#1
|
|||
|
|||
İmralı'da neler oldu
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) yetkililerinin, terör örgütü PKK’nın elebaşı Abdullah Öcalan ile İmralı Cezaevi’nde yaptığı görüşmeler yeniden gündemde.
Ergenekon iddianamesinin eklerinde yer alan bazı dokümanlarda da, bu konuyla ilgili bilgilere yer veriliyor. İddianamede, PKK ve Hizbullah terör örgütlerini yönetmekle suçlanan sanıkların evlerinde ele geçirilen belgelerde, MİT’in ABD’nin isteği üzerine Apo’yu kullandığı öne sürülüyor. Veli Küçük, Tuncay Güney ve Ümit Oğuztan’ın evinde ele geçirilen ‘Şirket – Gizli Gerçekler’ başlıklı dokümanda, “MİT, ABD’nin Ankara’daki merkezidir” deniliyor. ‘Gözlem & Analiz / Aralık 2000 – İstanbul’ ifadeleriyle son bulan rapor niteliğindeki dokümanda, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ve yardımcısı Mikdat Alpay’ın, Kasım 2000’de Ankara’daki MİT Karargahı’nda dört gazeteciye yaptıkları açıklamalara geniş yer veriliyor. Röportaj sırasında, “Kürtçe TV açılmalı” açıklamasını yapan Atasagun ve ekibi, ağır sözlerle eleştiriliyor. “MİT, ABD’nin Ankara’daki merkezidir” denilen ‘MİT 2000’ adlı başka bir belgede ise, şöyle deniliyor: “MİT Müsteşar Yardımcısı tarafından Abdullah Öcalan’ın bazı kitapları okuması ve taraftarlarına önermesi sağlanmıştır. Ancak, söz konusu kitapların Müsteşar Yardımcısı Mikdat Alpay’a kimler tarafından önerildiği meçhuldür (!) Gerçekte ise, bu meçhul adresin, Washington merkezli Ankara Bürosu olduğundan aklı başında kimse kuşku duymaz.” İŞTE O BELGELER: Şirket – Gizli Gerçekler “Türkiye’nin Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) yönetim kadrolarında yer alanların, görev alış tarihleri 1967-68 yıllarını kapsıyor. Bu yıllar tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de kaos ortamına sürüklenişin önemli kilometre taşıdır. MİT’in üst düzey yöneticileri ‘A Takımı’ olarak tanımlıyor. MİT Müsteşarlığı görevini sürdüren Şenkal Atasagun’un, “32 yıllık arkadaşım” diye söz ettiği sağ kolu, istihbarat yardımcısı Mikdat Alpay, operasyon yardımcısı Emre Taner ve personel yardımcısı Sadi Sağdam, MİT Müsteşar Yardımcıları olarak A Takımı’nı oluşturan isimler. MİT’in ‘A Takımı’nda görev alan bu ekip, Hiram Abas & Mehmet Eymür ikilisinin yakın adamları olarak, kilit noktalarda bulundular. Abas & Eymür ikilisinin Türkiye’nin ulusal çıkarlarına ne denli yararlar sağladıkları bilinmektedir (!) Adı geçen ikiliden Hiram Abas, faili meçhul bir cinayette can verirken, Eymür ise bir kanun kaçağı olarak ABD’ye sığınmış ve CIA’e danışman olmuştur. MİT Müsteşar Yardımcıları arasında en fazla öne çıkan isim olan Mikdat Alpay, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. 1965 yılında fakülte öğrenci derneği seçiminde CHP’lilerin adayı olarak seçime katılmış, ancak kazanan sağ görüşlülerin adayı Cevdet Yücel Fenercioğlu olmuştu. 1965 yılında Urfa’da stajyer hakim olarak görev yaptı. “Dil bilmeyen Mikdat Alpay ABD’ye niye gitti?” MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ile Mikdat Alpay’ın göreve gelişleri oldukça ilginç. 