Seversintabi.com Türkiye'nin En Büyük Forumu Bence Seversin Tabi
 

Go Back   Seversintabi.com Türkiye'nin En Büyük Forumu Bence Seversin Tabi > Genel Kültür > İslam Dünyası
Yardım Topluluk Takvim Bugünki Mesajlar Arama

gaziantep escort gaziantep escort
youtube beğeni hilesi
Cevapla

 

LinkBack Seçenekler Stil
  #1  
Alt 6 January 2009, 14:46
Banned
 
Kayıt Tarihi: 29 July 2008
Mesajlar: 0
Konular:
Aldığı Beğeni: 0 xx
Beğendiği Mesajlar: 0 xx
Arrow Sahte Şeyhler



SAHTE ŞEYHLER

mevla'dan SEYR, HAKK’A SEYR


Cenâb-ı Hakk’a tekarrübiyet yolunda bir “Hakk’tan seyr” vardır, bir de “Hakk’a seyr” vardır.

Hakk’tan Seyr:

Hazret-i Allah ile Allah’a yürümek mânâsına gelir. Allah-u Teâlâ’nın bir kulunu kendisine çekmesi ve yaklaştırması demektir.

“Size benden bir hidayet geldiği zaman.” (Bakara: 38)

Âyet-i kerime’sinde bu mânâ vardır.

Allah-u Teâlâ bir kulunu kendi tarafına çekmezse, hiçbir kimse Hakk’a tekarrüb edemez. Bütün kalpler O’nun kudret elindedir. Dünya saâdetine, âhiret selâmetine ancak O’ndan gelen hidayet sayesinde erişilir.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Gerçek hidayet Allah’ın hidayetidir.” (Âl-i imran: 73)

Onunla dilediğini hidayete eriştirir.

Âyet-i kerime’de beyan buyurulduğuna göre İbrahim Aleyhisselâm:

“Ben Rabbime gideceğim, O beni doğru yola iletecek.” buyurmuştur. (Saffat: 99)

Bu beyanı ile herşeyden arınıp tam bir hulûs ve teslimiyetle Allah-u Teâlâ’ya yöneldiğini, kendisine yol gösterenin O olduğunu belirtmiştir.

Allah-u Teâlâ bir kulunu irşad için ileriye sürmüşse; evvelâ onun tüm varlığını alır, kendi lütuf varlığını koyar, sonra onu vazifedâr yapar, lütfu ile destekler. Ona dilediği kadar ilimler öğretir, onun muallimi Allah-u Teâlâ’dır.

Âyet-i kerime’de:

“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” buyuruluyor. (Mücâdele: 22)

Allah yolunun yolcusunu Allah-u Teâlâ ezelden tayin eder. Bunlar Hakk’tan emir alırlar. O yalnız Allah-u Teâlâ’yı ve Resulullah Aleyhisselâm’ı bilir. Onlar namına hareket eder, onlar namına irşad eder.

Onlar daha doğarken o hâl üzere doğarlar. Bunun içindir ki onlara ezelden verilen nasibe kadar terakki etmeye yolları müsaittir. Hakk’tan geldiler, Hakk ile Hakk’a giderler, Hakk’a vuslat ederler.

Hakikat ehli azdır, onlar Allah-u Teâlâ’nın hükmünce hareket ederler. Onlar Hakk iledir. Verdikleri beyanlar, söyledikleri sözler de hakikattır. Her şeyi açık söylerler. Sakınmazlar, çekinmezler. Onlar Hakk’ın boyasına boyanmışlardır.

“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve hak ile hüküm verirler.” (A’raf: 181)

Mukallid ise kendisini ona benzetiyorsa da o boyaya boyanmamıştır. Şeytanın boyasına boyanmıştır. Birisi Hakk’ın boyasına boyanmıştır, diğeri şeytanın boyasına. Birisinin işi Hakk iledir, birisinin işi halk iledir. Hakk ile olan halka muhtaç değildir. Halk ile olan halka muhtaçtır. Onların Hakk ile işi yoktur. Şeytanın askerleridirler.

Bir yol ki Hakk’tan kula gider, o yolda saâdetler vardır. Bir yol ki kuldan Hakk’a gider, bütün felâketler o yoldadır.

Hakk’a Seyr:


Nefis ile Hakk’a yürümeye çalışmak demektir. Bunlar Hakk’ın tayini olmadan halkın tayini ile irşada kalkan kimselerdir.

Kişi kendini tayin etmiş, annesi tayin etmiş, babası tayin etmiş, ağabeyi tayin etmiş ve şeyh olmuşlardır. Bunlar şeytan ehlidirler ve mukallid mürşiddirler. Şeytan ileriye sürdüğü için şeytan namına ortaya çıkarlar, kendi varlığını meydana koyarlar, nefis putunu eline alıp irşada kalkarlar. Nefsin arzusu, şeytanın desteği ile Hakk yolunda yürümeye ve yürütmeye çalışırlar.

O Hakk’a doğru gidiyor amma, her hareketi irşad değil ifsattır. Üç şey için çalışırlar: Menfaat, nam ve makam.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Kendilerine: ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.’ denildiği zaman: ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler. İyi bilin ki asıl bozguncular kendileridir, lâkin anlamazlar.” (Bakara: 11-12)

Şeytanın yolunda ve izindedirler. Bunlara şeyh şeytanı denir, şeyh suretinde şeytandırlar, yol kesicidirler, Hakk’a ulaşmak isteyenlere engel olurlar.

“Şeytan şeyhleri” dediğimiz bu fesatçı ve ifsatçılar bu zamanda alabildiğine türemişler; bu perde altında makam, nam ve menfaat elde ediyorlar. Bütün gayrimeşru arzularını, maddi geçimini, bu perdenin altında temin ediyorlar.

Hem ahkâma aykırı hareket ederler, hem de bunu kendi büyüklüğüne verirler. Müridleri de öyle düşünür. “Efendim o zat çok büyük olduğu için şeriata aykırı işler işleyebilir.” der. Ahkâm haricindeki bir hareketi kişinin büyüklüğüne değil, zındıklığına vermek lâzımdır.

Hakiki bir mürid atılırım korkusundadır. Sahte mürşid ise müridim kaçar korkusundadır. Çünkü onun şeyhliği müridlerinedir. Müridleri ona şeyh diyor, o da “Ben şeyhim” diyor.

Bu durum neye benzer bilir misiniz? Bir şehrin valisi varken biri de: “Ben bu memleketin valisiyim.” diyerek vali makamına oturursa, derhal onu oradan uzaklaştırırlar ve gereken cezayı verirler. Allah yolunda tayin edilmeyen bir kimsenin, o makamı işgal etmesinin cezasını siz tasavvur edin.

