#1
|
|||
|
|||
Marifetullah Ehli ve Marifetullah İlmi
MARİFETULLAH EHLİ ve MARİFETULLAH İLMİ “Allemenî Rabbî = Rabbim Bana Öğretti”: Bir ilim vardır ki buna mârifetullah ilmi denir. Kitap satırları arasında bulunmayan, ancak Allah-u Teâlâ’ya yakın olanların sadırlarında, kalplerinin derinliklerinde gizli bulunan ilim marifetullah ilmidir. “Rabbim bana öğretti.” (Yusuf: 37) Âyet-i kerime’sinde buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ’nın takvâ ve taat sahiplerinin kalbine nurunu akıtması ile Marifetullah ilmi husule gelir. Marifet, bütün varlıkların muhiti olan Allah-u Teâlâ’yı tanımaktır. Zira O’ndan başka ve O’nun fevkinde başka bir şey yoktur. Allah-u Teâlâ’nın kullarına imandan sonra en büyük ihsanı iki şeydir; biri mârifetullah, diğeri muhabbetullah. Muhabbetullah Allah sevgisidir. O Allah’tan gayrı bütün sevgileri yakan bir ateştir. Ruhun zaferi ve sevinç kaynağıdır. Mârifetullah ise muhabbetullah’tan daha hassas bir makamdır. Bu incelik ve hassaslık nereden geliyor? “Muhabbetullah”ta sen varsın ki muhabbet ediyorsun. “Mârifetullah”ta ise O var, sen yoksun. Ne sen kaldın ne de muhabbetin kaldı. Bu hususta bazı zâtlar tarafından birçok izahlar yapılmışsa da, fakirin kanaatı Hakk’ta hiç olmaktır. İnsanı diğer varlıklardan ayıran ve onu Allah’ın halifesi yapan en büyük özelliği, Allah-u Teâlâ’nın ona bahşettiği akıl ve onun semeresi olan ilim-irfan sahibi oluşudur. “Ve Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti.” (Bakara: 31) Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre, Allah-u Teâlâ ona eşyanın isimlerini, mahiyetlerini ve hususiyetlerini bir bir öğretti. Bu makam Allah-u Teâlâ’nın Âdem Aleyhisselâm’a her şeyin ismini öğreterek, ona verdiği üstünlüğün zikredildiği makamdır. Mârifet, Hakk’ın ilminin var olduğu yerde kişinin bilgisizliğinin ve hiçliğinin mevcut olmasıdır. Mârifetullah budur. O Allah-u Teâlâ’yı görür, kendisini görmez. Kendisi yok ki ilmi olsun. Allah’ın kadrinin yüce oluşu, O’nun hakkında mârifet sahibi olduğuna delâlet etmektedir. Bu da yalnız O’nun var olduğunu bilmektir. Allah’ın kadri hariç bütün kadir ve kıymetleri hakir bulmak, Allah’ın kadri yanında başka bir kadir ve değer görmemektir. Bunlar hep mârifetullah ehline âittir. Allah-u Teâlâ’nın zât, sıfat ve fiillerini anlamak, hikmetlerini müşâhede etmek, kalbe tecelli eden hakiki hakikatlerle mümkün olur. İlmin en üstün derecesi kalbe tecelli eden bilgidir. Allah-u Teâlâ’nın koyduğu bilgi esastır. Marifetullaha en kestirme yoldan ulaştıran, en efdâl, en makbul ilim, hakiki ilim de budur. Bizâtihi aranan ilmin tâ kendisidir. Çünkü marifet-i ilâhî’nin fevkinde hiçbir marifet yoktur. İnsanlar bu ilimle ebedî saâdete ererler. Diğer bilgiler zandan ibarettir. Bu ilim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin kalb-i şerif’lerine Miraç gecesi kondu. O ise bu sırrı gizli tuttu, ancak çok yakınlarına açtı. O sır bereketi ile şeriat ahkâmı kıyamete kadar bâki kalacaktır. Tecelliyât-ı ilâhiye akıl ile bilinmediği gibi ilim ile de bilinemez ve çözülemez. Yakınlık âleminden coşar gelir. Hakiki ilim de budur. İlim içinde ilimler olduğu gibi, yollar içinde de yollar vardır. Bu bir iç âlemdir, dıştan görülmez. Gönül Cenneti: Bu gibi kimseleri Allah-u Teâlâ daha dünyada iken gönül cennetinde yaşatır. Marifeti arttıkça ahiret cennetindeki yeri de yükselir ve cennete konmaya lâyık olur. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde: “Dünyada da muhakkak bir cennet vardır. Onu bulan kimsede cennet arzusu kalmaz. O cennet mârifetullahtır.” buyurmuştur. Biz bunu gönül cenneti diye vasıflandırıyoruz, bu hayat her şeyin fevkindedir. Allah-u Teâlâ dilediklerini derecelerine göre dilediği sahada çalıştırır. Çok sevdiğini ise kendi maiyyetine alır. Zâtî tecelli ile beşeri sıfatlar yok olduğu zaman, Allah-u Teâlâ’nın zâtına karşı irfan husule gelir. Marifetullah’a yükselen bir ârif, Hakk’ın nuru ile hakikatı görmeye başlar. Bu ise vahyin bir kolu olan “İlhâm-ı ilâhî” ile olur, “Kalp gözünün açılması” ile veya “Rüyây-ı sâdıka” ile olur. Bu ilim sahiplerinin muallimi Allah-u Teâlâ’dır, onlara dilediği kadar duyurur. Onlar Fenâfillâh makamına alınmış olan ve halkı Hakk’a götüren kimselerdir, sayıları çok azdır. