#1
|
|||
|
|||
Araplarda Kabile Yapısı
Araplarda Kabile Yapısı
Selami Bakırcı* Daha çok ilkel toplumlarda görülen kabile, yerleşik olmayan, belirli bir yaşantı düzeyi bulunmayan ve tabiatta geçimini sağlayabileceği yerlere konaklayan küçük topluluk¬lardan ve pek çok aileden oluşmuş sosyal bir organizasyondur. Tarihte bu tarz yaşantılarıyla ün salmış toplumlardan biri de Araplardır. An¬cak kabile hayatının Araplarda pek de basit bir görünüm arz etmediği ve tamamen düzensiz olmadığı görülmektedir. Orta boyutta bir toplum yaşantısını yansıtan kabilecilik, bireyleri sıkı bağlarla bir birine ve aynı zamanda kendisine bağlayan, bireye hak ve sorumluluklar yükleyen, kendisine bağladığı fertlerin haklarını savunmada diğer topluluklara karşı bir devlet gibi davranan, dolayısıyla savaşlar ve barışlar hatta anlaşmalar yapan, inançları, örf ve adetleri uğrunda mücâdele eden ve kendi içindeki toplumsal hayata yön veren bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bütün bunlara bağlı olarak, kabilenin yapısı, işleyişi, düzeni vs. gibi değişik alanlarla ilgili zengin bir terminoloji gelişmiştir. Bu terminoloji, tabiatıyla edebiyat alanına olduğu gibi yansımış ve savaşlarıyla ünlü olan kabilelerin faaliyetleriyle ilgili zengin bir edebî birikim günümüze kadar ulaşmıştır. Söz konusu edebî birikim içerisinde bu yapının ve terminolojinin bilinmesinin son derece önemli olacağı kanaatindeyiz. Ünlü edîb Câhız'ın işaret ettiği gibi genel kanaate göre İslâm'dan önceki 150 yıla Câhiliye dönemi, bundan ötesine ise elde fazla bilgi olmadığından ilk Câhiliye dönemi (prehistorik dönem) denmektedir. Bu dönemlerde, diğer bir ifade ile İslâmiyet’ten önce Arapların yaşamış oldukları hayat tarzı genel yapısı itibariyle kabile hayatına dayanmaktaydı. Oluşturulan hayat tarzı, yani kabilecilik, genellikle aynı nesilden gelen ve ortak çıkarlar etrafında toplanmış olan bir aileler birliğinin yaşam şeklidir. Kabilecilik ve yapısının daha kolay anlaşılması bakımından Câhiliye Araplarının sosyal yaşantılarına kısaca bakmakta fayda vardır. Arap yarımadasının sıkıcı tabiatı, yağmurların cimriliği, susuz ve sıcak aşılmaz çöller Arapları göçebe hayatına zorlamıştır. Bundan dolayı Arap yarımadasında yaşayanlarn çoğu bedevî, taşınabilir mallara sahip ve sürekli yer değiştiren bir hayat tarzına sahiptiler. Ayrıca bu geniş sosyal hareketlilik vatan tutma istikrarsızlığını da beraberinde getirmiştir. Bu sıkıcı hayat şartları Bedevî Arapların günlük hayatlarında olduğu gibi moral yapıları ile karakterlerine de yansımıştır. Şöyle ki, kahraman, cömert, ahlâklı, hoşgörülü, misafirperver ve savaşçı bir ruha sahip olmak övündükleri hususiyetlerin başında gelmekteydi. Tarihçiler Arapların yaşadıkları vatanı, genel olarak beş kısma ayırmışlardır: Tihâme, Hicâz, Necid, Aruz ve Yemen. Bu bölgeler coğrafî yapı ve özelliklerine göre isim almışlardır. Bu coğrafya üzerinde yaşayan Araplar temelde iki ana kola ayrılmakta, diğer bir ifadeyle iki ataya dayanmaktadır. Arap yarımadasının güneyinde Kahtâınîler, kuzeyinde ise Adnânîler yerleşmişlerdir. Her iki bölgede yaşayan Araplar belirli bölgelerde sosyal guruplar oluşturarak hayatlarını sürdürmeye çalışmışlardır. Kabile, gerek güneyde gerekse kuzeyde sosyal, siyasî ve hatta geçim kaynağı olan sanat bakımından toplumsal yapının temelini oluşturmaktaydı. Güneyde görülen istikrar, coğrafî