Allah-u Teâlâ bu hale erdirmediği halde, kendisini onlar gibi göstermeye çalışan kimse hem yalancıdır, hem riyâkârdır. Yalan ile iman bir arada durmaz, riyâ ise zaten imanı giderir.

Bunlar sahtekârdırlar, Allah yolunun yol kesicisidirler, Hakk’a ulaşmak isteyenlerin eşkiyasıdırlar.

Şeytanın dahi yapamadığını bu türlü riyâkârlar yapar. Şeytan bu gibi kimselerin vasıtasıyla her kötülüğü yapar.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın.” buyuruyor. (A’raf: 86)

Bunlar her yolun başında otururlar, Allah’a varmak isteyenleri sapıtırlar, Allah-u Teâlâ’dan koparırlar, kendilerine bağlarlar. Bunlara bağlananlar ise, bunların arzularına tâbi oldukları için, bunları ilâh edinmişlerdir.

Bunlar en aşağılık kimselerdir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Onlar yaratıkların en şerlileridirler.” buyuruyor. (Beyyine: 6)

Münâfık oldukları için esfel-i sâfilîne giderler. Kendilerine destek verenleri de peşlerinden götürürler. Şeytandan daha korkunçturlar, Deccal’den daha tehlikelidirler. Bu büyük sahtekârlar ortalığı yaygara ile dolduruyorlar.

Şeyh kisvesi altındaki bu şeytanlar, İslâm dininin yüzkarasıdırlar. Tasavvura sığmayan her türlü melaneti yaparlar. Şeytanın yapamayacağı çirkin işleri şeyhlik kisvesi altında sergilerler.

Bu sahtekârların bu hareketleri ne İslâm dininde, ne de Tarikat-ı aliye’de vardır. Aslâ tarikatla ilgileri yoktur, icraatları tamamen kendi zanlarına dayanır. Halkın İslâm’dan soğumalarının ve Tarikat-ı aliye’den ikrah etmelerinin sebebi de bu şuursuzlardır. Ortalığı karartan, bunaltan ve istilâ edenler, İslâm’a en büyük darbeyi vuranlar da yine bu sahtelerdir. Kimisi kadınlarla, kimisi çocuklarla, kimisi de dünya menfaatlerini temin için çeşitli entrikalarla meşguldürler, dini dünyaya âlet ederler.

Önder olduğu zannediliyor, fakat İslâm dininde bir bozguncu olduğu bilinmiyor.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Ümmetimden yalancılar, deccaller vücuda gelir.” (Münâvi)

Yalancı ve deccalden maksat, dıştan insanları irşad ve ıslah etmek sıfatıyla görünüp, gerçekte ise halkı ahkâma uymaktan alıkoyanlardır.

Çünkü onları Hakk seçmedi. Kendini büyük gören gerçekten küçüktür.

Mukallidler zan ile hareket ederler, hiçbir hakikate isnad etmezler, etraflarını da böylece hakikatten uzaklaştırırlar.

Binâenaleyh hayat ve hakikat Allah-u Teâlâ’nın lütuf seyrindedir. Bütün sapıklık ve dalâlet de şeytanın desteklediği yoldadır.

EN AĞIR MESULİYET

Nefsini İlâh Edinenler:


Allah-u Teâlâ’nın sevdiği, seçtiği ve kendisine çektiği kullar ancak halka rehberlik yaparlar, anasının babasının seçtiği kimseler değil. Onlar anasının babasının tayini ile posta oturmuşlar, puta tapınmış ve başkalarını da taptırmış oluyorlar.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)

Çok iyi bilin ki, o kendi nefsini ilâh edinmiş, ona tapıyor, o bir puttur. O putuna taptığı gibi, ona iltihak ve ittibâ edenler puthaneye girmiş ve o puthanede tapınmış oluyorlar. Çünkü o kendisi puta tapıyor, ona bağlı olanlar da o puthanede tapınıp duruyorlar.

Mesrûk -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:

“Bir kimseye ilim olarak Allah’tan korkar olması yeterlidir. Bir kimseye cehâlet olarak da kendini beğenmesi, nefsine mağrur olması yeterlidir.” (Câmiüs-sağîr: 6240)

Bu en büyük tehlikeyi hiç kimse bilmiyor ve görmüyor.

Diğer bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:

“Bir insanın kendini beğenmesi yetmiş senelik ibadetini mahveder.” (Camiüs-sağîr)

Kibriya ve azamet Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. Büyüklük ve ululuk ancak O’na yakışır. Kula yakışan tevâzudur, alçak gönüllülüktür.

Kendi nefsini beğenip değer verenlerden nefret ettiğim zaman şöyle düşünüyorum;

“Ben kendimi beğenip nefsime değer verirsem, ya Rabbim ne kadar nefret eder!”

Babadan Oğula Süren Saltanat:

Günümüzde görülüyor ki Allah yolunu âlet ederek saltanat sürenler bulunmaktadır. Şöyle ki; babaları şeyhmiş, oğluna “Sen şeyhsin!” demiş, o da şeyh olmuş. Babadan oğula geçen padişahlık gibi bu ilâhî yolu saltanata çevirmişler. Ya babası tayin etmiş, ya abisi tayin etmiş, ya annesi tayin etmiş. “Al bu sürüyü sen de güt!”

Allah-u Teâlâ onu lâyık görseydi, o makama tayin ederdi. O lâyık görmemiş, annesi babası lâyık görmüş.

Bir Mürşid-i kâmil’e eğer emredilmişse yerine bir veya daha fazla halife bırakabilir ve ilân eder. Herkes nasibini arar. Aksi halde birçok mürşidler yerine vekil bırakmadan gitmişlerdir. Allah ehlini Allah-u Teâlâ tayin eder. O bir emanet-i ilâhî’dir, kime dilemişse ona verir, kişinin burada hükmü yoktur. Bu noktada arzu ile hareket edilmesini hoş görmüyoruz, tasvip de etmiyoruz.

Mânevî vazife, miras dışarıya gitmesin diye kızını çok yakınına verdiği gibi verilmez. Ancak emirle olur.

Eğer sana bu vazife verilmişse, kimin malını kime veriyorsun? Verilmemişse kime ne vermeye kalkıyorsun?