1997 sonunda dönemin MİT Müsteşarı Sönmez Köksal’ın Paris Büyükelçiliği’ne atanması kararlaştırıldığında, boşalan göreve getirilmesi beklenen aday isimler arasında Şenkal Atasagun ve Mikdat Alpay yer almışlardı. O dönemde MİT’İn Londra temsilciliği görevinde bulunan Şenkal Atasagun’dan yana ağırlığını koyan Mesut Yılmaz sayesinde, MİT Müsteşarlığı görevine atandı Atasagun. MİT bünyesinde yetişen ilk müsteşar olma unvanını da elde etmiş oldu. Mikdat Alpay ise, MİT Müsteşar Yardımcılığı görevine devam etmişti. Mikdat Alpay, MİT’in CIA ve FBI ile en üst düzeyde diyaloğunu yürütmek üzere Washington’a gönderildi. Bu yeni göreve atanmasının nedeni olarak ileri sürülen gerekçe de oldukça ilginç. Son aylarda Ermeni ve Kürt meselelerinin Türkiye’nin gündemini bu kadar meşgul etmesi, bu konuların diplomatlar dışında, ABD’de devlet işleyişinde önem taşıyan noktalara anlatılması ihtiyacını doğurmuştu (!) Eğer Türkiye, Washington’da derdini iyi anlatamazsa, dünya sahnesinde istenilen etkiyi gösteremiyor demekti! O halde yapılması gereken şudur: Öyle bir temsilci gönderilmeliydi ki, gerektiği zaman CIA Başkanı George Tenet de dahil her kapıyı açabilmeli ve Türkiye’nin tezlerini anlatabilmeliydi. Yani Mikdat Alpay, Türkiye’nin tezlerini en üst düzeyde anlatılmasını sağlamaya en uygun uzmandı (!) Peki ama MİT Müsteşar Yardımcısı (MİT içindeki en önemli görevi medyanın gerçek patronu olmaktır) Mikdat Alpay, Türkiye’nin tezlerini en üst düzeydeki ABD devlet kadrolarına en iyi şekilde anlatabilecek, yeterli, etkili, diplomasi ve akıcı ‘lisan’a sahip midir? Ne gezer! Kendileri hiç İngilizce bilmezler: Ancak tercüman ne güne duruyor? Üstelik çok gizli konularda Türkiye’nin tezlerini anlatacak olan istihbarat uzmanının, bu gizli konularda yanında bir de tercümanın tanıklığında görev yapmasından daha doğal ne olabilirdi ki(!) Amerika gibi bir ülkenin dünyayı dize getirmeyi ve kontrol altında tutmayı başaran, CIA gibi bir istihbarat örgütü karşısında tek sözcük İngilizce bilmeksizin Türkiye’nin tezlerini en iyi biçimde anlatıp savunulması, elbette akıl çizgisinin dışındadır. MİT İstihbarat Yardımcılığı görevine ise, ABD’ye atanan Mikdat Alpay’ın yerine Cevat Öneş getirildi. Gazetecilere yapılan açıklamaya ağır eleştiri! 26 Kasım 2000 Pazar akşam saatlerinde, Ankara MİT Karargahı’na davet edilen dört gazeteciye Müsteşar Şenkal Atasagun ile yardımcı Mikdat Alpay’ın yaptığı açıklamaların medyada yer alarak Türk kamuoyuna yansıması, 28 Kasım 2000 tarihinde gerçekleşti. Ve Ankara kulisleri bu açıklamalarla karışırken, Türk kamuoyunda halkın tepkilerine neden oldu. MİT Karargahı’na davet edilen dört gazeteci şu isimlerden oluşuyordu: Sabah gazetesi Ankara Temsilcisi Murat Yetkin, Hürriyet gazetesi Ankara temsilcisi Sedat Ergin, Milliyet gazetesi Ankara temsilcisi Fikret Bila ve Star gazetesi Ankara temsilcisi Esen Ünür. Ulusal yayın yapan onca medya kuruluşu ve onca gazeteci arasından özenle seçilerek açıklama yapılmış olması da dikkat çeken önemli bir noktadır. Ayrıca demokratik rejimlerde böylesine önemli açıklamalar yapılırken, ‘muhalif’ yayın organlarının temsilcileri ile ‘bağımsız’ yazarların dışlanamayacakları bilinen bir gerçektir. Avrupa Birliği’ne tam üyelik süreci içindeki Türkiye’nin demokratikleşme çabalarının belirlenmesinde önemli ve kaçınılmaz bir rol üstlenmek durumunda olan Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi istihbarat örgütü sorumlularının ‘demokratikleşme’ çabalarına bakış açılarını ve ‘demokrasi’ anlayışlarını da gözler önüne süren bu ayrımcılık anlayışı, ‘düşüncenin ifadesi özgürlüğü’nden yana olduğunu iddia eden Türkiye için