özellikler ve verimli topraklar yanında buralarda sosyal, siyasî, iktisadî ve medeniyet yönünden gelişmiş Ma'în, Sebe', ve Hımyer gibi eski devletlerin bıraktıkları kalıntılara dayanmaktaydı. Güney¬deki bu özelikler yanında kuzeyde de istikrarsızlık hakimdi. Buralarda bedevîlik hayatının derin izleri bulunmaktaydı. Bunun yanında kuzeyde de Mekke, Medine ve Tâif gibi istikrara sahip pek, çok yerleşim merkezleri mevcuttu. Ayrıca güneyde bulunan organize bir devlet teşekkülünün kuzey Araplarında bulunmaması, toplumun bir kargaşa ve anarşi içerisinde yaşadığı anlamına gelmez. Görüldüğü gibi devletin yapması gereken görevleri bir kısmını bunların arasından “Kabile” denen bir birlik üstlenmiştir. Toplumun idaresi kabile esasına dayandığından, kabilenin emniyeti, savunma veya taarruz hareketleri, sosyal ve siyasî durumları, ferdin kabileye karşı olan görevleri veya kabilenin bireye karşı sorumluluğu gibi bütün işler belirli kurallar çerçevesinde yürütülüyordu. Görüldüğü gibi Câhiliye Araplarının en belirgin hayat tarzlarından belki de en önemlisi, yaşantılarının kabile esasına dayanmış olmasıdır. Kabile ne demektir? K B L (قبل) kökünden türemiş olan bu kelime, ilk (orijinal) manalara kadar inen büyük çaplı lügatlerde, bir bütünü oluşturan parçalardan her biri, veya aynı türden oluşan gurup ve sınıf gibi değişik anlamlara gelmektedir. Bu bağlamda, bir babanın nesli , cemaat veya kafatasını oluşturan kemiklerden her biri anlamını da içermektedir. Daha çok (قبائل) vezninde çoğul şekliyle kullanılan bu kelimenin bazı terkipleri şöyledir: (قبائل الشجرة) = Ağacın dalları, (قبائل الرحل) = Yolculuk esnasında yüklerinin bağlanmasında iplerin oluşturduğu bağlam ve ayrılımlar (قبائل الناس) = Birbirlerine bağlı değişik guruplardan oluşan insan toplulukları. Bu bağlamda bir topluluk veya bir gurup halinde belli bir insan kütlesini ifade eden kabîle¬nin sosyolojik yapı itibariyle hem alt tabakaları ve hem de bir üst sınıfının olduğu görülür. Bu üst sınıf şa’b (شعب)'dır. Karşıt anlamlar içeren kelimelerden olan şa’b, toplayıp bir araya getirmek; dağıtmak veya ıslah etmek, yapmak; bozmak ve ifsat etmek anlamlarına gelmektedir: Bu anlamda şa’b, "kabîle" denen parçaların birbirine bağlı ve ayrılmaz şekilde oluşturdukları bütün demektir. Diğer bir ifadeyle kabilelerin bir araya gelmesiyle şa’b oluşur. Bu itibarla büyük kabile olan şa’b; alt kabilelerden oluşan bir topluluk veya bu kabilelerin so¬nuçta vardıkları aynı soy anlamını taşımaktadır. Kabilenin diğer alt tabakalarından en yaygın olanları ‘imâre, batn, fahz ve fasîle'dir. Bunu tam sırasına koyduğumuzda: Şa’b / Kabîle / ‘İmâre / Batn / Fahz / Fasîle şeklinde altı tabakadan oluştuğu görülür. Başka bir deyişle her alt gurup bir üst gurubun bir bölümüdür. Yani şa’b kabilelerden; kabile ‘imârelerden; ‘imâre batınlardan ...vs. oluşur. Örneğin, Kinâne kabîle, Kureyş 'imâre, Kusay batn, Hâşimoğulları fahz, Abbâsoğulları ise fasîledir. Kabile, farklı boylardan oluştuğu gibi aynı ırka mensup küçük bir guruptan da oluşabilirdi. Dolayısıyla değişik ırklardan oluşan topluluğa kabile dendiği gibi bir babanın oğullarının oluşturduğu guruba da aynı isim verilmiştir. Câhiliye toplumunun yapısında en fazla dikkat çeken hususlardan birisi de kabile yapısının, insanın vücut yapısına benzetilmiş olmasıdır. Şa’b kafatasına, kabile, bu kafatasının ayrılmaz parçalarından her