Mesela her an ahirete intikal etmemiz imkân dahilinde olduğu halde biz hiç kimseyi tayin etmiş değiliz. Ben hükümsüz ve değersiz bir mahlûkum, tayin etmeye sahib-i salâhiyet değilim. Eğer ben tayin edersem Allah-u Teâlâ’nın önüne geçmiş olurum. Gelenlerin eşkiyalığını yapmış ve ebedî hayatlarının katline vesile olmuş olurum. Allah ve Resulü’nün nâmına iş görüyorum. Diledikleri kadar tutarlar, diledikleri zaman alırlar.

Diyeceksiniz ki insanlar onu nasıl bilip tanıyacaklar?

Yüksek voltajlı bir ampul düşünün. “Ben ampulüm.” demiyor amma, yandığı zaman ışığı her tarafa yayılıyor. Hakk’ın tayini ile irşad memuru olan bir Mürşid-i kâmil de böyle bilinir.

Bunlar Allah-u Teâlâ’nın emrini, hükmünü tebliğ ederler. Hiçbir zaman kendini ortaya koymazlar, değersiz ve hükümsüz olduğunu bilirler.

Kıyamet gününde Allah-u Teâlâ ile İsa Aleyhisselâm arasında geçecek olan muhavere Kur’an-ı kerim’de beyan buyurulmaktadır:

“Allah: ‘Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi beni insanlara: ‘Beni ve anamı Allah’tan başka ilâh edinin.’ dedin?’ demişti.” (Mâide: 116)

Nefsini ilâh edinen ve halkı da taptıranlara Allah-u Teâlâ: “Bana mı taptın, nefsine mi taptın? Halkı bana mı bağladın, puthaneye mi koydun?” diye soracak, o zaman ne cevap verecekler?

Bunlar gerçekten Allah yolunu âlet ederek saltanat kurmuşlar, babadan oğula, oğuldan kardeşe geçiyor ve bu böyle sürüp gidiyor. Halbuki Allah yolunun rehberini ancak O tayin eder. Seni kim tayin etti? Senin babanı kim tayin etti?

Bu tayinler, Mürşid-i kâmil’e ulaşmak isteyen bir kimsenin yolunu kestiği için onun mânevî katline vesile olur. Kendilerini yaktıkları gibi başkalarını da yakarlar.

Bunlar şeyhlik kisvesiyle yol kesicidirler, Allah ehlini arayanların yollarını keserler. “Allah ehli biziz!” derler. Allah yolundan alıkoyarlar. Yollarını kestikleri insanları kendi puthanelerine götürürler ve hayvan mesabesinde olan insanları, o ahıra tıkarlar. “Siz burada tapının durun!” derler. O da onu hakikat zanneder, ibadet ettiğini zanneder, tapınır durur. “Hakikat ehli midir, değil midir?” diye katiyyen aramaz. Çünkü o puthanede olduğu için o saltanat süreni hoş görür, hakikatı göremez ve arayamaz.

Maksadı etrafı dağılmasın, servet yıkılmasın, nam, şöhret, menfaat gitmesin.

Onlar o puthaneyi korudukları gibi, o ahıra girmeyenleri küçümser ve ayıplarlar. “Bizim şeyhimiz böyledir, bizim yolumuz böyledir!” diyerek kendi yollarına, kendi şeyhlerine dâvet ederler. Şayet ağlarına düşen olursa onu da puthaneye sokarlar, o da o ahıra girer.

Nefsini ilâh edinenler, halkı da nefis putuna taptırıp puthaneye sokanlar, bu ulvî yolu bu hale koydular.

Onları puta, dergâh gibi görünen yerleri puthaneye benzetmemize hiç hayret edilmesin. Ben bunun böyle olduğunu biliyorum, onlar ise cehenneme girince öğrenecekler.

Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

“İnsanlar uykudadırlar, öldükten sonra uyanırlar.” (K. Hafâ)

Zira onlar kendi nefsine tapıyorlar ve başkalarını da taptırıyorlar. Allah yolunda tahtını kurmuş ve saltanat sürüyorlar.

Nefis putunu ilâh edinip halkı kendilerine taptıranlar bu büyük cürümlerinin hesabını hiçbir zaman veremeyecekler, Allah-u Teâlâ’nın suâlini cevapsız bırakacaklar, cezaları ile başbaşa kalacaklar.

Seni bu âlî ve ulvî makama kim tayin etti? Ey dinini dünyaya âlet eden, koyun postuna bürünen kurtlar!

Gün gelecek, bu şeyhlik saltanatı sona erecek.

Bugün ahıra bağladıklarını, yarın önlerine geçerek cehenneme götürecekler.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” buyuruyor. (Mülk: 2)

Sonra ne olacak? Akibetini hiç düşündün mü?

Sana soracak:

“Bu iş ve icraatları benim iznimle, emrimle mi yaptın, yoksa nefsini ilâh edindin de şeytan mı bunları sana emretti?

Nefsini ilâh edinmekle bana meydan mı okuyordun?”

İsa Aleyhisselâm ulül-azm bir peygamber olduğu halde Allah-u Teâlâ’nın hitâb-ı ilâhî’sine şöyle cevap verdi:

“Hâşâ! Seni tenzih ederim. Hak olmayan sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, şüphesiz sen onu bilirsin.” (Mâide: 116)

Âyet-i kerime’nin devamında ve mütebâki Âyet-i kerime’lerde onun bu husustaki selis beyanı, bir ibret numunesi olararak beşeriyete sunulmaktadır.

Çünkü o Yaratan’ını çok iyi biliyordu. Ey ehl-i dalâlet! Siz nasıl yakıştırdınız?

Hakikat ehline gelince; onlar İsa Aleyhisselâm’ın buyurduğu tutumdadırlar, onun söylediği gibi söylerler.

Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Ümmetimin âlimleri benî İsrail’in peygamberleri gibidir.” buyurmuştur. (K. Hafâ)

Hakikat ehli onlara vâristirler. Bunlar ancak Allah-u Teâlâ ve Resulullah Aleyhisselâm tarafından tayin edilir, onlarla desteklenirler, onlar namına iş görürler.

Kıyas:


Allah-u Teâlâ kendi lütfundan kime sermaye koymuşsa, o kimse hizmeti minnet bilir. Fakat kime ki o sermayeyi vermemişse, o kimse mihnetle hizmet eder.

Hizmeti minnet bilenler Rahman’ın yolundadır, mihnetle hizmet edenler şeytanın yolundadır. Birisi Hakk’a hizmet ediyor, diğeri şeytana hizmet ediyor. Görünüşte ikisi de Hakk yolunda.

Hizmeti minnet bilenler Allah-u Teâlâ’nın rızâ-i Bari’sini kazanır, mihnetle hizmet edenler gadabını kazanır.