olumsuz bir ‘kanıt’ teşkil etmiştir. “Öcalan’ı asılmasına karşı olduklarını söylediler” MİT’in medya organlarına yerleştirdiği ‘ajan gazeteciler’ de böylece deşifre olurken, Kürtçe TV yayını olması gerektiğini savunabilen MİT’in, Cumhuriyet devrimlerine bağlı, bağımsız gazeteci ve yazarlara tavrı da kendiliğinden ortaya çıkmıştır. MİT, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni örnek alarak, 60 kişilik genç yeteneklerden oluşan bir ‘kurmay heyeti’ oluşturmaya çalıştığını açıkladı. MİT, iç istihbarattan çekilip tümüyle dış istihbarata yöneleceğini açıkladı. MİT’in bir başka açıklaması daha vardı ki; tüm Türkiye’yi derinden sarsıp, çeşitli düşüncelere yöneltti. MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, yardımcısı Mikdat Alpay ve teşkilatın sözcüsü Cem Koca’nın da hazır bulunduğu basın açıklamasında, devletin Kürtçe televizyonu kullanması gerektiği düşüncesinde olduklarını açıkladı. Müsteşar Atasagun, PKK’nın hafife alınmaması gerektiğini, PKK’nın Filistin modelini uygulamaya yöneldiğini, Abdullah Öcalan’ın idam edilmesine karşı olduklarını, kullanmaktan yana olduklarını da açıkladı. MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, Televole programlarının adamı komünist yapacağına inandığını da açıkladı. MİT Müsteşarı ve yardımcılarının yaptığı bir başka açıklamaya göre de, Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ardından 25 Şubat 1999 tarihinde hazırladıkları bir raporu, Milli Güvenlik Kurulu toplantısında sunduklarını, bu raporun ‘kültürel alandaki önlemleri’ içerdiğini dile getirdiler. “MİT, hükümetin yerine konuştu” Cumhuriyet tarihine bakıldığında, şu gerçek belirir: MİT, özellikle kültürel alanlarda önlemler almış, aydın Kemalist nesilleri çeşitli, asılsız suçlama ve karalamalarla fişleyip, yaşamlarını perişan etmiştir. Şimdi bu gerçeklerden yola çıkılarak; MİT’in kültürel alandaki önlemlerinin yeni nesilleri perişan etmeye, ulusal çıkarlara aykırı gelişmelere neden olacak sonuçları yaratmada, yeni bir planlamaya yöneldiğini söylemek, gerçek dışı sayılamaz. MİT’in üst düzey yönetici ve sorumlularının medya aracılığı ile kamuoyuna yaptıkları tüm bu açıklamaların ardında yatan ‘gerçek’ nedir? MİT Müsteşarı’nın Milli Güvenlik Kurulu’nun toplantı gününden (29 Kasım 2000) bir gün önce, ulusal çıkarları derinden ilgilendiren konular kapsamında açıklama yapmış olması tesadüf olarak görülebilir mi? Cumhuriyet tarihinde MİT’in gazetecilerle tanışarak, görüş bildirmesi ilk kez Orgeneral Teoman Koman döneminde yaşanmıştır. Ancak bu, Koman’ın “Ben devletin sesiyim” kimliği ve iddiasıyla ortaya çıkması anlamında gerçekleşmemiştir. Demokratik yönetimlerde çeşitli kurumların sorumluları, görüşlerini saptarlar ve hükümetlerine iletirler. Bu, görevlerinin doğal ve kaçınılmaz bir parçasıdır. Hükümetler ise; tüm görüşleri topladıktan sonra, politika belirler ve gereğinde kamuoyuna açıklamalarda bulunur. Bunun dışında bir gelişme sergilenmesi düşünülemez. Türkiye de, demokratik bir cumhuriyettir ve devlet görevlerinin yerine getirilmesi için görevlendirilmiş bir hükümet iy başındadır. Hükümet susmuş, MİT görüş beyan etmiştir ki; bu yöntem, demokrasinin işleyişi ve ilkeleriyle bağdaşmamaktadır. MİT, durup dururken birden bire ‘Devletin Sesi’ olarak ortaya çıkmıştır. MİT, bir kamu kuruluşudur ve devlet olarak değerlendirilemez. Hele