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki: “Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’râf: 181) O’nun memur ettiği, vazife için ileriye sürdüğü kimseler bunlardır, Hakk’ı tebliğ eden ve halkı Hakk’a çağıran yine bunlardır. Onların kalbinde yalnız Hazret-i Allah olduğu için Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah’a götürürler. Onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ’nın Kudsî ruh ile desteklediği, kalplerine nuru akıtıp hakikatı bildirmek için gönderdiği kimselerdir. Bu ilâhî hüküm Asr-ı saâdet’ten kıyamete kadar geçerlidir ve müslümanlar için büyük bir müjdedir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki: “Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud: 4391) Bunlar yüz senede bir, vazifeli olarak gönderilmiş olanlardır. Yüz senede bir gelenler ayrıdır, nâdir olarak gelenler ayrıdır. Sadır İlmi - Satır İlmi: Bir zâhirî hoca vardır, öğretmeye “Elif”ten başlar. Kişi günâ gün öğrenir. Daha derin hoca vardır, ilimden öğretir. Açıklayabildiği kadar Âyet-i kerime’leri açıklar. Hadis-i şerif’leri izah edebildiği kadar izah eder, en güzelini öğretmeye çalışır. Fakat bu öğrettiği şey satırdan alınmıştır. Satırdan aldığını nakletmeye çalışır. Bir de Allah-u Teâlâ’nın öğrettikleri vardır. Allah-u Teâlâ’nın talebeleri sadırdan alır. Allah-u Teâlâ an be an yeni tecelliyatlarda bulunur. Nurunu kalbine akıtması ve nakşetmesiyle gizli sırlara muttali olur. Kalbindeki esrarı kitaba döktüğü zaman herkes hayret eder. Çünkü halk satır ilmini biliyor, bu ilim ise sadırdan çıktı. Satırın muallimi benî beşer, sadırın muallimi ise Allah-u Teâlâ’dır. Âyet-i kerime’sinde buyurur ki: “Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez.” (Fâtır: 14) Sana hakikatı bildirecek olan, herşeyden kemâliyle haberdar olan zât-ı kibriyâ’dır, diğer haber verenler değil. Kime akıtırsa bu ilim onda bulunur. Hangi hazineye ne kadar cevher kondu ise, o kadar cevher olur. Fakat o cevher hazineye âit değildir. Koyana âittir. Çeşmeden su akar, fakat o su çeşmeye ait değildir. Su kesildiği zaman çeşmeden hiçbir şey akmaz. İlim ikidir: Sadır ilmi, satır ilmi. Satır ilmi duymakla, okumakla öğrenilir, medreselerde tahsil edilir. Bu ilim sahipleri şeriatın zâhirine vâristirler. Şeriat ahkâmını tâlim ederler. Hakk’a vâsıl olmak bu ahkâmın tatbik edilmesine bağlıdır. Ahkâma uymayan her türlü çalışma ve ibadet nâkıstır. Bunun için çok mühimdir. Sadır ilmi Allah-u Teâlâ’nın kalbe koyduğu ilimdir. Buna “Marifetullah ilmi” de denir. Marifetullah ehli bu gayeye ulaşmış ve bu faydalı olan marifetullah ilmine vâkıf olmuşlardır. Hem zâhirî hem bâtınî misal âlemine uçabilmek için çift kanatlı kuş mesabesinde olmuşlardır. Sadır ilmi bâtınîdir, satır ilmi zâhirîdir. Sadır ilmi hususidir, satır ilmi umumidir. Sadır ilmi hallere mahsustur, satır ilmi fiillere mahsustur. Sadır ilmi murakaba içindir, satır ilmi muamele içindir. Sadır ilmi burhan ilmidir, satır ilmi beyan ilmidir. Sadır ilmi hidayet ilmidir, satır ilmi rivayet ilmidir. Sadır ilmi o bilgiyle hakikatte O’na O’ndan başka bir delil olmadığını bilmektir, satır ilmi ise Allah-u Teâlâ’nın kâinattaki sanatını görmektir. Zâhir ehli; ilim okur, okutmak için okur. Okudukça büyür, kendisini dev gibi görür. Bâtın ehli; okur, okudukça küçülür, küçüldükçe küçülür. Birisi halk için okur, birisi Hakk için okur. Birisi halktan ücret alır, birisi Hakk’tan ücret alır. Birisi kendini görür Hakk’ı görmez, birisi Hakk’ı görür kendini görmez. • Bir temsil: Zâhirî ilim yumurtanın dış kabuğudur, kabuk olmazsa yumurtanın hükmü olmaz. Tarikat ilmi beyazıdır, bu ilmi elde etmek için kabuktan içeriye intikal etmek gerekiyor. Hakikat ilmi sarısıdır, daha da ileriye nüfuz edilerek elde edilir. Civcivin çıkması ise marifetullahtır, civciv çıkınca kabuk atılır, artık yumurtadan eser kalmaz. Kudsî ruh ile desteklenmiş olanlar marifetullaha nâil olduğu zaman ene kabuğunu deler, hiç olduğunu anlar, misal âlemine uçar. Fenâfişşeyh tahsili esnasında birçok tecellilere mazhar olunur. Kişi bu tecelliyatlara mazhar olurken herşeyi bildiğini zanneder. Fenâfirrasul tahsiline geçtiği zaman hakikata ulaşır ve hiçbir şey bilmediğini burada öğrenir. Yumurta bir süre sıcakta kalıp, civcivin kabuğu delip çıktığı gibi; Fenâfillâh’a da geçtiği zaman vücut varlığını deler, yol bulur. Kudsî ruh ile desteklenen kimseler Lâhut âlemine kadar çıkar. Kabuk değersiz bir hiç olduğu gibi; o anda artık kendi varlığının hükümsüz ve bir kabuktan ibaret olduğunu, herşeyin O’nun ve O’ndan olduğunu gözü ile görür. Bu tahsilde hiç olduğunu öğrenir, var olan Allah-u Teâlâ insanda tecelli eder. Fakat bunu gören dünya yüzünde kaç kişidir? Zâhirde iken insan hep bildiğini söyler, hakikata geçince içeriye nüfuz eder, hiçbir şey bilmediğini itiraf eder. Marifetullah’a geçmesi ile de hiçbir şey olmadığını bilir. Çünkü kurbiyet ve sıddıkiyete nâil olmuş olur. Kabuk da O’nundur, yani zâhirî ilim de Allah-u Teâlâ’nın bir ihsanıdır, beyazı da O’nun ihsanıdır, sarısı da O’nun ihsanıdır. Civcivin çıkması da, mârifetullah ilmi de O’nun lütf-u ihsanıdır. Aslında var olan Allah’tır. Var’ı bulunca varlık ifnâ olur, kişi hiç olduğunu öğrenir. Zâhirde olanların ilmi satır ilmidir, halktan alır. Yani satırdan okumakla, bir hoca tarafından öğretilmekle alır. Nasıl ki bin inşaat mühendisi bir araya gelse, bir doktorun işini yapamaz. Neden yapamaz? Branşları, tahsilleri ayrı olduğu için, birinin ilmini diğeri bilmez. Bu da böyledir. Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor: “Onu sizin için bir ibret ve öğüt yapalım ve anlayışlı kulaklar onu anlasın diye.” (Hâkka: 12) Nice insanlar vardır ki, işitmesi de işitmemesi de birdir. İşittikleri sadece kulağında kalır, kalbine inmez, bunun için de duymamış gibi olur. Çünkü duymak başka, işitmek başkadır. Duyan kalp, işiten kulaktır. • Bâtınî ilim ilham vasıtası ile, Allah-u Teâlâ’nın nuru kalbe akıtması ve dilediğini duyurması ile husule gelir. Zâhirî yani dış ilimlerle iç âlemi bilmek mümkün değildir. “Âlimler peygamberlerin varisleridir.” (Buharî) Hadis-i şerif’i dikkatle incelendiği zaman bu hakikat açıkça görülür. Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez. Hiçbir peygamberin ümmeti vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Bu vazife ancak Ümmet-i Muhammed’e tevdi ve ihsan buyurulmuştur. Onlar vâris-i enbiyadır. Onlara “Vâris-i enbiya” denir. Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar: “Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir’in göğsüne boşalttım.” (Risâle-i Es’adiyye) Kalpten kalbe dökülen ilâhi emanetullah kıyamete kadar devam eder. İşte bütün bu sır buradan geliyor, bütün esrar, bütün gizlilik bu noktadan doğuyor. • Zâhirî ilmin çeşitleri çoktur. Bâtınî ilimlerinki ondan da çoktur. İlm-i iman, ilm-i İslâm, ilm-i ihsan, ilm-i tevbe, ilm-i zühd, ilm-i verâ, ilm-i takvâ, ilm-i ahlâk, ilm-i mârifet-i nefs, ilm-i mârifet-i kalp, ilm-i tezkiye-i nefs, ilm-i tasfiye-i kalp, ilm-i mükâşefat, ilm-i tevhid, ilm-i tecelli-i sıfat, ilm-i tecelli-i zât, ilm-i makamat, ilm-i vusûl, ilm-i fenâ, ilm-i bekâ, ilm-i sekr, ilm-i sahv, ilm-i mârifet ve benzeri ilimler. Âlimler üç taifedirler: Bir taifesi zâhirî ilmi bilirler. İkincisi bâtınî ilmi bilirler. Üçüncüsü hem zâhirî ilmi bilirler hem de bâtınî ilmi bilirler. Bu üçüncüsünden çok azdır. Fakir onları tarif ederken; “Sehm-i nübüvvete vâris olanlar” “Sehm-i velâyete vâris olanlar” “Hem sehm-i nübüvvete hem de sehm-i velâyete vâris olanlar” olarak belirtmişizdir. Adı üstünde vâris, çalışmakla elde edilen bir şey değil. Allah-u Teâlâ doğrudan doğruya nuru kalbine yazmış, Kudsî ruh ile desteklemiş, Resulullah Aleyhisselâm’ın emanetini ona boşaltmıştır. Bütün sırlar bu noktada toplanıyor. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar. “Az bir tevfik, birçok ilimden hayırlıdır.” (Deylemi) Hâtem-ül Enbiyâ -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizden sonra vahiy kesilmiş, ilham kapısı ise açık kalmıştır. Din, kıyamete kadar bâkidir. İnsanların yeni bir dine ihtiyaçları yoktur. Fakat zamanla vesveselere dalıp arzu ve heveslere kapıldıkları için, hakikatı hatırlatmaya, ruhlarını kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır. Marifetullah ancak tasavvuf yoluyla, ruhi zevk ile husule gelir. Diğer bilgilerle hâsıl olmaz. Daha doğrusu Allah vergisidir, bir lütf-u ihsandır. “Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir.” (Cuma: 4) Tasavvufun gayesi içi tahliye etmek ve temizlemektir. İmam-ı Gazâlî Ve Ledün İlmi: Ledün ilmini “İlham nurunun kâmil insan ruhuna bir sirayeti” olarak tarif eden İmâm-ı Gazâlî -rahmetullahi aleyh- Hazretleri “Er-risâletü’l-ledüniyye” adlı risalesinin giriş bölümünde şöyle buyurmaktadır: “Hamd, has kullarının kalplerini velâyet nuruyla bezeyen, ruhlarını lütfun en güzeliyle terbiye eden ve bilgi anahtarıyla irfan sahibi bilginlere tevhid kapısını açan Allah’a mahsustur. Koruyup gözeten, Hakk’a çağıran, ümmetin hidayet rehberi ve peygamberlerin efendisi Peygamberimiz Aleyhisselâm’a ve onun ehl-i beytine, âl ve ashabına salât ve selâm eylerim. Ey okuyucum! Arkadaşlarımızdan biri, bir âlimin, güzide mutasavvıfların dayandığı Gayb ve Ledün ilmini inkâr ettiğini anlattı. Bu Gayb ve Ledün ilmi ki, tasavvuf ehli ona bağlanır ve onun öğrenme ile elde edilen ilimlerden daha kuvvetli ve sağlam olduğunu söyler. Yine bu arkadaşım bana bu Ledün ilmini inkâr edenin şöyle dediğini anlattı: ‘Mutasavvıfların ledün ilmini benim aklım almıyor. Zannetmiyorum ki, bu dünyada hiçbir kimse tahsil etmeden, düşünerek, hayaline dayanarak gerçek ilimden bahsedebilsin.’ Ona dedim ki: ‘Bu adam tahsil yollarını anlamamış, insan ruhunun ne olduğunu ve özelliklerini, gayb ve melekût ilimlerini nasıl alabildiğini bilememiştir.’ Arkadaşım dedi ki: ‘Evet, bu adam, ‘İlim, yalnız fıkıh, Kur’an tefsiri ve kelâmdan ibarettir. Bunların ötesinde başka bir ilim yoktur! Bu ilimler de ancak öğrenme ve çalışma ile elde edilir.’ diyor.’ Ben de dedim ki: ‘Evet, o halde tefsir ilmi nasıl öğrenilecek? Çünkü Kur’an-ı kerim herşeyi kapsayan bir okyanustur. Onun bütün mânâları ve tefsirinin hakikatları halkın elinde dolaşan şu tefsir kitaplarında zikredilmemiştir. Bilâkis tefsir ilmi, bu iddia sahibinin bildiğinden de başkadır.’ Arkadaşım dedi ki: ‘Bu adam sadece Kuşeyrî, Sâlebî, Mâverdî ve diğerlerine nisbet edilen ve halk arasındaki meşhur olan tefsir kitaplarını tanıyor.’ Ben de dedim ki: ‘Bu adam, hakikat yolundan uzaklaşmıştır. Çünkü Sülemî tefsirinde az-çok araştırma yapanların birçok sözlerini toplamıştır. Bu sözler diğer tefsir kitaplarında zikredilmemiştir. Bana öyle geliyor ki ilmi, yalnız fıkıh, kelâm ve halka hitabeden tefsirden ibaret sayan bu adam, ilimlerin bölümlerini, tafsilâtını, derecelerini, hakikatlarını bilmiyor, görünen ve görünmeyen yönlerinden de habersizdir. Cahilin bilmediği şeyi inkâr etmesi âdettendir. Bu iddia sahibi de hakikat şerbetinin zevkini tatmamış ve Ledün ilmine vâkıf olamamıştır. Öyleyse bunu nasıl kabul etsin! Ben, zaten onun bilmediği şeyi taklid veya tahmin suretiyle kabul etmesine rızâ gösteremem.’ Dostum dedi ki: ‘Ben sizin, ilimlerin derecelerini anlatmanızı, sahip olduğunuzu iddia ettiğiniz bu Ledün ilminin gerçekliğini ortaya koymanızı, bu ilmi kendinize göre ele almanızı ve ispat etmenizi istiyorum.’ Ben de: ‘Bu anlatılmasını istediğiniz ilim cidden zor bir iştir. Fakat durumumun müsade ettiği, vaktimin elverdiği ve gücümün yettiği kadar bir başlangıç yapabilirim. Sözü uzatmak istemem; çünkü sözün en iyisi kısa ve öz olanıdır.’ dedim. Allah’tan yardım ve başarı dileyerek bu fasıllarla kıymetli dostumun arzusunu yerine getirdim.” İmâm-ı Gazâlî -rahmetullahi aleyh- Hazretleri adı geçen risalesinde “Ledün ilmi” hakkında gerekli açıklamaları yaptıktan sonra özet olarak şöyle buyurur: “İlâhî öğretim de iki kısma ayrılır: 1. Vahiy gönderme 2. İlham İlham; Küllî ruhun, berraklığına, kabiliyetine ve istidadına bağlı olarak insan ruhunun uyanmasıdır. İlham, vahyin basit bir şeklidir. Çünkü vahiy gaybı açık olarak bildirmesidir, ilham ise gaibteki şeye bir işarettir. Vahiyden hâsıl olan ilme Nebevî ilim, ilhamdan hâsıl olan ilme ise İlm-i Ledün denir. Ledün ilmi, Yaradan ile ruh arasında bir vasıta olmaksızın hâsıl olur. Bu gayb lâmbasından gelerek, hoş ve lâtif bir kalbe düşen ışık gibidir. Ledün ilmi derecesine ulaşanlar çok tahsilden ve öğrenme yorgunluğundan uzak olurlar. Az öğrenir çok bilirler. Az yorulup çok istirahat ederler. Bilmiş ol ki, vahiy kesildi, peygamberlik kapısı kapandı. Hakikat ortaya konduktan ve din tamam olduktan sonra peygamber gönderilmesine insanların ihtiyacı kalmadı. Fakat ilham kapısı kapanmamıştır, küllî ruhun nurundan ümit kesilmemiştir.” • İhyâ-u ulûm’id-din adlı eserinde ise şöyle buyururlar: “Sakın anlamıyorum diye bu ilmi inkâra kalkışma. Aklî ilimleri kavradığını zannederek çizmeden yukarı çıkan âlimlerin helâk noktası burasıdır. Allah dostlarının bu hallerini inkâr eden bir ilimden, cehâlet çok daha iyidir. Kaynak bir olduğu için, velîleri ve kerâmetlerini inkâr, peygamberleri ve mucizeleri inkâr demektir. Peygamberleri inkâr ise tamamen dinden çıkmaktır.” • Hazret’in: “Allah-u Teâlâ’yı tanımanın diğer mârifetlerden daha lezzetli olduğuna” dair bir beyanları da şöyledir: “İlim ve mârifetin lezzeti anlaşılınca, bazı ilimlerin daha lezzetli olduğunda şüphe kalmaz. Çünkü malum (bilinen) ne kadar büyük ve şerefli olursa, ona ait bilgi de o kadar lezzetli olur. Meselâ memleketi idare etme ilmi, terzilikten ve çiftçilikten daha lezzetlidir. Bunun gibi, dinin hakikatini ve inceliklerini bilmek, gramer ve lügat bilgisinden lezzetlidir. Padişah’ın sırlarını bilmek, vezirin sırlarını bilmekten daha lezzetlidir. Demek ki, bilinen şey ne kadar şerefli ise, onu bilmek de o kadar lezzetli ve zevklidir. Dikkat buyurun! Var olanlar içerisinde daha şerefli, daha azametli, daha mükemmel ve celâl sahibi olan Allah-u Teâlâ’dan başka kim vardır? Bütün kemâl ve cemalleri yaratan O’dur. Hiçbir hükümdarın memleketini idaresi, göklerin ve yerin melekûtunu ve bu âlemin düzenini sağlayan Allah-u Teâlâ’nın tedbiri gibi düzenli değildir. Allah-u Teâlâ’dan daha güzel, daha kâmil hiç kimse yoktur. O halde O’nu görmekten, O’na bakmaktan daha lezzetli bir bakış olabilir mi? Bundan anlaşılmış oldu ki, Allah-u Teâlâ’yı ve kendisine ait sırları bilmek, bütün bilgilerden daha lezzetlidir.” Kalbin Lezzeti Marifetullah’tır: Her âzânın hoşlandığı, zevk ve lezzet aldığı şeyler vardır. Gözün lezzeti güzel şeyleri görmek, kulağın lezzeti istediği şeyleri duymak, şehvetinki yemek-içmek, mukarenet, düşmanına galip gelmek gibi şeylerdir. Kalbin lezzeti ise her şeyin hakikatını bilmektir, bu da marifetullahtır. Marifetullah yolunda ne kadar ilerlerse o nisbette lezzet alır. Kâinatın Hâlik’ı ve mutasarrıfı olan Allah-u Teâlâ’nın zât ve sıfatına, esrar ve hikmetine, âsâr ve sanatına, izzet ve kudretine taalluk eden marifetten daha lezzetli; O’na yakın olmak, O’nu tanımak şeref ve saâdetinden daha büyük ne olabilir? Kalp, Allah-u Teâlâ’nın cemâlini müşâhede için halkolunmuştur. Bunun içindir ki kalbin saâdeti muhabbet ve marifetullahtır. En güzel ve en devamlı olan budur. Marifetullah ehli Allah-u Teâlâ’yı canlarından, mallarından, uzuvlarından, evlâd-ü ıyâlinden ziyade severler. Çünkü dünya hayaldir, ne ki varsa seriüz-zevâldir, muhabbet etmeye değmez. Kalp ölümle fenâ bulmadığı