Birisi: “Yolunda hizmet ettiren Sahibime şükürler olsun.” diye şükrünü ortaya koyuyor, diğeri ise: “Hizmet ediyorum.” demekle eneliğini ortaya koyuyor. Yaptıklarını nefsine malediyor, karşılığını da behemehal bekliyor.

Hakk yolunda hizmet edenler, bütün lütuf ve ikramların Allah-u Teâlâ’ya ait olduğunu, kendisinin ise hükümsüz ve değersiz bir mahlûkçuk olduğunu hem görüyor, hem biliyor.

Hakiki mürşidlerle sahte mürşidlerin temsili:

Bal arısı hep bal yapar. Can tehlikesi olmadıkça iğnesini sokmaz. Bir de eşek arısı vardır, o hep sokar. Kendisini sıksan bir damla balı yoktur.

Kamış da iki çeşittir. Birisi şeker kamışı, diğeri süpürge kamışı. Birinden hep tad akar, diğeri ne kadar sıkılsa hiçbir şey akmaz.

Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri, kendilerini mürşid olarak tanıyan ve tanıtan mukallidlerin şu şekilde misalini vermişlerdir:

Sarmaşık ilkbaharda kavağa çıkar ve: “Benim de senin kadar boyum var!” der. Kavak ise: “Sonbaharda görüşürüz.” cevabını verir.

Bunlar halk tarafından büyütülmüş, kabartılmış kişilerdir ve şişirilmiş balon gibidirler. Onları halk şişirdiği için, kendilerini büyük zannederler. Patladığı zaman kendisi de havası da berhava olur.

Büyüklük odur ki, Hakk’ta fânî olmuş, Hakk onu kudret elinde tutmuş. Onu O büyütmüş. Fakat onu da kimse istemez, ötekisini ister. Bilemez ki istesin. Ne bilir ne de ister. Hakk ehli de diğerini bilmek istemez. Hakk ehliyle halk ehli arasında bu kadar büyük fark vardır.

Mürşid Üç Kısımdır:

“Mükemmel”; bilir, amel eder, Allah-u Teâlâ’nın emriyle vazife görür, kâmilleri de yetiştirir.

Allah yolunun memurlarını Allah kendisi tayin eder. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın kölesidir. Bütün işleri fîsebilillâhtır, yalnız Allah için çalışır, kimseden bir şey beklemez, nam ve şöhreti sevmez. Onlar Hakk iledir. Onlar Allah-u Teâlâ’nın has kullarıdır. Hükümsüz olduklarını, bütün hükmün yalnız ve yalnız Allah ve Resul’ünde olduğunu görürler. Allah ve Resul’ü namına çalışırlar, Allah ve Resul’üne dâvet ederler.

Mükemmel mürşid Allah-u Teâlâ’nın kendisine bahşettiği tasarruf ile hareket eder. O bir muallim gibidir. Öğretir, bildirir, tehlikeleri haber verir, yürütür, indirir, çıkarır, Allah-u Teâlâ’nın izniyle istediği şekilde müridine tasarruf eder. Mürid o merdivene dayanır ve yükselir.

“Kemâl”; bilir, hududu nisbetinde yetiştirmeye çalışır, gayriye tecavüz etmez.

Mükemmel ile Kemâl arasındaki fark kıyas bile edilemez. Birisi Allah-u Teâlâ’nın izniyle bir müridi alır götürür, bütün vartalardan geçirir. Çünkü onun içinde Hazret-i Allah var, o Allah namına iş görüyor. Diğeri o kuvvete sahip değildir. Yolu öğrenmiştir, kendisine tâbi olanlara yolu tarif eder, “Bu yoldan git!” der, müridi götürmeye muktedir değildir. Yani âlimle talebe arasındaki fark gibidir. Bir talebe öğretemez, yalnız öğrendiğini tarif eder. Fakat bir âlim, öğrendiği kadar öğretir. Mürşid-i kâmil’in de muallimi Allah-u Teâlâ’dır, O’nun kendisine öğrettiği kadar öğretir.

Mürşid meyveli ağaçtır, meyvesinden istifade edilir, fakat ağaç yetiştiremez. Mürşid-i kâmil ise meyveli ağaçların bulunduğu bahçedir, ağaçları da o yetiştirir.

Mürşid pazarda kendi malını satar, Mürşid-i kâmil ise Hazret-i Allah’ın malını satar.

Bir de “Mukallid”ler vardır ki, hemen hemen sahanın çoğunu işte bunlar istilâ etmişlerdir. Zanlarıyla hareket ederler ve zan ile amel etmeyi öğretirler, zanla konuşurlar. Dayandıkları nefis putudur. Şeyh şeytanı tabir edilen yol kesiciler işte bunlardır. Şeytanın yapamayacağını şeyhlik maskesi altında yaparlar. Gidişatları hiçbir esasa dayanmaz. Kendilerini yaktıkları gibi etraflarını da yakarlar, mânevi hayatlarını katletmiş olurlar. Bu bir mânevi hayat katli olduğu için, katlettikleri kimselerin başları mahşer gününde torbalarından çıkacak, mesuliyetlerini de yüklenecekler. Her yaptıkları iş, canlı-kanlı yanlarında olacak. Onlar bunu bilmezler, hatta büyük bir mârifet yaptıklarını zannederler. Vaktaki hesap gününde bütün sırlar meydana çıkar, büyük nedamet, fakat hiç faydası yok.

Mükemmel mürşid Allah-u Teâlâ’nın bahşettiği tasarrufla hareket eder. Makam ve rütbe ile ilgisi yoktur. Hedefi rızâ ve mahviyettir. Mahviyet içinde niyaz, niyaz yolu ile rızâdır. Allah-u Teâlâ bu lütfunu ancak dilediğine bahşetmiştir. Diğerlerinde bu hal olmadığı için vaad ve varlık ile müridanı yürütmeye çalışırlar. Hakikat ehli, aslandan kaçar gibi varlıktan kaçtığı halde, onlar ise varlıktan gıda alıyorlar.

Makam, rütbe peşinde koşmak birer hedeftir. Bu hedefi önde tutanlar Hakk’ı bulamazlar. Değil bu hedef peşinde koşmak, insan kendi vücut hedefini zerresi kalmayıncaya kadar kaybetmedikçe, hakiki Var husule gelmez. Birisi en büyük zevk ve gıdayı varlıktan alıyor; diğeri ise gaye, maksat ve hedeften geçtiği gibi en büyük engeli vücut biliyor, onu mahvetmek için hayat boyunca çalışıyor.

Bunlar ancak Allah-u Teâlâ’nın ihsanı ile olur. Kime verilirse o bilir, kim yürütülürse o yürür. “Yapıyorum biliyorum.” demekle olmaz.