birine, ‘imâre vücudun göğüs kısmına; batn isminden de anlaşılacağı üzere karın kısmına, fahz dizlere ve fasîle de diz kapağından aşağı kısmına benzetilerek, baş esas kabul edilmiş, yukarıdan aşağıya doğru bir sıralama ile aslından uzaklaşan kabileler durumlarına göre isim almışlardır. Bu sıralamaya bir takım itirazlar olmakla birlikte şa’bın söz konusu toplulukların en büyüğü olduğundan bu ismi aldığı ve ilk sırada tutulduğu ileri sürülmektedir. Câhiliye döneminde Arap yarımadasına baktığımızda, kendi kabuğuna çekilmiş bağımsız ka¬bilelerden oluşan bir toplumun bulunduğunu görmekteyiz. Bu kabileler, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Adnânîler ve Kahtânîler olarak bilinen iki ana koldan birine dayanmaktadır. Adnânîlerin en meşhur kolları, Mekke'de Kureyş, Tâif’te Sakîf, Bahreyn’de Abdulkays, Yemen’de Benû Hanîfe, Dehnâ çölünde Temîm ile Dabbe; Yarımada’nın Kuzeydoğu’sunda Yemâme, Bahreyn’e doğru uza¬nan bir çizgide Benû Bekr ile diğer kolları gelmektedir. Ayrıca Kinâne, Mekke yollarındaki Huzeyl, Necid’deki Kaysu ‘Aylân kabileleri de Adnânîlerdendir. En önemli kabileleri ise Hevezân, Süleym, Amir ve alt kolları olan Kilâb, Akîl, Müzeyne ve Benû Sa‘d kabileleridir. el-Mufaddal ed¬-Dabbî’nin derlediği kasidelerin birinde Tağlib kabilesi, cömetliği ve savaşçılığı ile övülürken bu arada diğer bazı kabileler de kendilerine ait özellikleriyle sıralanmaktadırlar. Arap yarımadasında yaşayan kabileler, soylarının mutlaka Adnânî veya Kahtânî ko¬lundan birisine ait olduklarını ileri sürmüşlerdir. Bu hususta bir takım tartışmalar da yapılmıştır. Ancak iki koldan birine dayandığı muhakkaktır. Dağınık ve guruplar halinde yaşayan bu kabilelerin zaman zaman bir araya geldikleri görülmektedir. Kureyş kabilesi buna en güzel örnektir. Bu kabilenin ileri gelenlerinden olan Kusayy, bazı küçük kabileleri bir araya getirdiğinden kendisine bu manada "muceınmi'= toplayıcı, birleştirici”, bir araya gelen ka¬bilelere de "Kureyş" denmiştir. Dolayısıyla en meşhur kabilelerden biri olmuştur. Diğer taraftan Kureyş’in zaman zaman çeşitli bölgelere dağıldığını ve aralarında bir arazi paylaşımına gittikleri görülür. Bu itibarla Mekke vadilerinde ikamet eden Kureyşlilere Kureyşu'1-bitâh, Mekke’nin çevre¬sinde iskân edenlere Kureysu’z-zevâhir adı verilmiştir. Aynı şekilde Kureyş kabilesinden ayrılıp belli bir bölgede iskân eden oymaklara Kureyş’u'l-‘âriye veya Kureyş’ıı'1-‘âzibe denmiş; veya evlilik yoluyla kabileye katılmış olan kadınlardan dolayı isim almışlardır. Örneğin Huzeyme oğullarından Ukeyde b. Huzeyme, başka bir kabileye mensup ‘Âize bint el-Hıms adında bir kadınla evlenmiş olduğundan bu kabileye Kureyşu'l-‘âize de denmiştir. Kureyş kabilesi büyük ve ünlü bir kabile olduğundan gerek ismi ve gerekse kolları üzerinde daha değişik değerlendirmeler bulunmaktadır. Câhiliye Arapları arasında kabileye karşı büyük bir bağlılık vardı. Bu bağlılık İslâmî dönemde, özellikle Emeviler döneminde de devam etmiştir. Kabileye ve dolayısıyla soya sıkı bir şekilde olan bağlılık, bununla ilgili olarak soy ilminin (İlmu'1-ensâb) doğmasına neden olmuştur. Hatta, Câhiliye Arapları arasında kabileye karşı duyulan hassasiyet ve bağlılık, günümüzde vatana olan bağlılık derecesinde olduğunu ileri sürenler de vardır. Bütün bunlar, fertlerinin aynı köke (orijin) ve aynı vatana ortak olma esasına değil, kabilecilik sistemine