ki; demokratik, hukuk düzeninin hakim olduğu hiçbir rejimde böyle bir gelişme sergilenemez. “MİT, ulusal çıkarları göz ardı ediyor” MİT Müsteşar Yardımcısı Mikdat Alpay, ‘Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olmasından yana olduğunu ancak, Yugoslavya gibi olmasına da karşı olduğunu’ dile getirmesi de oldukça ilginç bir tespit olsa gerek. Mikdat Alpay’a göre; “Atatürk’ün bizlere gösterdiği yol Batı’dır. Doğu ise, tehlikelerle doludur. Batı’ya gitmenin yollarını aramak gereklidir (!)” MİT’in geçmiş dönemlerdeki faaliyetleri incelendiğinde ise; Batı’ya ulaşmanın yolları, Türk aydınlarını, gazeteci, yazar, sanatçı ve entelektüel birikimine sahip insanlarını asılsız ve karalamalar sonucu perişan ederek, Türk ve dünya kamuoyuna yanlış tanıtmaktan geçmektedir. MİT’in öteden beri özellikle ‘kültürel alanlardaki önlemleri’nin, Türkiye’nin Cumhuriyet devrimi ilkelerine, Kemalizm’e ve ulusal çıkarlara aykırılıklar taşıdığı sayısız olay, belge ve dokümanla tarihsel süreç içinde gün ışığına çıkmaktadır. Bellidir ki; MİT kadrolarının kültürel alanlara özel bir ilgisi vardır. Ancak dikkat çeken başka bir özellik, MİT kadrolarının her dönemde kültürel donanımdan yoksun portrelerden oluşmuş olmasıdır. MİT’in, Cumhuriyet tarihinde göze batan bir başka başarısı da, sayısız naylon illegal örgütler kurmuş olmasıdır. Kurulan bu naylon örgütler sayesinde ‘örtülü ödenek bütçelerinin’ içi boşaltılmış, kişisel servetler hanesine kazandırılmıştır. Bundan başkaca da, toplumun kutuplara bölünmesi sağlanmıştır. Yaratılan bu kutuplaşmalar, naylon illegal örgütler ve taşeron cinayet şebekeleri sayesinde efsane birar kahramana dönüşebilmişlerdir. Bu çalışma, 21. Yüzyıl dünyasında arzulanan ‘objektif’ ve ‘bağımsız’ düşünce üretilmesi prensibinden hareketle; ulusal çıkarlar, milli güvenlik gerekçeleri göz önüne alınarak ve Cumhuriyet Devrim İlkeleri ışığında günümüzün aynalara yansıtılmasından daha çok; yaratılmak istenen gelecekteki Türkiye’nin vizyonu, bugünden gözler önüne serebilmek amacından hareketle hazırlanmıştır. Saygılarımızla, MİT 2000 – Kamuoyuna yansıyan açıklamalar … MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, bu göreve koalisyon hükümetinin ortakları arasında yer alan ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ın sayesinde atanabilmiştir. Atasagun’un yaptığı açıklamalar ise; Mesut Yılmaz’a ait görüşlerin kamuoyuna yansımasının hemen ardından gerçekleşmiştir. Özetle; MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, ulusal çıkarlara aykırı olması nedeniyle geniş ve olumsuz yankılar uyandıran açıklamalarıyla ‘sahibinin sesi’ olmuştur. Açık ve nettir ki; Atasagun’un ‘ahde vefa’ duyguları oldukça gelişmiş ve duyarlıdır (!) MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un açıklamalarının medyada yer aldığı tarihte Başbakan Bülent Ecevit’in bir açıklama yaparak, “Yetkilerini aşmadı” demesinin ise; koalisyon hükümeti, TBMM ve TSK-Hükümet ilişkilerinde doğabilecek kriz ortamının önüne geçilebilmesi çabası olarak değerlendirilmesi doğru olandır. Bu durum, Mesut Yılmaz ile işbirliği içinde olan MİT yönetim kadrolarının kontrolü altındaki medya kullanılarak, kamuoyuna çarpıtılarak yansıtılmış ve Atasagun’un ‘sahibinin sesi’ olduğu gerçeği perdelenerek, Ecevit ‘günah keçisi’ gösterilmiş, politikada deneyimli Ecevit’in hükümet ortağı