Hakikat ehli, hakiki keşif ve keramete dahi kıymet vermez. Çünkü gaye bu değildir.

Bunun içindir ki, hakikatı aramak ve bulmak çok mühim ve lüzumludur. Ebedî bir hayat bahis mevzuudur.

Bunlar yol kesicidirler. Niçin yol kesicidirler?

Bir kimse, Allah-u Teâlâ’nın tayin ettiğine ulaşmak istiyorsa, bir mukallid “Ben oyum” dediğinden hem onun yolunu kesmiştir, hem de oraya dahil olanları kendi ahırına bağlamıştır.

Zira Allah-u Teâlâ’nın vermediğini kimse veremez, O’nun verdiğini kimse alamaz.

Ölçüler:

Mukallidle mükemmeli ayırt etmek için ölçüler vardır.

Şöyle ki:

O yaptıkları işte maksat, menfaat, gaye varsa; o yol, yol değildir. Allah yolunda yalnız rızâ vardır. Maksat, menfaat olmadığı gibi, rütbe ve makam da yoktur.

Lokması helâl mi? Çalışıp mı yiyor, el sırtından mı geçiniyor?

O toplulukta riyâ hâli mi var, ihlâs hâli mi galip? Eğer ihlâs varsa rahmet melekleri o meclisin üzerindedir, rahmet-i ilâhî’yi saçarlar. Riyâkârlık varsa şeytanlar mevcuttur.

İçindekiler kendini mi methediyor, yoksa kendi âcizliğini mi ortaya koyuyor? Bu ölçülere hep dikkat etmek gerekmektedir.

Daha doğrusu “Kâl”, “Hâl”, “Fiil” ahkâma uygun olacak. Eğer birisi noksan olursa, Kur’an-ı kerim’den zerre kadar ayrılırsa; o yol, yol değildir. O yol hemen o yetmişiki yolun içerisine girer ve kaybolur.

Yâni gökte uçtuğunu dahi görseniz, ahkâmdan bir lâhza ayrıldığını gördüğünüz zaman, kim olursa olsun, olduğu yerde bırakın. İsim bahis mevzuu değildir.

Bugün sahanın çoğunu onlar istilâ etmişlerdir, ortalığı kasıp kavuruyorlar.

Şeytan Şeyhleri:

Şeytan namına çalışanlar, şeytanın hizmetçileridirler. Şeytan namına çalışırlar, şeytanın yapamayacağını şeyh kisvesi altında bunlar yapar.

Halk bunları görüyor ve irkiliyor, nefret edip tiksiniyor. “Tarikat bu mudur?” diyor. Tarikat-ı aliye’nin nezafetini kaybettirenler, tasavvuftan soğutanlar, İslâm’dan uzaklaştıranlar işte bu şeytan şeyhleridir.

Çünkü onlar Allah yolunun eşkiyalarıdır, yol kesicidirler. Allah yolunu ve Allah ehlini arayanların yollarını kestiler. Hem kendileri kesildiler, hem de yol kestiler. Ruhlarını öldürdüler, ebedî hayatlarını katlettiler.

Ağına düşürdüklerini çalıştırıyorlar, soyuyorlar ve kendileri yiyorlar. Bütün maddi ihtiyaçlarını bu şekilde temin ediyorlar. Her türlü nam, menfaat, şan, şöhret ve şehvetlerini bu yolla tatmin ediyorlar. Bunların hepsi şeytanın askeridir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Direk olmuş keresteler.” buyuruyor. (Münâfikun: 4)

Mevkileri güzel, saltanatları yerinde, kisveleri herkesi imrendirir, fakat hepsi de cehennem direğidir.

O nefsini ilâh edinmiş ona tapınıyor. Gelenler de onun putuna taptığı için puthane oluyor, onları puthaneye sokmuş oluyor.

Hep onu överler, hep onu methederler. Hiçbir hakikatı görmezler ve görmek de istemezler. Yalnız ve yalnız kendilerinin hakikat ehli olduğunu zannederler.

Onlar niçin bu hataya düştüler?

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Sâdıklarla beraber olunuz!” diye emir buyuruyor. (Tevbe: 119)

Mürşid-i kâmil’i bulmayanlar gerçek mürid olamazlar. Her ne kadar çalışsa da, bir gayret içinde bulunsa da faydası pek azdır, niyetine göre, ihlâsına göre istifade eder. Çünkü onlar bu emr-i ilâhî’yi dinlemediler, hakikatı aramadılar ve hakikatı bulamadılar.

Mürşid-i kâmil hükümsüz ve değersiz olduğunu bilir, hüküm ve değerin yalnız Allah-u Teâlâ ve Resul’de olduğunu görür. Kendisinin bir resimden, bir maskeden ibaret olduğunu, bir paçavradan ibaret olduğunu hem bilir, hem görür.

Fakat nefsine tapınanlar bunu görmek şöyle dursun; ilâhlık dâvâsına halel getirir diye, işitmek bile istemez.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Hiç şüphesiz ki şeytanlar o insanları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler.” (Zuhruf: 37)

Ve dolayısıyle hiçbir söze ve hiçbir hakikate de yanaşmazlar.

Nitekim insanların pek çoğunun durumu böyledir. Hakikatı aramadıkları için zandan kurtulamazlar.

Şimdi bu sözlerimize hayret edersiniz, ahirette aynel-yakîn karşılaştığınız zaman ne kadar haklı olduğumuzu görürsünüz. Nedamet çok, faydası hiç yok!

Nur Fırkası, Nâr Fırkası:

Allah-u Teâlâ’nın tayin ettiği Mürşid-i kâmil’ler ile sahtelerinin berzahı böyle olduğu gibi, müridlerin de terakki edenleriyle düşenlerinin iç durumu şöyledir:

Mürid “Seyr minellah”da tarikata girer, altı mektepten birincisi burada tamamlanır. Sonra “Seyr ilâllah”, “Seyr fillâh”, “Seyr billâh”, “Seyr anillah” gibi Hakk’a tekarrübiyet seyrleri başlar.

Ezelî taksimât-ı ilâhi’ye mazhar olan müridanın hâli, kâli, fiili ayrıdır. Onların nasipleri ezelden ihsan edilmiştir. Kalbi “Arşurahman” olan Mürşid-i pâk’ın terbiyesinde nasibi kadar sülûk görüp, nefis derecelerini geçtikten; kalp, ruh, sır, hafâ, ahfâ’dan sonra nefs-i kül’ü de geçtikten sonra ruh ancak vücuda hâkim olur. Letâif ampulleri nurlanır. Her birinin kendine mahsus rengi vardır. Bu noktada Tarikat-ı aliye’nin zahiri kısmı geçilmiş olur. Bu da ancak Mürşid-i kâmil’in yardımı, müridin gayreti ile olur. Mürşid müridin merdivenidir, müridin yürümesi lâzımdır. İhlâs, taat ve takvâ şarttır.