ve bu yönde oluşturulan organizasyona dayanmaktaydı. Kabile içerisinde fertler aynı derecede değildi. Kabile reisleri, kabilenin her şeyinde sorumlu oldukları gibi, kabile içerisinde bir takım ayrıcalıklara da sahiplerdi. Kabile içerisinde hürler bulunduğu gibi esirlerde vardı. Ancak kabileye karşı sorumlulukta veya kabileye gelecek olan her hangi bir çıkardan yararlanmada her fert eşit sayılırdı. Bütün bireyler bir birlerine karşı sorumlu ve kabilenin bütün örf ve adetlerine sıkı sıkıya bağlı olmak zorundaydı. Aksi takdirde kabileden dışlanırdı. Kabileler arası ilişkilere bakıldığında, göze çarpan ilk husus, kabileler arası savaşların oldukça fazla olmasıdır. Bu mücadele ve düşmanlık Adnânîler ile Kahtanîler zamanından beri süregelmiştir. İki kabile arasında müthiş mücadeleler olmuştur. Hatta savaşlarda dahi farklı işaretler, örneğin biri kırmızı bayrak kullanırken diğeri sarı renkli sarık veya bayrak kullanmıştır. Su, hayvanlarının yemi, yiyecek veya herhangi bir haksızlık yüzünden çıkan tartışmalar büyümüş, kanlı savaşlara dönüşmüş, her hangi bir katl veya ihanetten dolayı patlak veren bu savaşların kırk yıl sürdüğü dahi olmuştur. Kan dökmek normal bir şey olup buna gösterilen tepki, yine kılıçlar çekmek ve yine kan dökmekle olmuştur. Bu savaşlar o kadar fazla ve o kadar meşhur hale gelmiştir ki, Araplar arasında bunlarla ilgili olarak Eyyâmu'1- Arab adıyla bilinen bir ilim dalının doğmasına neden olmuş ve bu savaşlar ya çıkış sebepleri veya yapılan yerlere göre isim almışlardır. Dâhis, Ğabrâ, Besûs, Zî-kâr, Şi'b vs. gibi. Bitmez tükenmez kanlı savaşların tabiî sonucu yanında can, mal, ve namusun korunması amacıyla hem aralarındaki bu savaşlara son vermek ve aynı zamanda kabileler arası bir takım sosyal ve siyasî düzenlemeler yapmak maksadıyla bazı anlaşmalar yapmışlardır. Diğer bir ifadeyle sürekli savaşlar sonucu anlaşma yapmaları kaçınılmaz olmuştur. Düşmana karşı koymak için güçlü hale gelmek ve en azından iyi bir savunma yapabilmek için küçük ve zayıf kabileler bir araya gelerek tek bir kabile halinde ittifaklar oluşturmuşlardır. Bekrî’nin ifadesiyle güçlü kabilelerin zayıf kabi¬leleri ezmeleri ve sömürmeleri sonucu zayıf veya küçük kabileler güçlü ve büyük kabilelere iltihak ederek büyük veya güçlü kabilenin sahip olduğu hak ve sorumluluklara ortak olmuşlardır. Bu ifa¬de, kabileler arasında bir rekabetin olduğu kadar, ezen ve ezilen sınıfların varlığım da göstermektedir. Ayrıca bir kaç kabile kendilerine karşı yapılacak her hangi bir saldırı veya haksızlık karşısında ortak hareket etmek amacıyla bir nevi pakt oluşturmuşlardır. Dolayısıyla kabi¬leler arası bir güvence oluşturulmaya, bir birine yardım etme, korunma ve kollanmaya dayanan bir organizasyona gidilmiştir. Bu itibarla kabileler arası bir dayanışmanın oluşturulduğu, bir birlerini destekledikleri veya bazı kabilelerin diğer büyük kabilelerin idaresi altına girdiği görülür. Diğer taraftan kabileler arasındaki bu kanlı savaşlar, her ne kadar bir taassup ruhuyla kabile¬nin çıkarları yanında şan ve şerefini bozmaya yönelik gibi görünse de o dönemde bile hoş karşılanmamıştır. Zira bu savaşların korkunç sonuçları ve zihinlerde bıraktığı derin tesirler edebiyat alanına da yansımış ve bu duygular şâirler tarafından dile getirilmiştir. Örneğin Muallaka şâirlerinden Zuheyr b. Ebî Sülmâ bu durumu "Savaşlardan doğan pişmanlıkla