için ebedîdir. Ölümden sonra kınından çıkan kılıç gibi daha da kuvvetlenir. Karanlıktan ışığa çıkar ve Cemâlullah’ı müşâhede imkânı daha ziyade olur. Bunun içindir ki, tasavvuf yolu insanı ebedî saâdete eriştiren en kestirme ve en doğru yoldur. • İnsan kendi varlığını yok ederse Hakk’a ulaşır. Yani kişi kendini yok etmekle, zaten içinde var olan Hazret-i Allah ortaya çıkmış olur. Sen varsın O yok, O var sen yoksun. Misafirin gelmesi kalp sarayının temizlenmesine bağlıdır. Fuad gözü yani kalp kapısı aralanırsa bazı sırlar tecelli eder. Nimet-i ilâhiye temiz kalplerde tecelli eder. Kalpler kaplara benzer. Kap su ile dolu bulundukça hava giremez. Kalpler de mâsiva ile meşgul oldukça marifet hâsıl olmaz. Kalpte iki kapı vardır. Birisi dahile yani melekût âlemine, diğeri harice yani beş hislere açılır. Kalbin dış âlemle temasını sağlayan ve dış âleme tanıtan beş duyu organıdır. Bu dünyaya ait tad ve lezzetler kalpten çıkarıldığı anda kalbe doğru gayb âlemi açılır ve hakikat görülür. Çünkü kalbin her iki âleme yönelip ikisini birlikte bilmesi mümkün değildir. Bir tarafı kapalı olduğu için aynada görüntü meydana geldiği gibi, kalp de Hakk’tan gayrı olan şeylere kapalı olduğu zaman ona gayb âlemi açılır. Esrar-ı ilâhiye zuhur eder. Çünkü bu görülen âlem değersizdir ve Allah-u Teâlâ’dan çok uzaktır. Eğer gönül bu âleme tamamen çevrilip gayb âlemi terkedilirse, o kimse insan suretinde hayvan olur. Böyle insanların çok yiyip-içtiklerini, çok uyuduklarını, öfke ve şehvetlerinin esiri olduklarını görürsünüz. Gönül gayb âlemine dönüp ona bağlanırsa, o kimse Allah yoluna sülûk eder, meleklerin vasıflarını kazanır, emaneti taşımaya yaraşır bir kimse olur. • Kalpten murad, marifetullah ve ruhtur. Kalp, ilim ve irade ile teçhiz edilmiştir. Bir kalp vardır, et parçasıdır, maddi hastalıklara düçar olur. Mânevi kalpte ise ahlâk-ı zemime ile hastalık hasıl olur. Kalp bir et parçası olmasına rağmen, içi ilâhidir. Allah’ı bilme ve sevme makamıdır. Kalbin büyük şânı ve fazileti bu özelliğindendir. İrfan ehlinin kalbi, Allah-u Teâlâ’nın evidir, feyz ve keremin yeşerip geliştiği bir bahçedir. İlâhi güzelliği aksettiren bir ayna, O’nun ilim ve irfanının bir hazinesi, lütuf ve ihsanının bir denizidir. Kalbin bu özelliğini bilen kişi, nefsini ve Allah’ını bilmesi için zikrullah ve ibadetlerle gönlünü temizler ve cilâlar. Böylece ilâhi güzelliğin aksetmesini sağlar. İşte bundan sonradır ki: 1. Gönül açıklığı Allah-u Teâlâ’nın kudretini duyup güzelliğini seyreder. 2. Kalp, sevinç ve elemi unutarak görünmez âlemde uçmaya başlar. 3. Allah-u Teâlâ’nın lütfuna kavuşan kalp gözü, sevinç ve aşkı ile dolar, cemâlini görür. Zaman ve mekândan çıkarak gerçek makama yükselir. Peygamberler meclisine girer, ebedî huzur ve saâdete erişir. Allah-u Teâlâ’nın öyle veli kulları vardır ki, bedenleri dünyadadır amma, kalpleri arşın altındadır. Kalpleri Arşurrahman’ın altında olması, dünyada Allah-u Teâlâ’nın sırlarının kalbe tecelli etmesindendir. Nitekim Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz: “Kalbim, Rabbimin nuru ile Rabbimi gördü.” buyurmuştur. Kalp, Cemâl sıfatının tecellisine bir aynadır. Sıfatların tecellisi, fuad yani kalp gözü ile görülür. “Fuad yani kalp, gördüğünü yalanlamadı.” Âyet-i kerime’si bu mânâyı teyid etmektedir. (Necm: 11) Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz de: “Görmediğim Allah’a ibadet etmem.” buyuruyor. Bunlar hep ayrı tecelliyattır. Bunların cümlesi Allah-u Teâlâ’nın sıfatlarının müşahedesindendir. Cama güneşin vurması gibidir. KUR’AN-I KERİM’DEN İŞARETLER İLÂHÎ BEYANLAR Âyet-i Kerime (1): Allah-u Teâlâ bâtınî ilim verdiği kimseler hakkında Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur: “Kur’an kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir.” (Ankebut: 49) Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hiç okuma-yazma bilmiyordu. Nübüvvet verilmeden önce onun herhangi bir hazırlık yaptığını da hiç kimse görmemişti. Böyle olduğu halde geçmişin ve geleceğin ilimlerini içinde toplayan Kur’an-ı kerim gibi bir kitabı getirmesi ve onu beşeriyete sunması, Allah tarafından gönderilmesinin apaçık delilidir. Hâtem’ül-enbiya -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizden sonra vahiy kesilmiş, ilham kapısı ise açık kalmıştır. Din kıyamete kadar bâkidir. İnsanların yeni bir dine ihtiyaçları yoktur. Fakat zamanla vesveselere dalıp arzu ve heveslere kapıldıkları için, hakikatı hatırlatmaya, ruhlarını kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır. Yolunda bulunup ilâhî haşyetle, ihlâs ve samimiyetle ibadet edenleri Allah-u Teâlâ her türlü şüphe ve müşküllerden kurtardığı gibi, onları tecrübesiz fıtrat sahibi yapar, talimsiz ilim öğretir, öğrenmeden âlim eder. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde: “Kim bildiği ile amel ederse, Allah ona bilmediklerini öğretir.” buyuruyorlar. (Keşf-ül Hafâ) İşte vehbî ilim buna denir. Allah-u Teâlâ’nın nuru kalbe akıtması ile bu kullarının sadırlarında, kalplerinin derinliklerinde; kitap satırları arasında bulunmayan marifetullah ilmi husule gelir. Onların “Kitabullah” oluşu bu sebepledir. Sadır ilmi ile satır ilminin ayrılık noktası da burasıdır. Dikkat edilirse Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onların kalplerinin Hazret-i Kur’an olduğunu beyan buyuruyor. Kalplerine tecelli etmesiyle Hazret-i Kur’an’ı nakşediyor. Onlara bu ilmi akıttığı için, Allah-u Teâlâ’nın kitabı olmuş oluyor. O kitaptan isterse sırları kitabına geçirir, isterse geçirmez. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise: “Mümin müminin aynasıdır.” buyuruyorlar. (Ebû Dâvud) Birinci müminden mümin kulun kalbi, ikinci müminden ise bizzat Allah-u Teâlâ murad edilmektedir. Allah-u Teâlâ bir kula tecelli ettiği zaman, o kalbe nakşeder ve akıtır. Onun kalbi artık bir kitap olur. Öyle bir kitap ki satırlar arasında bulunmaz. Niçin bulunmaz? O bildiriyor, O gösterdiği kadarını gösteriyor. Buraya zâhir ehli giremez. O satırda gezer, sadır ilminden habersizdir, çünkü burada bir berzah var. Allah-u Teâlâ kalbe nakşeder ve ilham suretiyle kalpteki nakışları peyderpey söyletir. Neler nakşettiğini, ona bu nakışları nakşeden Nakkaş bilir. Bu hale gelmiş bir kimse yalnız Hakk’ı bilir. O bir maskedir, bir hoparlördür, ne bildirdiyse onu bilir, ne gösterdiyse onu görür. Bu ilmin Hakk’tan geldiğini de bilir. Hazret-i Kur’an’ın verdiği ilimle, kalplerinde hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde parlayan apaşikâr nur sayesinde Allah-u Teâlâ dilediği kadar esrâr-ı ilâhî’yi bildirir ve gösterir. Onun içindir ki onun bildiğini başkası bilemez. Çünkü bu sadır ilmidir, zâhirî ulemanın ilmi ise satır ilmidir. Zâhirî âlimlerin satırdan aldığı ilmi, nefisleri karatahtasına nakşeder, onun için “Ben âlimim!” demekten kendisini alamaz. O karatahtadan o ilimleri okudukça kendini görür ve kibirlenir, kibiri nisbetinde kendisini büyük görür, herşeyi bildiğini zanneder, gerçekten câhil olduğunu bilmez. Onlar sadır ilmini bilemedikleri için satırda kaldılar. Allah-u Teâlâ’nın bu ilmini cehaletlerinden ötürü inkâr ettiler. Nitekim Allah-u Teâlâ bâtınî ilim verdiği kimseler hakkında beyan buyurduğu Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurmaktadır: “Zâlimlerden başkası âyetlerimizi inkâr etmez.” (Ankebut: 49) Kibir ve gururda haddi aşanlar, doğruyu kabul etmeyip büyüklük taslayanlar işte bunlardır. Sonunda da lâyık oldukları cezâlara kavuşurlar. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın kelâmını anlamaktan mahrum edilen kimselerdir. Onlar hakkında bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır: “Yeryüzünde haksız yere böbürlenip büyüklük taslayanları, âyetlerimi idrakten çevireceğim, anlamaktan mahrum edeceğim.” (A’raf: 146) Birisi ilâhî kelâmı anlamaktan mahrum ediliyor, diğerinin kalbi ise Hazret-i Kur’an oluyor. Âyet-i Kerime (2): Allah-u Teâlâ bu nurun kimlerde bulunduğunu beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur: “Sonra biz o kitabı kullarımızdan beğenip seçtiklerimize miras bıraktık.” (Fâtır: 32) Senden sonra ümmetinden olan kullarımızın içinden seçip beğendiğimiz süzme kulları ona varis kıldık. Senin ümmetin en ileri süzme ümmet olduğu gibi, onların içinde en seçkinleri de bu vârislerdir. Bunlar vâris-i enbiya oldukları içindir ki, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin tecelliyâtına mazhar olmuşlardır. Yani bildirdiği kadar bilir, gösterdiği kadar görür. Hakk’ta fâni olduğu zaman bu durumlar husule gelir. Âyet-i Kerime (3): Allah-u Teâlâ iman nuru ile kalbi vüs’at bulan kulları hakkında Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur: “Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabbinden verilen bir nur üzerinde değil midir?” (Zümer: 22) O öyle münevver bir kalbe sahiptir ki, esrâr-ı ilâhî an be an tecelli edip durmaktadır. Bildirildiğinden ötürü bu hakikatlara vâkıftır. Allah-u Teâlâ müslümanlık üzere kimin kalbini açarsa, hakikatı ancak o duyar, ancak ona duyurur. Allah-u Teâlâ’nın nur verdiği kimseler, o nur ile beşeriyete hayat veriyorlar. Onlar Allah-u Teâlâ’nın nurunu taşıyan ve nuru yayanlardır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu nuru bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle açıklamıştır: “Mümin-i kâmil’in ferasetinden sakınınız. Çünkü o Azîz ve Celîl olan Allah’ın nuru ile bakar.” (Tirmizi) Bunun mânâsı; kalbindeki nur-i ilâhî ile sırlarınızı keşfedeceği büyük ihtimaldir. Bu lütfu onlara Allah-u Teâlâ vermiştir. Bir Hadis-i şerif’lerinde de Hakk ehlinin kalplerindeki nuru Zuhal yıldızına benzetmişlerdir. Doğduğu zaman o yıldızın bir ok gibi ziyası nasıl karanlıkları delip geçiyorsa; Hakk ehli de böyledir, kalplerindeki ilâhî nur sayesinde keşifleri mümkün olur. O göz onun değildir. İlâhî bir nur ile bakar, O’nunla bakar, O’nu görür. Ve fakat bunlar da dünya yüzünde pek az kişidir. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın tecelliyât-ı ilâhî’sine mazhar olanlardır. İşte Allah-u Teâlâ sevdiği kullarına böyle lütuflarda bulunur. Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor: “Allah kime hidayet etmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar.” (En’am: 125) Bunlar halkı karanlıklardan çıkarırlar, Nur’a götürürler. Her iş ve icraatları Hakk’ın emriyledir. Asla kendi başlarına hareket edemezler. Bunun için de rehber-i sâdıktırlar. Hıfz-u himayesinde ve tasarruf-u ilâhiyesinde bulundurduğu kullar işte bunlardır. Hıfz-u himaye ve tasarruf-u ilâhiye içinde bulundurduğu için de bunlar yanılmazlar. Bunlar mahfuz olanlardır. Tasarruf-u ilâhî ile hareket ederler. Ebu Derdâ -radiyallahu anh-den, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’a hitaben: ‘Yâ İsa! Ben senden sonra öyle bir ümmet getireceğim ki, onlar sevdikleri bir şeyle karşılaşırlarsa Allah’a hamd ve şükrederler. Hoşlanmadıkları bir şeye rastlarlarsa sabrederler ve Allah’tan ecir beklerler. Bunların ilimleri ve hilimleri yoktur.’ buyurdu. İsa Aleyhisselâm: ‘Yâ Rabbi! İlimleri, hilimleri olmadığı halde, onlardan bu işler nasıl sadır olabilir?’ diye sordu. Cenâb-ı Hakk: ‘Onlara kendi ilmim ve hilmimden ihsan ederim.’ buyurdu.” (Ahmed bin Hanbel) İşte mârifetullahtaki sır budur. Allah-u Teâlâ onlara kendi ilminden ve hilminden ihsan eder. Azim nisbetinde kulunu destekler, hidayetini artırır, sermayesini çoğaltır, önüne ışık tutar, yollarını açar. Onun için hiçbir engel bırakmaz. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır: “Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah ihsan erbâbı ile beraberdir.” (Ankebut: 69) Âyet-i Kerime (4): Peygamberlik kulun çalışması ile kazanılan bir haslet olmayıp, Allah-u Teâlâ’nın bir lütfu olarak dilediğine verdiği gibi; hikmet de hakîm kimselere Allah-u Teâlâ’nın bir lütfudur, verilme iledir, çalışma ile elde edilmez. Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor: “Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse, ona muhakkak ki çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar.” (Bakara: 269) Hikmet, dünya ve ahiret hayırlarını içine alır. Hikmetsiz bir hayıra erilirse, bir hikmet ile binlerce hayıra erilir. Hikmet verilen kişiye nurânî basiret bahşedilmiştir. Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Ancak iki şeye imrenilir: Birine Allah mal vermiş hak yolunda harcatıyor. Diğerine hikmet vermiş onunla amel ediyor ve onu başkalarına öğretiyor.” (Buharî. Tecrid-i sarîh: 66) Demek oluyor ki hikmet sahibi olan insanlar, bu hikmetle yükselirler, halka muallim olmak hakkını elde ederler. Muâviye -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar: “Allah kime hayır murad ederse, onu şer’i meselelerde âlim yapar. Ben yalnız taksim ediciyim, veren ise Aziz ve Celil olan Allah’tır.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 64) Buradan da anlaşılıyor ki, Allah-u Teâlâ dilediğine bu lütfu bahşediyor. Diğerleri de nasipleri kadar nasibini alıyor ve orada kalıyor. Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor: “Hikmet, şereflinin şerefine şeref katar.” (Câmiüs-sağîr: 3827) Konuşunca hikmetle konuşur, düşününce hikmetle düşünür ve hareket edince de hikmetle hareket eder. Âyet-i Kerime (5): Bir kimse aklını iyi kullanarak Rahman olan Allah’a yaklaşmak için çalışırsa Allah-u Teâlâ da onu nuruna kavuşturur. Âyet-i kerime’sinde: “Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur.” buyuruyor. (Nur: 35) O nur, kalbe akıttığı mârifetullah nûrudur. O ruhu da Kudsî ruh ile çevirmiş, her şeyden muhafaza ediyor. Bunlar bir kimsede cem olduğu zaman “Nûrun Alâ Nûr” oluyor. Bu da ancak Allah-u Teâlâ’nın seçtiği, Resulullah Aleyhisselâm’ın nûrunu taktığı, kendisine çektiği kullarda olur, ancak o kullarda bulunur, başkasına şâmil değildir. “Allah dilediği kulunu zâtına seçer.” (Şûrâ: 13) Bütün bu lütuflar hep O’nun ihsanı ve ikramı ile mümkündür. Hiç şüphesiz ki bu lütuflara mahlûkun aklı hem ermez, hem almaz. Âyet-i Kerime (6): Bu ilim Allah-u Teâlâ’nın öğretmesi ve göstermesi ile bilinir ve görülür. Onun muallimi bizzat Allah-u Teâlâ’dır. Âyet-i kerime’sinde buyurur ki: “Takvâ üzere olursanız, mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282) Muallimi Allah-u Teâlâ olduğu için ilimleri kesbî değil vehbîdir. Yani herhangi bir hocadan, medreseden tahsil etmezler, doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’dan ve Resulullah Aleyhisselâm’dan gelir. Vehbî ilim verilme ile elde edildiği için, bu ilme hiç kimse hiçbir surette sahip çıkamaz. Çünkü görülüyor ki veriliyor, bir çalışma yok, yani miras. Kimisi çok çalışır, bir ev yapar, öbürü de hiç çalışmadan mirasa konar. Bu ilim de böyledir. Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine vâris kılar ve kimseye bahşetmediğini dilediğine verir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde bu ilmi tarif ediyor ve şöyle buyuruyor: “Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah’tan gafil olan kimseler anlamazlar. Binâenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Azîz ve Celîl olan Allah onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti.” (Erbaîn) Cevherleri onlara Allah-u Teâlâ verir. Yüzüne yüzü ile yönelmesiyle, kalbine nurunu akıtmasıyla dilediği kadar ilmullahtan ilim verir. Bu ilim has bir ilimdir. O’nun duyurduğundan başka bu ilmi kimse bilmez. Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde: “Her ilim sahibinin üstünde daha üstün bir bilen vardır.” buyuruyor. (Yusuf: 76) Farz-ı muhal ki büyük bir elmas parçası var. “Bunu satıyoruz, bir milyon liraya alır mısınız?” deseler, bu mücevherin kıymetini bilmeyen kimse: “Ben ne yapayım bu taşı, beni kandırmaya mı çalışıyorsun, hiç ben kanar mıyım?” der. İşte bu da bir akıldır. Fakat anlayanın eline geçtiği zaman, parça parça yapar milyarlara satar. Bu da bir akıldır. Çünkü biliyordu, bilgisini kullandı, mücevheratın kıymetini takdir etti. Bu bir temsildir ve bu temsilde gizli sırlar var. İyi bilin ki bu insanların her biri bir taş değildir. Elmas olanlar da vardır. Amma kimde olduğu belli olmaz. İşte bu Hadis-i şerif, onlara verilen ilmi beşeriyetin anlayamayacağını da teyid ediyor. Onlar bu ilimden bahsederken beşeriyet bunu anlamaz. Çünkü akılları ve ilimleri yetmez. Onların muallimleri Allah-u Teâlâ olduğu için, onlara verilen ilim Allah-u Teâlâ’dan verildiği için, bir kimse âlim de olsa bu ilmi idrak edemez. Çünkü onun muallimi benî beşerdir. Zâhirî ilimde ne kadar ilerlerse ilerlesin bu ilmi anlamaz. Nitekim Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri buyururlar ki: “Ben Resulullah’tan iki kap ilim aldım. Birisini yaydım (söyledim), eğer ötekisini de yaymaya kalksam bu boğaz kesilir.” (Buharî) İtiraz edenler bu Âyet-i kerime’lerin ve bu Hadis-i şerif’lerin tecelliyatlarından mahrum oldukları için bilmeyerek itiraz ediyorlar. İlim mesleğinin ehli ve âşinası olmadığı, vukufiyet kesbedemediği, ilmi ve aklı yetmediği için birinci basamakta kalmış. O ise kendisini allâme zannediyor. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki: “İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhirî ilimdir) Allah-u Teâlâ’nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (mârifet ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur.” (Tirmizi) Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin “Faydalı ilim” olarak vasıflandırdığı ilim mârifetullah ilmidir. Bu ilme “İlmullah” da denilir. İnsanları bu gayeye ulaştıranlar marifetullah ehlidir. Bu gaye Hakk’a ulaşmaktır. Amma kendilerinin âlim olduğunu zannedenlerin bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar işte bu faydalı ilimden mahrum kaldıkları için itiraz ediyorlar, bilmedikleri için inkâra kalkıyorlar. Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise buyururlar ki: “Rabbim bana sual sordu. Ben ona cevap veremedim. Keyfiyetsiz bir tarzda elini her iki omuzumun arasına koydu, ben o elin serinliğini kalbimde hissettim. Böylece, beni geçmiş ve geleceklerin ilmine varis kıldı. Ayrıca bana çeşitli ilimleri de öğretti. Rabbim, bir kısım ilmi gizli tutmama dair benden söz aldı. Çünkü benden başka hiç kimsenin onu taşıyamayacağını biliyordu. Başka bir ilimde de beni muhayyer kıldı. Yani ‘Serbestsin, istersen başkalarına söyle istersen hiç kimseye söyleme.’ dedi. Kur’an’ı bana öğretti. Cibril devamlı olarak Kur’an’ı bana hatırlatıyordu. Ve daha başka bir ilim var ki, onu herkese söylemekle beni memur etti.” (El-mevâhib’ül-Ledüniyye) Bu Hadis-i şerif’te gizli tutulması emir buyurulan ilim, nübüvveti ilgilendiren ilimdir. Umuma bildirilmesi emredilen ilim şeriat ilmidir. İfşâ edilip edilmeme hususunda muhayyer bırakılan ilim ise bâtınî ilimdir. Bir diğer Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki: “Bâtın ilmi Allah-u Teâlâ’nın sırlarından bir sır, hikmetlerinden bir hikmettir, onu ancak dilediği kulunun kalbine atar.” (Camiüs-sağir) Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz münâfıkların isimlerini yalnız Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretlerine bildirdiği gibi, bu sırları da en yakın arkadaşlarına ifşa etmiştir. Âyet-i Kerime (7): Bir insanın gerçekten bütün kalbi ihlâsla, kalb-i selim ile Allah-u Teâlâ’ya yöneldiği zaman, O dilerse birçok esrârını ona duyurur. Nitekim Âyet-i kerime’sinde buyurur ki: “İnsana bilmediği şeyleri O tâlim eyledi.” (Alâk: 5) Bu ilâhî beyandan anlaşılıyor ki, bu hakikatler ve bu esrâr ancak Allah-u Teâlâ’nın öğretmesi ve göstermesi ile bilinir, O’nun duyurması ile kaimdir. Hem bildirir, hem gösterir. Allah-u Teâlâ onları Âyet-i kerime’sinde şöyle vasıflandırmıştır: “Allah o kimselerle beraberdir ki, onlar takvâ sahibidirler ve onlar öyle kimselerdir ki muhsinler vasfını almış |