Bu yolda Râbıta’nın çok büyük ehemmiyeti vardır. Terakkiyat bununla kaimdir.

Şu üç husustan da sakınmak gerekiyor:

1- Hilâf-ı şeriat.

2- İsraf-ı kalbiye.

3- Gaflet ve kasvette olanlarla ünsiyet etmek.

Ve fakat Tarikat-ı aliye’nin bâtınî kısmı bundan sonra başlar.

Sâdıklarla beraber olmayı emreden Âyet-i kerime’ye ittibâ eden bir mürid, o dâirenin içine girmiş ve saâdete nâil olmuş oluyor. O dâire Fenâfillah dâiresidir.

Allah-u Teâlâ’nın ezelden bahşettiği feyz-i ilâhî’yi oradan alır. Başkasından alması imkânsızdır. Sâdık olmayana intisab etmek, boşa vakit geçirmektir.

Eğer bir de puthaneye girdiyse bütün yaptıkları boştur. O zikir yapıyor, fakat hayvan da zikir yapıyor.

Çünkü Âyet-i kerime’de:

“Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” buyuruluyor. (İsrâ: 44)

Bir kimse Tarikat-ı aliye’ye intisab ettikten sonra epey yol alır. Mürşid-i kâmil müridin ruhunu yükseltir, birinci tepeyi geçirir. Orada yol ikiye ayrılır.

Allah-u Teâlâ lütfu ile tecelli ettiği zaman mürid yukarıdan aşağıya doğru kendisini küçültmeye, varlığını yok etmeye çalışır, mahviyet haline bürünür, varlığını yitirir, hiçliğe iner. Yapıcılık, bilicilik, öncülük gibi sıfatlar bir bir zail olmaya başlar. Kendilerine şevk, teslimiyet, muhabbet, murakaba, tevekkül, vahdet ve hâl gibi lütuflar ihsan olunur. Bunlar “Nûriye” fırkası’na ayrılmış olanlardır.

İhlâslı kimsenin yürüyüşü böyledir. Nasibini aldıkça terakki eder. Nasibi varsa bir gün Fenâfişşeyh ve Fenâfirresul’den sonra Fenâfillâh’a da erer.

Gerçekten de Mürşid-i kâmil’in terbiyesi olmadan, nefs ve şeytanın kurduğu tuzaklardan kurtulmak mümkün değildir. Onun o terbiyesi bittikten sonra, onu alır Resulullah Aleyhisselâm’ın terbiyesine verir. Resulullah Aleyhisselâm’ın muhabbeti ondan sonra kazanılır. O muhabbet onun sermayesidir, o sermaye ile iş görür. Mürid bu noktada hem mürşidinin hem de Resulullah Aleyhisselâm’ın taht-ı terbiyesinde bulunur.

Zâhirî ulemâ bunların hepsinden mahrumdur, Fenâfirresul’e varmayan mürid de bundan mahrumdur. İlk tahsili bitirmeden üniversiteye geçmek mümkün olmadığı gibi, Fenâfişşeyh tahsilini bitirmeden Fenâfirresul’e geçmek mümkün değildir. “Geçtim” demek sözden ibarettir.

Sâdıkları bulmakla Resulullah Aleyhisselâm bulunur, Resulullah Aleyhisselâm’ı bulmakla Allah-u Teâlâ bulunur.

Bir de şeytana tutunanlar vardır. Tepede olduğu için herkese tepeden bakmaya başlar, çok yükseldiğini zanneder. “Ben herkesten daha üstünüm.” der, herkesi küçük kendisini büyük görür. Kendisine paye verdiği anda olduğu yere çakılır. Hem düşer, hem helâk olur. Başkasını da helâk eder. Allah-u Teâlâ onun kalbini çevirdiği anda mukallid sınıfına düşer. Artık o bir yıkıcıdır. Çürük bir meyve, yanındaki meyveleri çürüttüğü gibi, o da o anda başkalarını hemen çürütür. Bunlar da “Nâr” fırkasıdır. Onlarda şekavet, gadap, harislik, tûl-i emel, gönlü boş şeylere bağlamak gibi haller vardır.

Hülâsa-i kelâm:

Bu gibi kimseleri Rahman seçmediği ve ileriye sürmediği için; annesi, babası, kardeşi seçtiği için, halk ileriye sürdüğü için, onlar şeytanın robotlarıdırlar.

Ha sahte peygamber, ha sahte mürşid. Sahte peygamber de yol kesicidir, sahte mürşid de yol kesicidir, eşkiyadır. Sahte peygamber: “Ben de peygamber’im. Allah-u Teâlâ’nın hükmünü tebliğ ediyorum.” der amma, aslında şeytanın tayin ettiğidir. Kendisi tayin etmediği için onun Allah-u Teâlâ ile hiçbir ilgisi yoktur. Ona tutunan şeytana tutunmuştur. Bunların âhirette kurtulmaları da mümkün değildir. Kesinlikle bunun böyle olduğunu bilin.

Bunlar ölü ile diri arası gibidir. Mürşid-i kâmil, Allah-u Teâlâ’nın bahşettiğini verir. Diğerinin zaten ruhu ölmüştür, o ne verebilir?

Zira Allah-u Teâlâ onu lâyık görseydi, onu tayin ederdi. Allah-u Teâlâ onu lâyık görmemiş. Annesi, babası lâyık görmüş. Şöhreti, nâmı gitmesin diye.

İblis’in Askerleri:

Ahmed Yesevî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fakr-Nâme” adlı eserinde bu sahte şeyhler hakkında buyururlar ki:

“Bizden sonra âhir zaman yakın olduğunda öyle şeyhler ortaya çıkacak ki; İblis aleyhillâne onlardan ders alacak ve bütün halk onlara dost olacak ve fakat müridlerini idare edemeyecekler.

O şeyhler ki müridlerinden açgözlülükle birşeyler dilerler ve canlarını küfür ve dalâletten ayırmazlar ve bid’at ehlini iyi görürler ve ehl-i sünneti kötü görürler ve şeriat ilmi ile amel etmezler ve nâmahremlere bakarlar ve kötülüğü âdet edip Allah-u Teâlâ’nın rahmetinden ümitli olurlar ve şeyhlik işlerini değersiz görürler. Onların müridleri de dinden çıkmış olur, kendileri de dinden çıkmış olur.

