#1
|
|||
|
|||
ESMA-İ HÜSNA: Habîb
Habîb
Allah (c.c.), Habîb-i Kulûb'dür, Mahbûb'tur. Yani, Cenâb-ı Hak çok sevilen, çok istenen, çok aranan, çok arzû edilen; Kendisine sonsuz muhabbet duyulan, rızâsı istenen, emrine râzı olunan, tazim gösterilen ve itaat edilendir. Cenâb-ı Hakkı seven ve Ona muhabbet duyan, Onun rızâsına nâil olur ve ebedî saadeti kazanır. Peygamber Efendimiz'in (a.s.m.) Cevşenü'l-Kebîr'de bildirdiği Habîb ve Mahbûb isimleri, Cenâb-ı Hakkın inanan kalplerin sevgilisi olduğunu ifâde eder. Kur'ân'da fiil sîgası olarak mânâ itibariyle mevcuttur. İlgili âyetleri inceleyelim: "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın" (Âl-i İmran Sûresi: 31) "İnsanlardan bazıları Allah'tan başkasını Allah'a denk ilahlar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi." (Bakara Sûresi: 165) Hâlık-ı Kerîm'in, insanlar içinde seçkin kulları bulunduğunu kaydeden Bedîüzzaman, Cenâb-ı Hakkın bilhassa Habîb-i Ekremini (a.s.m.) pek ciddî sevdiğini; binâenaleyh Resûlullah'ın (a.s.m.) sünnet-i seniyyesine uyanın, Allah'ın muhabbetini kazanacağını beyan eder. "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun. Tâ ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafûr ve Rahîm'dir," âyeti bütün Müslümanları Allah Resûlünü (a.s.m.) sevmeye ve emânet bıraktığı sünnete uymaya davet etmektedir. Bedîüzzaman'a göre, dünyevî sevgiler hakîkî muhabbet değil, mecâzî muhabbettir. Mecâzî sevgililerin yüzünde fânîlik damgası görülmeli ve muhabbet doğrudan Cenâb-ı Hakka yöneltilmelidir. Allah'ı sevmek ve Allah tarafından sevilmek insanın yükselebileceği mânevî mertebelerin en yükseğidir. Îmân bu sevgi mertebesinin en mühim iksiri ve anahtarıdır. Muhabbetini, ilk önce Allah'a veren bir insanın, Onun muhabbeti dolayısıyla Allah'ın sevdiği her şeyi seveceğini belirten Bedîüzzaman, bunun da îmânla mümkün olduğunu kaydeder. Bedîüzzaman'a göre, bir kimseye Allah'ın îmân ihsân etmesi, nîmet olarak ona yeterlidir. Çünkü bir mü'min, îmânı sayesinde kazandığı engin, asîl ve sonsuz muhabbetle, görünen ve görünmeyen varlıklar ve varlıklar ötesi âlemlerin içerdikleri sonsuz nîmetlerin tamamından istifâde eder. Beşerin kâinat Hâlıkına karşı hadsiz bir muhabbet istidâdı ile yaratıldığını beyan eden Bedîüzzaman, insanın yaratılışında cemâle karşı bir muhabbet, kemâle karşı bir saygı ve ihsâna karşı bir sevmek bulunduğunu, muhabbetin ve sevginin ise cemâl, kemâl ve ihsân derecelerine göre ziyâdeleşeceğini ve aşkın en son derecesine kadar yükseleceğini, binâenaleyh, sonsuz cemâl, kemâl ve ihsân sahibi olan Hâlık-ı Zülcelâlin sonsuz derece sevilmeye ve muhabbete müstehak olduğunu kaydeder. Bütün sevenlerin hakiki muhabbetlerinin, Mahbub olan Cenâb-ı Hakkı gösterdiğini beyan eden Bedîüzzaman, herkesin kalbindeki aşkın ve sevginin, sağlıklı düşünen akıl ve kalplere Mahbub-u Lâyezâlîyi bildirdiğini; dünyevî sevgililerin ayrılışından elem ve keder duyulmaması gerektiğini, çünkü Mahbub-u Hakîkinin Bâkî olduğunu kaydeder. Bedîüzzaman'a göre, ebediyet olmazsa, geçici ve yok olucu insan, ebedî ve bâkî olan Cenâb-ı Hakka tam muhabbet duyamaz. Çünkü insan, güzele eli yetişmezse onu çirkin bulur. Bundandır ki ebedî hayatın îcâdı, Cenâb-ı Hakkın kullarınca sonsuz bir aşkla sevilmesine vesîle olmaktadır. Bediüzzaman Saîd Nursî, insanın, muhabbet duygusunu bekâsız ve fânî varlıklara dağıtarak, kendisine yazık ettiğini belirtir. Çünkü mahlûkat fânîdir. Oysa o eserlerde cilveleri ve nakışları görünen Allah'ın isimleri dâimîdirler, bâkîdirler. İnsanın, fânî de olsa güzel şeylere karşı kalbinin sevgisini söküp atması şüphesiz kolay değildir. Ancak insan, irâdesi ile muhabbetin yüzünü bir mahbubtan diğer mahbûba çevirebilir; hoşlandığı şeyleri Cenâb-ı Hakkın nâmına ve Onun hesabına sevebilir. Güzel şeyleri, "Ne kadar güzel!" nazarıyla değil, "Ne kadar güzel yapılmış!" diyerek sever ve böylece mânevî şükrünü de edâ etmiş olur. |