin bütününü ifade etmektedir. Biraz daha açıkça ifade etmemiz gerekirse psikanaliz, hastaların zihinsel değişimleriyle ortaya çıkagelen bilinçdışı edimleri arasındaki bağlantıyı ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. Psikanalitik yöntemde terapistin amacı, hastanın özgürlüğünü kısıtlayıcı ve artık pek hükmü olmayan ilişkilerinden kurtulmasına yardımcı olmaktır. Bu noktada terapist ve hasta arasındaki transferans analizinin tamamen terapistin kontrolünde ve doğru yapılabilmesi çok önemlidir. Çünkü bu analiz esnasında terapistin kendi iç çatışmalarını da kontrol altında tutması gerekmektedir. Aksi taktirde bu terapi “Nietzsche Ağladığında” isimli kitapta olduğu gibi Josef Breuer ve Nietzsche’nin birbirlerini kontrol etme savaşına dönüşebilir. Yeri gelmişken, bazı okurlarımızın bilmediğini varsayarak, transferans sürecinden de kısaca bahsetmemiz gerektiği ihtiyacını derinden hissetmekteyim… Şimdi hep beraber on yaşında olduğumuz zamanki halimize dönmüş olduğumuzu düşünelim. Biraz da ailelerimizi işin içine katarak o zamanlarda yaşadığımız evlerimizin içine biraz huzursuzluk serpiştirelim. Herkes birbirine küfrediyor. Eve geç geldiğiniz zaman bir ton sopa yiyoruz. Üstelik babalarımız da birer sapık! Bazı cinsel tacizlerde bulunuyor ve elimizden hiçbir şey gelmiyor… Büyüme vaktimiz geldi. Artık hepimiz otuzlu yaşlarımızdayız. On yaşındayken yaşadığımız cinsel tacizler, huzursuz ev hayatımız ve sürekli maruz kaldığımız hakaretler psikanalize göre bizleri otuz yaşımızda, dinleyicileri cezalandırıcı, kontrolcü ve kötü kişiler olarak görmemizi sağlayan ve doğal olarak bu korkaklığın ya da kaybedecek bir şey yok cesaretinin getirdiği paranoyayla başa çıkmaya çalışan bir kişilik olarak etkileyecektir. Bu süreçler çok iyi takip edilerek bizi asıl huzursuz eden “karanlık adamımızı” bulmaya devam edecektir. Karanlık adamımızı bulduğumuzda ise bizler kendimizi anlamaya başlayabileceğiz. İşte geçmişimizde bizleri kötü yönde etkileyen, olumsuz ilişkilerimizin olduğu kişi ya da kişileri bularak içsel bir rahatlama, kendine geliş sürecinin oturması transferans analizini oluşturmaktadır. Yani hep o televizyonlardan dinlediğimiz, dergilerden okuduğumuz ve hatta terapistlerimizden duyduğumuz “çocukluğunuza inelim” deyimi bu sürecin birincil ve en önemli adımıdır…
Freud, psikanaliz teorisine mutlak şeklini verebilmek için çok uzun araştırmalar ve deneyler yapmıştır. Bu süreç içerisinde hastalarıyla yaptığı konuşmalarda, bireylerin, kültürel ve sosyolojik konumlarında kabul edilemeyen, bastırılmış ve bilinçdışında gelişen cinsel arzularından ve fantezilerinden kaynaklandığını görmüş ve bu fikri benimseyerek daha fazla üzerine gitmiştir. Freud’un bu savından da anlaşıldığı üzere cinsel arzularımızı özgürleştirmeye çalışmak bizleri mutlu etse de kültürel ve sosyolojik baskının etkileriyle de toplumdan uzaklaşmamıza neden olabilir. Psikanalizin çözemediği savunulan bazı durumlar da söz konusudur. Pek çok analiste göre ciddi psikolojik dengesizliği olan kişiler (psikoz), intihara meyilli depresyon hastaları ve daha önce hiç tedavi edilmemiş alkolik hastalar psikanaliz yöntemiyle tedavi edilemez. Bu durumu da göz önünde bulundurarak psikanalizi yanlış anlamamamız gerekmektedir. Psikanalizi doğru anlamadan, olur olmadık yerde psikanaliz hakkındaki konuşmalarımıza dikkat etmeliyiz ki, sohbet esnasında kendimize yeni bir psikolojik eziklik yaratmayalım… Psikanaliz hakkındaki bu kısa teorik bilgiden sonra, psikanalizin felsefeyle olan ilişkisini ortaya çıkarmaya çalışalım... Psikanalizin