Ve yine değersiz bir şekilde ve inleyerek müridlerinin kapısında dolaşırlar, o halde müridlerinden yardım alırlar. Eğer müridleri bağış ve yardımda bulunmasa, döğüşürler ve ‘Benim küskünlüğüm Allah’ın küskünlüğüdür.’ derler.

Şeyh odur ki, yardım alsa ihtiyacı olanlara verir. Eğer alıp kendisi yese murdar et yemiş gibi olur. Eğer elbise yapıp giyse o elbise eskiyinceye kadar Hakk Teâlâ onun namaz ve orucunu kabul etmez.

Ve eğer aldığı yardımdan ekmek yapıp yese, Hakk Teâlâ onu cehennemde türlü azaba uğratır.

Ve eğer öyle şeyhe bir kişi itikat etse kâfir olur. Öyle şeyhler mel’undurlar. Onların fitnesi Deccal’den beterdir. Şeriatte, tarikatte, hakikatte, marifette mürteddirler.”

“Mir‘atül-Kulûb” adlı eserinde ise şöyle buyuruyor:

“Âhir zamanda bizden sonra öyle şeyhler zuhur edecek ki, Şeytan aleyhillâne onlardan ders alacak ve onlar şeytanın işini yapacaklar. Halka dost olup halk ne isterse onu yapacaklar. Müridlerine yol gösterip onları maksada ulaştırmayacaklar. Dış görünüşlerini süsleyip müridden çok hırs sahibi olacaklar ve içleri (bâtınları) harap olacak. Küfür ile imanı farklı görmeyecekler. Âlimleri sevmeyecek ve onlara iltifat etmeyecekler. Ehl-i sünnet ve cemaatı düşman görüp ehl-i bid’at ve dalâleti sevecekler. Kötülüklerini öne çıkarıp Hakk Teâlâ’dan iyilik umacak ve şeyhlik iddiasında bulunacaklar.”

Râbıta Kime Yapılır?

Onlar kendilerini bir maskeden ibaret görürler. İçinde Hazret-i Allah’ı görürler. Var ile övünürler, kendi varlıklarından utanırlar. Onları yoktan var edeni, nimetlere gark edeni bilirler ve O’nun namına iş görürler. Onlar “El-fakru fahrî” Hadis-i şerif’inin sırrına erenlerdir. Hiçbir şey olmadıklarını bilirler. Resulullah Aleyhisselâm’ın vekilleri onlardır, fakirlikleri ile övünürler. Çünkü Resulullah Aleyhisselâm da bununla övündü.

Allah yolunun memurlarını Allah-u Teâlâ kendisi tayin eder. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın arşıdır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah’ın arşıdır.” buyurmuşlardır. (K. Hafâ)

Bütün kâinata taksimat “Maddî Arş”tan gelir. Mânevî bütün taksimat da “Mânevî Arş”tan gelir.

Allah-u Teâlâ o Arş’a kimin ne kadar nasibini indirdiyse, nasibini o Arş’tan alır ve terbiyesini görür. Kişinin o Arş’ta nasibi varsa, bu nasip Hakk’ın mirasıdır, nasibini oradan alır.

Allah-u Teâlâ nasiplerini daha cenin halindeyken ayırmıştır ve dehalet edecekleri yere koymuştur. Oraya girdiği zaman, çocuk annesinden süt emdiği gibi, ilâhî feyzi eme eme tekâmül eder.

Daha sonra Fenâfişşeyh’ten Fenâfirresul’e geçer ve murakabaya başlar.

Hiç şühpesiz ki Fenâfişşeyh’e kadar birçok yol kesiciler bulunur.

Onlar şeytan ehli ve mukallidlerdir. Onlar nefsi ile, putu ile övünürler. Halkın vereceği nasip ile, mânevî mirastan kişinin mahrum kalacağı da kesinlikle bilinmelidir. Bütün bu yollar halk yoludur, Hakk yolu değildir. Hakk yolu ayrıdır, halk yolu ayrıdır. Hakk yolunun yolcusunu Hakk seçer, halk yolunun yolcusunu halk seçer. Kişiler nerede olduğunu bilsinler. Ahirette nasıl olsa ayılacaklar, nasibi olan şimdi ayılsın.

Herkes baygın, ayılmayı hiç düşünmüyor. Nereye baygın? Yoluna baygın.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.” (Müminun: 53)

Fakat ahirete varınca uykudan uyanacak, bulunduğu yeri görecek, nedameti çok olacak, faydası da hiç olmayacak.

Karun Gibi:

Nutfeden yaratıldıkları halde Yaratan’ı unuttular. Bu saltanat içinde Yaratan’a hasım kesildiler.

Karun da böyleydi, varlık içinde saltanat sürüyordu. Kavminin sâlih kişileri:

“Gururlanıp şımarma, şüphesiz ki Allah şımarıkları sevmez. Allah’ın sana verdiği mal ile ahiret yolunu gözet. Dünyadan da nasibini unutma.

Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun.

Yeryüzünde bozgunculuk isteme. Doğrusu Allah bozguncuları sevmez.” (Kasas: 76-77)

Diyerek içinde bulunduğu durum hakkında ona nasihatte bulunmuşlardı. Göz kamaştırıcı bir saltanat süren Karun ise bu sözlere hiç kulak asmamıştı.

Dünyanın geçici güzelliğine meyletmiş, imanı zayıf kimseler, onun büyük bir saltanata ve şerefe sahip olduğunu sanıyorlar, imreniyorlardı.

“Keşke Karun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı! Doğrusu o çok büyük nasip sahibidir.” demişlerdi. (Kasas: 79)

Doğru yolda bulunan ilim ve anlayış sahibi akıllı kimseler ise Karun’u ikaz ettikleri gibi ona meyledenleri de ikaz ettiler:

“Yazıklar olsun size! Allah’ın mükâfatı, iman edip salih amel işleyenler için daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.” (Kasas: 80)

Ahirette bu mevki ve makam, sadece Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiyleri karşısında sabreden müminlere verilecektir.

Karun öyle bir bela ile karşılaştı ki; Allah-u Teâlâ evi ile, malı ile ve adamları ile birlikte onu yere batırdı.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Nihayet Karun’u da sarayını da yerin dibine geçirdik. Allah’a karşı kendisine yardım edebilecek kimsesi de yoktu. Kendisini kurtarabilecek kimselerden de değildi.” (Kasas: 81)

Karun’un saltanatına meyletmekle düştükleri hatanın farkına varan bazı kimseler, serveti ile birlikte yere gömüldüğünü gözleri ile gördüklerinde son derece pişman oldular. Akılları öyle başlarına geldi ki, Karun gibi kendilerine saltanat ve servet verilmemiş olmasından dolayı hamdetmeye yöneldiler. Onun bu kötü akibeti kıyamete kadar bir darb-ı mesel olarak kaldı.

