#1
|
|||
|
|||
İnsanın alemi
İnsanın alemi Allah’ın “Muhit” ve “Kayyum” isimleri kapsamında
İnsan yaşamını genel olarak bir mekan içerisinde varolduğu hissi ile sürdürmektedir. “Bir mekansal varoluş insanın kendi varlığından önce hazırlanmış ve insan gelip onun içine girmiştir.” anlayışı aslında doğru değildir. Bu yapı hakikatte, karşılıklı olarak birbirini vareder. Kainatta her varlık Levh-i Mahfuz’u fıtraten çözmesi sonucu ortaya çıkan bir mekan kavramı içinde yaşamaktadır. Okuma ile okunan asıl itibarı ile birdir. Varlıklar kainatta mutlak surette bir enerji+mekan tarafından kapsanmak zorundadır. Bu oluş, varlıklar için, iç ve dış kavramlarını otomatikman varetmektedir.. İnsanın “hakikat”ini kavrayabilmesi için, dış ile iç kavramlarının ve bunların birbiri ile nasıl bir ilişki içinde olduklarının anlaşılabilme zarureti vardır. İrfani lisanda bu terimler karşımıza “Batın” ve “Zahir” olarak çıkmaktadır. İnsan, varlığını algılama yeteneğine borçludur. Düşünecek olur isek, hiç bir varlık tarafından algılanmayan bir nesne, aslında yoktur. Tersini özne için de düşünebiliriz. Eğer öznenin de algılayacağı birşey olmaz ise, o da yok demektir. Yani insan beş duyu organı ile herhangi birşey, duyamaz, göremez, tadamaz, koklayamaz ve dokunamaz ise, anında hiçliğe düşer ve o insanın varlığından da söz edilemez. Bu iki durum bize, iç ve dışın, nesne ve öznenin, ikisinin de varoluş manasında birbirlerini varettiklerini çok açık bir şekilde gösterir. Varoluşun bu çift taraflı algısal ilişkisi, aynı anda olacak bir şekilde gerçekleşmektedir. Gözlemcinin alemi seyri ve seyredilen alemin algılanması aynı “an”da olmaktadır.(Kayyum Allah) Bu yapıyı kavradığımızda şunu farkederiz; Allahu Teâlâ alemi, sibernetik bir varoluş içerisinde, insan aracı (yani Adem) ile algılamakta ve bunun sonucunda ise, alemler varlık alanında varolmaktadır. Bu noktada algılayanın “ayna” oluşu gerçeği karşımıza açıkça çıkmaktadır. Alemler hiçlikten, yarı var, yarı yok olan bir alana geçerler, bu alan bizim tarafımızdan algılanamayan ve tamamen dalga girişimine benzeyen bir alandır. Bu likit diyebileceğimiz yapının özelliği, varlık alanına çıkmamış ışık oluşudur. Bir gözlemci özne, bu alana algısını yönelttiğinde, bir çok dalga girişimine sahip olan bu alan, bilinçli bir şekilde algılandığını algılayarak, tanecik özellikliği göstererek varlık alanına çıkmaktadır. Bilim adamları ışığın hem dalga hem de tanecik özelliği gösterdiği noktasını keşfetmişlerdir. Biri gizli konumdaki ışık (Dalga), diğeri ise varoluş alanına çıkmış ışığa karşılık gelir.(Tanecik) Bu likit ışık tüm evreni kaplamış bir şekilde bir çok boyutu kaplamaktadır.(Esir maddesi bu dalga girişimlerinin oluştuğu zemin olarak su gibi bir yapıya sahiptir.) Okunmamış durumda kainatı kaplayan ve görünmeyen dalga girişimlerinden oluşan bu yapı, bir levhaya benzetilerek adına “Levh-i Mahfuz” denmiştir. Bu levha, düşüncelerimiz yanı sıra, bizden çıkan eylemlerin yarattığı dalga girişimleri ile bir taraftan yazılmakta, diğer taraftan ise algı organlarımızın bu dalga frekanslarını çözümlemesi ile açığa çıkarak varolmakta ve bizim tarafımızdan “oku”nmaktadır. Bu yapıya dalga girişimlerinden oluşmuş bilinç okyanusu denilebilir. Bu likit yapı, bebeğin anne karnında iken içinde bulunduğu su ile aynı kavramsal yapıya, terime sahiptir. Bu yapının adı “Feza/Uzay” dır. İnsanın alemi seyrinin ve hakikatinin ne