MHP ile aralarındaki görüş ayrılıklarını, Atasagun’un açıklamalarıyla duyurmaya çalıştığı izlenimi uyandırılmıştır. MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ve yardımcısı Mikdat Alpay’ın yaptığı açıklamaların ardından; yıllardır zaten MİT’in kontrolündeki medya organlarında görev yapan yazı işleri redaktörleri ile medya içinde görevlendirilmiş ‘ajan gazeteciler’ tarafından desteklenerek, kamuoyu oluşturulmasında özenli bir çaba gösterildiği, yapılan yayınlarla su yüzüne çıkmış bulunmaktadır. Aşağıdaki gelişmeler anımsandığında görülecektir ki; MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un gerçekten de ANAP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımncısı Mesut Yılmaz ile ilişkisinde ‘sahibinin sesi’ olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Yıl 1976 - Yunanistan, AET’ye tam üyelik için başvuruda bulundu. Brüksel Türk Büyükelçisi Tevfik Saraçoğlu, ankara’ya bir telgraf çekerek şu mesajı iletti: “Türkiye’nin tam üyelik için derhal başvuruda bulunması gerek.” Birinci Milliyetçi Cephe Hükümeti iktidarda. İktidar ortakları Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş, bu telgrafa yanıt vermek yerine, ’70 cent’ bulabilmenin çarelerini aradılar. Yıl 1977 - Başbakan Bülent Ecevit, AET dosyasını rafa kaldırdı. Yıl 1978 - Başbakan Bülent Ecevit, AET ile ilişkilerin askıya alındığını açıkladı. Yıl 2000 - Başbakan Bülent Ecevit, Katılım Ortaklığı Belgesi’nin ağır koşulları karşısında konuyu askıya alabileceğinin işaretlerini ‘ima’ ediyor. 15 Ekim 2000 - Terör örgütü PKK’nın lideri Abdullah Öcalan: “...HADEP’in konumu kilittir. (…) HADEP demokratik çözümü geliştirmeli, köylere kadar demokratik hareket geliştirilmeli. (…) HADEP ile MHP, birbirlerine yaklaşmada duygusal engelleri aşmalı. (…) Aydınların, bu demokrasi meselesinde yoğunlaşması gerekirdi. (…) Nasıl bir Türkiye’den, nasıl bir Türkiye’ye. (…) HADEP hep Kürtlerden olmasın, Türkler de olmalı…” 24 Kasım 2000 - HADEP Genel Başkanı Murat Bozlak’ın kongre konuşması: “… Dünya değişiyor, Türkiye değişiyor; biz de değişiyoruz. HADEP asla ayrılıkçı ve bölücü bir parti değildir. Artık demokrasiyi ve barışı boğan korkulara, güvensizliklere gerek yok…” 25 Kasım 2000 - MİT Müsteşarı Mikdat Alpay: “HADEP, ya bölge partisi olarak kalacak ya da Türkiye partisi olacak. Bölge partisi olarak kalırsa yüzde 4-5’te kalır.” 15 Ekim 2000 2000 – Terör örgütü PKK lideri Abdullah Öcalan: “… 4 ciltlik Mitoloji’yi öneririm. Gordon Child’in kitaplarını öneririm. Bol bol okuyun. Eğitimle ilgili çalışmalar yapın. Kadının demokrasiye katılımı çok önemlidir. Demokrasi sahnesine çekilmesi önemli. Ortadoğu’da dini gericilik, fundamentalizm büyük kaybettirdi. Demokratik Ortadoğu toplumunun gelişmesi, sosyalist demokrasisiz olmaz. Ama sosyalizm de demokrasisiz olmaz. (…) Neolitik devrim Zagros Toros hattındadır. Neolitik devrim, bir kadının devrimidir ve bu coğrafyada oluşturulmuştur. Buralarda başlar ve Çatalhöyük’e kadar gider. İlk tarımı, hayvancılığı kadın geliştirir. Mesela iki leoparla tek başına kendisini korur. Ovalarda yapılan kazılarda hep kadın heykelleri çıkar, çünkü orada kadın egemendir. Kadın egemen bir toplum vardır. (…) Sümerler’in ortaya çıkışıyla devletin, sınıfların, din, siyaset, rahiplik gibi üst kurumları da oluşunca kadın, adım adım kendi egemen konumundan uzaklaşmıştır…” 25 Kasım 2000 – MİT Müsteşar Yardımcısı Mikdat Alpay: “Türkiye Cumhuriyeti, anaları kazanamadı. Ana dili sorun. Anaları kazanabilseydik, mesele bugüne kalmazdı. Yıllarca yazdık, sonuç alamadık. 