Binaenaleyh onun akibeti böyle oldu, senin akibetin nasıl olacak? İşte bunlar her ne kadar bu saltanatları, bu kisveleriyle halkı celbetseler de ehl-i hakikat bunları ahkâm ile ölçer, ahkâma uymadıklarını bilirler ve bunların dalâlet ehli olduğunun mührünü basarlar.

Ahiretteki Mesuliyet:

Annesi, babası, kardeşi tarafından tayin edilenlerin, nefsini ilâh edinenlerin, Allah-u Teâlâ’nın yolunu kesenlerin durumu budur.

Allah-u Teâlâ saptıranlarla sapanların cehennemdeki pek hazin manzaralarını tasvir edip ibretli bir tablo halinde akl-ı selim sahiplerinin gözleri önüne sermektedir.

Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:

“Allah’ın nimetini nankörlükle karşılayanları ve (peşlerine taktıkları) toplulukları helâk olacakları yere, yaslanacakları cehenneme götürenleri görmedin mi?” (İbrahim: 28)

Gördün mü bunlara benzer bir kimseyi?

Kendilerine tâbi olanları yoldan çıkarıp saptıran önderler, kendilerine uymalarından gurur duydukları kimselerle beraber o gün cehenneme atılırlar.

“Onlar cehenneme girecekler. O ne kötü bir karargâhtır!” (İbrahim: 29)

Cehennem durulacak yerlerin en kötüsüdür.

“Allah’ın yolundan saptırmak için O’na ortaklar koştular.” (İbrahim: 30)

Liderlerini ilâh edindiler, Allah’a ibadet eder gibi onların peşlerinden gittiler. Halkı Allah yolundan çevirip küfre sürüklediler.

“De ki: Bir süre yararlanın! En son varacağınız yer ateştir!” (İbrahim: 30)

İçinde bulunduğunuz çirkefliği sürdürün. Şunu unutmayın ki, ahirette cehenneme atılacaksınız.

Bu gibi kimseler cehennemin kendileri için hazırlandığını görünce, bürünecekleri hâl ve ahvâl hiçbir kelime ile ifâde edilemez.

“Başlarını dikerek koşarlar. Gözleri kendilerine bile dönüp bakamayacak şekilde sabit kalmış.

Gönülleri ise bomboştur.” (İbrahim: 43)

Başlarına gelecek felâketler, dehşetler, onları bu hale getirecektir. Kafalarında akıl, kavrayış ve anlama adına hiçbir şey kalmayacaktır.

“Resulüm! İnsanları azabın kendilerine geleceği (kıyamet) gününden korkut!” (İbrahim: 44)

O müthiş günü düşünsünler, şimdiden kendilerine gelsinler.

“Zulmedenler diyecekler ki:

Ey Rabbimiz! Yakın bir süreye kadar bize zaman tanı da senin dâvetine uyalım ve Peygamber’ine tâbi olalım.” (İbrahim: 44)

Fakat bütün bu temennileri neticesiz kalır. Allah-u Teâlâ onların bâtıl üzerindeki ısrarlarını hiç şüphesiz ki bilmektedir.

Kınamak ve susturmak için taraf-ı ilâhî’den onlara şöyle denilir:

“Siz daha önce sonunuzun gelmeyeceğine yemin etmemiş miydiniz?” (İbrahim: 44)

Gururlu bir biçimde öyle büyük hayaller peşindeydiniz ki, ahirete göçeceğiniz hiç aklınıza gelmiyordu.

“Halbuki siz kendilerine zulmedenlerin yurtlarında oturmuştunuz.” (İbrahim: 45)

Ehl-i hakikatın yolunda oturdular, “Ehl-i hakikat biziz!” dediler, yol kesici oldular.

“Onlara neler yaptığımız da size açıklanmıştı ve size misaller de vermiştik.” (İbrahim: 45)

Niçin o uyarmalardan istifade ederek uyanmadınız, ibret ve ders almadınız.

“Gerçekten onlar kurmak istedikleri tuzağı kurmuşlardı. Oysa tuzakları dağları yerinden oynatacak (cinsten) olsa bile, onların tuzakları Allah’ın katında idi.” (İbrahim: 46)

Onlarınkinden daha büyük bir düzen ile onları cezalandıracak, farkında olmadıkları bir yerden azapları gelip onları bulacaktır, Allah-u Teâlâ onların her birinden intikam alacaktır.

“Sakın Allah’ın elçilerine verdiği sözden cayacağını sanma! Muhakkak ki Allah Azîz’dir, intikam sahibidir.” (İbrahim: 47)

Bir şey yapmak istediği zaman kimse O’na mani olamaz, O’na karşı hiç kimse düzen kuramaz.

“Bütün insanlar tek ve Kahhar olan Allah’ın huzuruna çıkarlar.” (İbrahim: 48)

Hiçbir şey onları örtmeyecek, hiçbir kimse onları koruyamayacaktır. Artık gaflet perdesi ile kapanmış olan gözler açılmış, gizli kalan hakikatler bütün açıklığı ile ortaya çıkmıştır.

“O gün suçluları zincirlere vurulmuş görürsün!” (İbrahim: 49)

Onlar o gün şeytanlarla birlikte birbirlerine bağlı bir halde cehenneme sevkedilecekler.

“Gömlekleri katrandandır, yüzlerini ateş kaplar.” (İbrahim: 50)

Orada her şeyin vasfı değiştiğine göre, o günkü katran da bu bildiğimiz katrandan mukayese bile edilemeyecek derecede farklı olacaktır.

Katrandan gömlekle kaplı olan vücutlarını yakan ateş, onların yüzlerini de istilâ eder.

Alıntı ile Cevapla
Cevapla




Saat: 03:59


Telif Hakları vBulletin® v3.8.9 Copyright ©2000 - 2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
gaziantep escort bayan gaziantep escort
antalya haber sex hikayeleri aresbet giriş vegasslotguncel.com herabetguncel.com ikili opsiyon bahis vegasslotyeniadresi.com vegasslotadresi.com vegasslotcanli.com getirbett.com getirbetgir.com
ankara escort ankara escort ankara escort bayan escort ankara ankara escort çankaya escort ankara otele gelen escort eryaman escort adana escort eryaman escort kızılay escort çankaya escort kızılay escort ankara eskort

Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.0 PL2