olduğunu anlayabilmemiz için, “Zahir” ve “Batın” kavramlarının aslında ne anlama geldiğinin iyi kavranmasında yarar vardır. Ruh öyle kuvvetli bir enerjiye sahiptir ve her yerde mevcuttur, ki gömlekler yani çeşitli katmanların içine girmeden direk olarak hiç bir yapı ile ilişkiye giremez ve hiç bir varoluşu da varlık alanında var edemez. Fizik beden, Ruh’un içine girdiği en kaba ve yoğun elbisedir. Ruh, eterik (Esir) beden diyebileceğimiz daha süptil bir bedenden, mantal bedene kadar bir kaç daha latif bedeni kendine örüp merkezindeki yerine oturmuştur. İnsanoğlunda bu tüm bedenlerin frekans olarak senkrozizasyonu bozulmuş durumdadır. Diğer bir ifade ile bedenler birbirinden ayrı bir halde, titreşimsel bir bütünlüğe sahip olamamakta ve birbirlerinden kopukluk içinde varlıklarını sürdürmektedirler. Sigara bu bedenlerin Ruh’tan çektikleri evrensel enerjiyi bloke ederek, nerede ise tamamen perdelemektedir. Alkol ise bedenler arasındaki kopukluğu hat safhaya çıkartmakta ve insanı zihinsel, duygusal ve bedensel olarak param parça ve tutarsız yaparak, sistemden kopartmaktadır. Asıl itibarı ile organik bedenimiz, ışığı nerede ise geçirmeyen yapısı ile Ruh’a tam ayna olabilme ve kendini bilme imkanı tanıyan en yoğun enerji beden katmanımızdır. Çünkü “Işık duvara vurmadan ne olduğunu bilemez.” Bir çok kitapda çizimler aracılığı ile varlığını tespit edebileceğimiz enerji bedenler, insanın organik bedeninden başlayarak dışa doğru katmanlar halinde sıralanmıştır. Fakat burada önemli olan, dışarıda gibi görülen katmanların aslında içeride (içsel) olduğudur. Dışarıda görünme hissi, katmanların içeride beden üzerinden, bir aynaya çarpar gibi yansıyor olmasından kaynaklanır. Bunu farketmemiz bizde çok önemli bir bilinç açılımı sağlar. Böylelikle biz, organik bir bedenin içinde yaşayan, Ruh’un her noktada farklı titreşimlere sahip bedenlere girmesi ile oluşmuş varlıklar olduğumuzu farkederiz. Ayrıca bir çok latif bedene aynı anda sahip ve bu latif bedenlerin yapısına uygun frekansdaki Ruh ışımasının geçişine izin verecek bilinci barındıran, yanı sıra bu ışığın organik bedenimize yansıması sayesinde bütünün, yani Ruh’un çeşitli manalarını yansıtan ve bunu izleyen varlıklar (Aletler) olduğumuzu da anlarız .(Asıl itibarı ile izleyen biz değil Allah’ın zatıdır.) Bu noktada kanımca sırların sırrı olan bir açılım karşımıza çıkar. Biz eğer bedenimizden yansıyan oluşları seyir halinde isek, algıladığımız herşey asıl değil, aslın yansıması, yani zahiri görüntüsüdür. En önemlisi de içimiz dediğimiz batınımızın , dışımıza zahiren yansımasıdır. Kanımca bu bilinç açılımının bizi taşıyacağı ikinci şaşırtıcı gerçek ise, zahiri görüntüde önün arka, sağın sol, yukarının ise aşağısı oluşudur. Bu bizi mana boyutundan geometrik yapıya geçirerek önemli bir noktanın farkına varmamızı sağlar. Aslında kapsayan , kapsanandır. Uzay boşluğunun fizik bedenimizin etrafını kapsadığını ve kuşattığını sanmamız bir yanılgıdır. Öz varlığımıza taht olan ışık bedenimizden dalga dalga gelen ışık, organik bedenimize (ışık bedenimizin daha yoğun olan boyutuna/ madde planına) çarpmakta ve geri yansıyarak, aslında yine içsel olan latif beden sınırı üzerinde fizik beden olarak algıladığımız bedenimizi görünür hale getirmektedir. (Kozal beden) Bu nedenle her insan bir bakıma kendi evrenini izlemektedir. Çünkü ışık bedenimizden süzülerek yayılan Ruh ışığının, organik