20 Kasım 2000 – Kuzey Irak’ta Mesut Barzani’nin televizyonu KTV (Kürdistan Televizyonu), Türkçe yayına başlayacağını açıkladı. Türkiye’deki Kürtçe televizyon yayını tartışmalarını yakından izlediğini söyleyen KTV’nin Genel Yayın Yönetmeni Karuhan Akçe, Türkiye’de Kürtçe yayına başlanmasının yararlı olacağını savunun konuşmasında, “Terör olayının ortadan kaldırılmasında ve Türkiye’de istikrarın sağlanmasına katkısı olacağına inanıyorum” dedi. Kuzey Irak’ta Selahattin kentindeki eski bir otel merkezinden yayın yapmakta olan KTV Genel Yayın Yönetmeni Karuhan Akçe, amaçlarının Türkiye’deki insanlara Kuzey Irak’ta olup bitenleri duyurmak olduğunu ifade ederken, “Biz, Kürt halkının geleceği için bağımsız yayın yapıyoruz” dedi. NOT: Kuzey Irak’ta halen 30 kadar televizyon Kürtçe olarak yayın gerçekleştirmektedirler. Mesut Barzani yönetimindeki bölgede KTV, Gulan TV, Herim TV adlarında üç televizyon yayın gerçekleştiriyor. Aynı bölgede Türkmenler’in günde yedi saat yayın yapabilen TERT adlı kanalında haber bültenleri Arapça ve Kürtçe olarak da yayınlanmaktadır. Bunlardan başkaca Celal Talabani yönetimindeki Kuzey Irak bölgesinde KYP’ye ait bir televizyon bulunmaktadır. Yukarıda yer verilen beyanlar ve bilgiler dikkatle incelendiğinde görülmektedir ki; Türkiye ile Kuzey Irak’ta gelişen olaylar, gerçekte ‘tek merkezden’ gerçekleştirilen yönlendirme, oluşum sağlama, kontrol altına alma ve yönetmedir. Terörist Abdullah Öcalan’ın okuyup, taraftarlarına önerdiği kitaplar ile MİT Müsteşar Yardımcısı Mikdat Alpay’ın dört ajan gazeteci aracılığıyla kamuoyuna yansıttığı görüşler arasındaki paralellik, şunu göstermektedir: MİT Müsteşar Yardımcısı tarafından Abdullah Öcalan’ın bazı kitapları okuması ve taraftarlarına önermesi sağlanmıştır. Ancak, söz konusu kitapların Müsteşar Yardımcısı Mikdat Alpay’a kimler tarafından önerildiği meçhuldür (!) Gerçekte ise, bu meçhul adresin, Washington merkezli Ankara Bürosu olduğundan aklı başında kimse kuşku duymaz. Terörist Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanarak getirildiği Türkiye’de hapsedildiği İmralı Cezaevi’nde Türk aydın ve yazarlarının kitaplarını okuduğu belirlenememiştir. Oysa ki Öcalan, ‘Anadolu toprakları üzerinde 200 yıllık bir hastalık’ olarak tanımladığı Kürt milliyetçiliğine yaşamını adamış, sözde bir dava adamı görünümündedir. O halde; kaçınılmaz olarak Anadolu topraklarını yabancı yazarlardan çok daha iyi bilen Türk ya da Kürt kökenli yazarların kitaplarını neden okumamaktadır? Çünkü, harekat Washington’un Ankara merkezli adresinden yönlendirilmektedir. Bunun sonucu olarak da, Washington’un Ankara merkezli kültürü, görüşü ve çıkarlarına uygun olan kitapları, yazar sıfatı kazandırılmış siyasal/psikolojik savaş teorisyenlerinin kaleme aldığı kitapları okumalıdır ki; senaryolara uygun modellerin yaşama geçirilmesindeki ‘aktörlük’ görevini yerine getirebilsin. Gerçekte ‘naylon’ bir dava adamı, sahte bir terörist, siyasal-psikolojik savaş aktörü olan Abdullah Öcalan’ın tutuklanak cezaevine konmasıyla birlikte başlayan bir süreç vardır ki; Öcalan bu süreçte birden bire ‘doktriner/entelektüel’ karakteri