en önemli aşaması olan transferans analizinden de anladığımız üzere, bir zamanlar (19. asır) çok yaygın olan rasyonalizmin ilkelerine ters düşmektedir. Rasyonalizm, daha anlaşılabilir adıyla akılcılık, erişilmek istenen gerçek bilginin doğruluğunun ya da yanlışlığının duyum, deneyim gibi etmenlerle değil de zihin, akıl ile değerlendirilebileceğini savunmaktadır. Kısacası bilginin kaynağı akıldır dediği için, bilginin doğruluğuna da ancak akıl ile ulaşılabileceğini anlatmaktadır bizlere. Bu görüş her bireyin eşit ve değişmez akli ilkelere sahip olduğunu kabul ederek pek çok mutlak gerçeğin ve “a priori1” gerçeklerin varlığını benimser. “A priori ne demek?” diye soran okurlarımıza cevap olarak deneyle kanıtlanamayacak olguların tümüdür dersek sanırım kimsenin aklında hiçbir karmaşa kalmaz. Her tezin bir antitezinin de var olabileceğini varsayarsak, rasyonalizmin zıttının da var olması pek tabi mutlaktır. Rasyonalizmin karşıtı olan felsefi akım ise İrrasyonalizmdir. İrrasyonalizm en açık ilkesiyle, herşeyin akıl ile açıklanamayacağını savunmaktadır. Bu görüşün savuncularının başında ise ünlü Alman filozof Schopenhauer gelmektedir. Schopenhauer’e göre asıl gerçeğe erişim irade ile sağlanabir. Schopenhauer’in “irade” kavramı bilinçdışı ve aklı olmayan bir özlüğe sahiptir. Haliyle de kendini bütün görünenler dünyasında (fenomen) gösterir. Üstelik bu istenç (irade) aklın denetiminde değildi ve bütün insanlarla dalga geçer gibiydi. Bireyleri, gelip geçici tatminler ve ulaşılamayacağı aşikar kabul edilen hayallerle, içinden çıkılması güç, belki de çıkılamayacak kadar zor, bir kendinden vazgeçmişlik ve acı hislerine boğuyor. Schopenhauer bu gibi durumlardan kurtulabilmenin tek yolunun, iradenin (istenç) yok edilmesiyle sağlanabileceğini söylüyordu. Bu görüşle rasyonalizmin tamamen zıttı bir ide ortaya atmış oldu. O’na göre yardımlaşmak, kendimizi iyi hissetmeye yönelik edimlerle mutluluğumuzu artırmaya çalışmak değil, sahip olduğumuz acı ve sefalet olabildiğince azaltmaya çalışmak aslolan yaşayış biçimi olmalıydı. Schopenhauer’in bu yaklaşımının temelindeki “bilinçdışı istenci” ile Freud’un “bilinçaltı” kavramını kabaca incelediğimizde birbirleriyle ne kadar özgün bir bağlantı içinde olduğunu çok açık şekilde görebiliriz. İstencin (irade) bilinçaltı kavramlar ve olgular ile bilinci etkilediğini düşünürsek, psikanalizin, bireyin bilinçaltında var olan fakat su yüzüne çıkaramadığı yaşantı ve dürtülerini ifade ettiği gerçeği mükemmel bir birleşimi ortaya çıkaracaktır. Ayrıca Freud’un usu yok sayıp, bilinçaltı olguların varlığını öne sürerek pek çok davranışın ruhsal süreçler ve dürtüler ile açıklanabildiğini savunması. Hemen ardından bu Freud’un bu savı, uzun deneyimlerinden sonra bu gibi durumların neredeyse tamamını cinsel istemlere bağlaması, Schopenhauer’in iki insan arasındaki sevgi duyusunun sadece cinsellikle alakalı olduğunu savunmasıyla da örtüşecektir. Freud’un kısaca yaşam enerjisi olarak adlandırdığı libido, Schopenhauer’in temel dürtü olarak kabul ettiği yaşam ve ölümdeki yaşamın tam karşılığıdır. Çünkü üreme isteği yaşam dürtüsünün temelidir Schopenhauer için. Mutlak suretle bahsetmemiz gereken bir nokta daha vardır ki Schopenhauer felsefi yaklaşımıyla acılarını unutmak için onlardan kurtulmak gerektiğini savunurken, Freud ise kişinin bazı davranışlarından kurtulması ya da acı çekmesini sağlayacak unsurlara karşı savunma mekanizmalarını geliştirmiştir. Bu noktada da Freud’un irrasyonalizm ve özellikle Schopenhauer’den oldukça etkilendiği gerçeğini açıkça belirtmektedir… |