bedene çarpması ile oluşan yansıma, ancak o birimin kendi ayna oluş kapasitesi ölçüsündedir. Keza algılanan da bu kapasite ile doğru orantılıdır. Yani her varlık, varoluş aynasında gerçekte Ruh ışığını yansıtmakta ve algılamaktadır. Bu açıdan kendisi uzayın içinde değil, uzay kendisinin içindedir denilebilir. Uzun lafın kısası, bu bilince varmış olan insanın bedeni kainattır. Ancak bu noktada dikkatten kaçmaması gereken, bedeninde yansıttığı kainatta algılanan tüm varlıkların, kendi varlığından ayrı değil, ama kendisi de olmadığıdır. İnsan bu noktada Allah isimlerine ve dolayısıyla Allah’a aynadır, seyredilenler kendi varlığından yansıyan Allah’ın yarattığı diğer varlık ve varoluşlardır. Bu noktaya dikkat edilmez ise, insan kendini, algıladığı alemin merkezi zannetme yanılgısından kolayca kurtaramaz. (Firavun gibi) Unutulmaması gereken gerçek şudur; “Merkez her yerdedir.” Doğum ile kazanılan organik bedenin içsel boyutlarından itibaren (insan için batından zahire olmak üzere) kendini yansıtmaya başlayan Ruh, ölünceye kadar tüm bedenlerin titreşimi ile orantılı bir şekilde, kendisine o insanı ayna yapmaya devam eder. Tüm deneyim ve bilinç kazanımları insanın nasıl bir “Ayna” olduğu noktasını meydana getirir. Fizik bedenin içsel boyutlarıyla birlikte her noktasına ve boyutuna Ruh oturmuştur, bu bakımdan dışta zannettiğimiz evrensel sistem de içseldir, varoluşumuzdadır. Bu açıdan beyin de evrendeki tüm aklın bir noktaya toplanmış ve yoğunlaşmış halidir, ki bu büyük bir nimettir. Bu sayede evrenin tüm bilgisi bize yerleştirilmiş ve keşvedilmeyi nasibimiz doğrultusunda beklemektedir. Öz varlığımızın tahtı olan canımız, yani ışık yoğun bedenimiz, kendi tahtı olan organik beden içinde adeta büyük evrenin bir kopyasını seyir halindedir. İnsanlar genelde seyrettiğimiz evreni makro sanmaktadır. Asıl makro evren iç uzayımızda yeralan ve şu anda fizik bedenin varlığı sayesinde enerji seviyesinde ve algısal olarak ayrı yaşadığımız iç evrendir. Bu evrenin merkezinde zamansızlık ve mekansızlığın hüküm sürdüğü nokta ve onun çevresinde ise, boyutsal olarak atomik bütünlük oluşturan kalp bulunmaktadır. Noktadan nur açığa çıkması ile varlık alemi seyredilebilmektedir. İnsan ölünce benlik bilinci semaya, yani iç derinliğe doğru uçar ve nokta ile karşılaşır. (Kundalininin simgesinin en üstünde yer alan kanatların tepesindeki nokta bunu simgeler.) Bu nokta, öbür ucu kalbe açılan bir kara deliktir. Ölen insan kalbin içinden geçerek iç uzaya çıkar. Kalp nurdur. Kalbin etrafındaki latif alemler de nurdur. Bu nedenle kalbin içinden geçen insanın benliği, üst benlik noktasında yerini alarak nur üstüne nur haline gelir. * Allah, göklerin ve yerin nurudur (aydınlatıcısıdır). O’nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir billur içindedir; o billur da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan çıkan yağdan tutuşturulur. (Bu öyle bir ağaç ki) yağı, nerdeyse, kendisine ateş değmese bile ışık verir. (Bu ışık) nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruyla hidayete iletir. Allah insanlara (işte böyle) misal verir; Allah her şeyi bilir. (Nur suresi/35) Seyrettiğimiz alemin hakikati, seyredenin “Allah” ismine bir ayna olduğu gerçeğidir. Seyredilen tüm mekanlar ve içindeki varlıklar, hepsi “O” nun zatına aynadır ve onun “vechi”(yüzü)dir. (Allah Muhittir.) Herşeyin doğrusunu Allah bilir. Saygı ve selamlarımla… |