canlandırmaya başlamıştır (!) Yıllarca Suriye topraklarında silahlı bir yaşam sürdüren ‘sahte terörist - gerçek kukla’ Abdullah Öcalan’ın elindeki silanı bir an olsun bırakıp, kaleme el atmayı ve kültürel alanda faaliyet göstermeyi hiç akıl etmemiş; İmralı Cezaevi’ne girer girmez kitap okumaya merak sarmış, taraftarlarına kitaplar önermeye başlamış ve ‘yazar’ olup çıkmıştır ki, bu değişim oldukça dikkat çekicidir. *** MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ile yardımcısı Mikdat Alpay’ın yaptığına benzer açıklamalardan ötürü, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde yargılanıp hüküm giyen pek çok düşünce insanı bulunmaktadır. Bu isimler arasında Kürt kökenli Türk vatandaşı olan ünlü yazar Yaşar Kemal de yer almıştır. Çok yakın bir tarihte Fransa’da ölen ve oraya gömülen Kürt kökenli Türk vatandaşı, protest müziğin öncüsü Ahmet Kaya, benzer istemleri dile getirdiğinden ötürü, DGM tarafından hakkında dört ayrı dava açılmıştı. Kürtçe eğitim, Kürtçe şarkı, Kürtçe kitap, Kürtçe dergi, Kürtçe gazete ve Kürtçe televizyon yayını olması gerektiğini savunan her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, kim olduklarına bakılmaksızın ve hiçbir ayrım gözetilmedenm uygulamadaki yasalar çerçevesinde cumhuriyet savcıları tarafından açılan davalar ile yargı önünde hesap vermişlerdir. Konumuz içinde yer alan gelişmeler biterken, Türkiye vurguncular tarafından soyulan, milyonlarla ifade bulan vatandaşlarının sefalet içinde yüzdüğü, her türden sosyal güvenceden yoksun olarak yaşam mücadelesi vermeye çalıştığı bir ülke konumundadır. Yakın tarihte İran’da, Şah yönetiminin sürdüğü dönemde, “Ben, devletin sesiyim” iddiasını katı biçimde sergileyen Pehlevi’nin resmi istihbarat örgütünün uygulamaları sonucu, İran bir gecede kökten dinci bir rejime sarılıvermiş ve Şah Pehlevi koca dünyada sığınacak tek bir ülke bulamadığından kahrından ölmüştür. Bugün Türkiye’de mevcut rejim ‘devrilme’ ve ‘ortadan kaldırılma’ gerçeği ile karşı karşıya kalmış bulunmaktadır. Cumhuriyeti koruma görevi cumhuriyet savcılarına aittir. Mevcut rejime ve mevcut yasalar aykırı beyanlarda bulunarak, kendi seslerini ‘devletin sesi’ gibi gösterenler, Cumhuriyet Devrim ilkeleri’ne tümüyle aykırı ve ulusal güvenliği hiçe sayabilen istemleri uygulamaya koymaya kalkışanlar, kim oldukları ve hangi görevde bulunduklarına bakılmaksızın, hiçbir ayrımcılık gözetilmeden ‘adalet’in kollarına teslim edilmelidir. Gelişmeler kanıtlamaktadır ki; terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’a, ulusal çıkarlara aykırı ve milli güvenliği ortadan kaldırmaya yönelik taktikler geliştirilerek sunulmakta ve Öcalan’dan bu doğrultuda yarar sağlanmaktadır. Terör örgütü PKK ve taraftarlarına, Kuzey Irak ve Türkiye içindeki silahlı terör gruplarına mesaj iletilmektedir. Mesajı ileten ise; MİT Müsteşarı ve yardımcıları olmuştur. Gerçekleşenler; özde ‘kılavuzluk’tan başka bir şey değildir. Başsız kalan terör örgütü PKK ve yandaşlarına başarı kazanabilmelerinin yolları, MİT üzerinden, CIA’in Türkiye’deki işbirlikçilerince işaret edilmiş ve amaçlanan mesaj ulaştırılmak istenen noktalara iletilmiştir. Özetle; hukuk platformunda ‘suç’ işlenmiştir. Vu bu süreç ‘alenen’ sergilenmiştir. Cumhuriyet savcılarının görevden kaçınmaksızın gereğini yerine getirmeleri, gerekli bir zorunluluğa dönüşmüştür. |