avuçlarını ovalandığını ve bunu zihinlerde bir sarsıntının takip ettiğini görürsün” mealindeki beytiyle veciz bir şekilde ifade etmeye çalışmıştır. Şâir bu sözünde savaşların dehşetine, bıraktığı ağır sonuçlara ve sonunda fayda vermeyen pişmanlıklara dikkat çekmiştir. Aralarındaki savaşlara son vermek veya barış içerisinde yaşamak için aralarında bir takım anlaşmalar yapmışlardır. Kinâne kabilesinin bir kolunu oluşturan Hâşimoğulları, Huzâ‘a’nın kolu olan Lihyân ve Mustalak kabileleri ile diğer bazı kabilelerin oluşturdukları bu tür bir pakta el-Ehâbiş denmiştir. Bu anlaşmalarını Mekke’nin aşağısında Hubeyş denen bir dağın eteğinde toplanarak yaptıklarından bu ismi almışlardır. Bunlar Kureyş’in hâl’ifleri (müttefikleri) olarak da bilinirler. Farklı gurupların oluşturduğu topluluk anlamında olan bu paktın başkanlığına Huleys adında biri seçilmiştir. İlk bakıldığında Bekroğul¬larına karşı oluşturulmuş olan Ehâbiş gurubu ile Kureyş kabilesi de Kinâneoğullarına karşı bir anlaşma yapmıştır. Bu ikili ittifaka daha snra Huzeyl kabilesi de katılmıştır. Bu anlaşmaların belki de en önemlilerinden birisi, Abduddâr ve taraftarlarına karşı, Abdumenâf, Zühre, Teym ve Esedoğul¬larının kurmuş oldukları pakttır. Büyük bir kaba zemzem suyu koyup kendileri bundan yıkandıktan ve Kâbe’¬nin rükünlerini de yıkadıktan sonra bu sudan içip Kâbe’ye el sürerek yemin ettiklerinden Mutayyebîn (temizlenmişler) adını alınışlardır. Diğer bir rivayete göre yapılan güzel bir kokuya ellerini batırdıklarından (buna göre güzel koku sürünenler anlamım alır) veya kestikleri bir devenin kanını bir kaba koyarak ellerini bunda yıkadıklarından bu ismi almışlardır. Bu anlaşmanın maddesi ise, “Biz, geceler karanlık ve gündüzler aydınlık olduğu sürece, bi¬zim dışımızdakilere karşı tek yumruk alacağız.” Görüldüğü gibi bir güç oluşturma amacını taşıyan bu anlaşmanın uzun vadeli ve güvenilir olmasına dikkat edilmiştir. Yapılan anlaşmanın bozulması kabile için bir ayıp sayılırdı. Kabile şairleri yaptıkları anlaşmaları bozmamakla ve karşı tarafa haksızlık etmemekle, yani vefakârlıkla övünmüşlerdir. Zaten yapılan anlaşmayı bozmak savaş sebebi sayılırdı. Arap Edebiyatı Tarihinde Besus ismiyle biline meşhur savaşın çıkış sebebi de budur. Paktlar arası bir anlaşma yapılacağı zaman üçüncü bir paktın gücendirilmemesine dikkat edilmiştir. Bunun en güzel örneği yine pek meşhur bir anlaşma olan Hılfu'l-Fudûl anlaşmasında görmekteyiz. Genel olarak bilinen bir kanaate göre ekonomik bir sebebe dayalı olarak yapılmış olan bu anlaşma yapılacağı zaman Mutayyebîn gurubu müttefiklerinin, müttefikleri de bunların kendilerine karşı tavır alırlar korkusuyla ihtiyatlı davranmışlardır. Bu anlaşmaların bir kısmı, Mekke dahilinde bütün kabileler arasında hür, köle, kadın, erkek, şerefli veya sıradan birisi kim olursa olsun kimseye haksızlık yapılmayacağına, herhangi bir haksızlığa uğradığında hakkını, gasp edenden alıncaya kadar, haksızlığa uğrayanın yanında olacaklarına ve bu haksızlığı ortadan kaldırıncaya kadar çaba sarf edeceklerine veya en azından bu gayreti gösterdikleri imajını vereceklerine yemin ederek yapmış oldukları bir tür hak arama paktıdır. Bir nevi günümüzdeki hak arama kurumlarına benzeyen bu anlaşmalardan olan Hılfu'l-Fudûl’a Hz. Peygamber hem katılmış, hem de daha sonraki dönemlerde böyle bir şey olursa olumlu bakacağını ifade etmiştir. |