Seversintabi.com Türkiye'nin En Büyük Forumu Bence Seversin Tabi
 

Go Back   Seversintabi.com Türkiye'nin En Büyük Forumu Bence Seversin Tabi > Yaşamın İçinden > Meslekler
Yardım Topluluk Takvim Bugünki Mesajlar Arama

gaziantep escort gaziantep escort
youtube beğeni hilesi
Cevapla

 

LinkBack Seçenekler Stil
  #1  
Alt 19 December 2008, 14:30
Junior Member
 
Kayıt Tarihi: 7 December 2008
Mesajlar: 0
Konular:
Aldığı Beğeni: 0 xx
Beğendiği Mesajlar: 0 xx
Lightbulb Son YÜzyilda Mİmarlik

Üçüncü çeyrek yüzyıl:

2. Dünya Savaşı sonunda Avrupa kentleri harap olmuş, ekonomileri çökmüş, İngiliz Sterlini ticaret dünyasındaki yerini Amerikan Doları’na bırakmıştı. Politik ve de ekonomik açıdan Doğu Avrupa SSCB, Batı Avrupa ABD etkili iki ayrı bloğa ayrılmıştı. Bu paylaşımda her halde, Boğazların stratejik önemi ile olsa gerek, biz Batı bloğunda kaldık. 1946 yılının 5 Nisan günü ABD’nin Missouri zırhlısı İstanbul Limanı’na demirledi. Zırhlının Washington Büyükelçimiz müteveffa Münir Ertegün’ün naaşını getirmesi Türkiye’ye yapılmış bir jestti. Artık Türk politikasında demokratik ve çok partili rejime geçilmesi bir zorunluluk olmuştu.

Savaş sonrası Avrupa’sında faşist mimarinin sona ermesi ile, Türk mimarisindeki ‘İkinci Ulusal Mimarlık Dönemi’ de soluğunu tüketiyor, gözler Amerikan mimarisine çevriliyordu. Bu fikir değişiminin ilk örneğini İstanbul, Sultanahmet’te yapılacak Adliye Sarayı için 1949’da açılan mimari proje yarışmasında görüyoruz. Yarışmada birinci olan Emin Onat – Sedat Hakkı Eldem ikilisi, sanki ulusal dönem yapılarını yapanlar kendileri değilmiş gibi, yeni bir anlayışla bu defa modern sayılabilecek bir projeye imza atıyorlardı. İşlev şeması, prizmatik kitlesi ve cephelerdeki bol cam yüzeyleri ile yeni çizgiler içeren bu yapıyı, modern çizgilerden ayıran husus, geniş saçaklarının ve eğimli çatılarının bulunması idi. Modern mimaride eğimli çatı ve saçaklara yer verilmemesine rağmen, burada kullanılan geniş saçaklar, Sedat Bey mimarisinin özelliklerindendi.

Sırası gelmişken bir noktaya değineceğim. Bu projenin yer seçimi yanlıştı. Arkeolojik park özelliği olan Sultanahmet’e, insanların karınca yuvası gibi toplanıp trafik problemleri yaratacağı bir tesis getiriliyor, üstelik yanı başındaki İbrahim Paşa Sarayı’nın bir kısmı yıktırılıyor ve de yapının Bizans’ın Hipodrom kalıntılarının üzerine yerleştirilmesinde beis görülmüyordu. Adliye Sarayının burada yapılmasına emir veren sanat kültürü almamış politikacı ve yöneticilerin yanında, hiç sesleri çıkmayan mimar ve arkeologların da büyük suçu olduğu şüphesizdir. Mimari yapıtların yıkılmasına karşı olsak da, bu tesisin yıkılmasında kent plancılığı ve arkeoloji bilimi açısından fayda vardır.

1950’de iktidara gelen Demokrat Parti, ekonomik yapılanmayı liberalizm esaslarına oturttu. Özel sektörün önünü açarak sanayileşmeye önem verdi. Devlet, karayolları, barajlar, enerji santralleri gibi alt yapı tesislerine yöneldi. Mimarlık da liberalizmden nasibini almaya başladı. Dikkat etmişsinizdir. Bu güne kadar bahsettiğim önemli mimarlık yapıtlarının tümü, devlet eli ile gerçekleştirilen yapılar olmuştur. Özel sektörün mimarlık yapıtlarından bu tarihten epeyi sonra söz edilebilecektir.

İstanbul Hilton Oteli, modern Amerikan mimarisinin Türkiye’deki ilk örneğidir. Proje, Amerikan mimarları Scidmore – Owings – Merril üçlüsünündür. Projeye Türk mimarı olarak Sedat Hakkı Eldem de katılmışsa da, Eldem’in katkısı giriş saçağındaki ‘uçan halı’ çağrışımı – ki bu da Batının Doğuyu tahayyülündeki ‘flying carpet’ öğesidir – ve çarşı üzerindeki sıra kubbelerden öteye geçmez. Peki, bu yeni mimariyi İstanbullu nasıl karşıladı? Şunu da dikkate almak lâzımdır ki, zaten ‘beyaz Türkler’ arasında Amerikan hayranlığı alıp yürümüş, Rus salatasının adı bile Amerikan salatası olmuştu. Otel, dikdörtgen prizma kitlesinin ayaklar üzerindeki yükselişi, Boğaziçi peyzajı ile bütünleşen açık ve ferah ‘lobby’si ile o kadar beğenildi ki oteli güvercin kafesine benzetenler azınlıkta kaldı. ‘Taş devri’ yapıtlarına, özellikle Beyazıt’daki İstanbul Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi binalarına soğuk bakan İstanbullu, bu yeni mimariyi hiç yadırgamadı. Hattâ basılan Hilton kartpostalları Anadolu’da bile kapış kapış gitti.

Hilton Oteli ile binalardaki saçak ve çatılar yeniden kalktı. Ayaklar üzerinde yükselen basit geometrik formlarda kitleler, cephelerde cam yüzeyler, aluminyum doğramalar, asma tavanlar ve gömme ışıklandırmalar, klima ve asansör gibi o zamana kadar fazla kullanılmayan teknik tesisata önem veren projeler, genç mimarlarca benimsendi ve uygulandı. Bu aralar Akademi hocası Mehmet Ali Handan’a sormuşlar: ‘Hocam, modern mimari nedir?’ diye. ‘Ne olacak, iç mekân – dış mekân, ara yerde camekân’ diye yanıtlamış.

1950’lerin Amerikan taklitçisi mimari akımı 10 yıl kadar sürdü. Daha sonra Le Corbusier’nin cephelerde sıvasız brüt beton kullanımı, Alvar Aalto, Eero Saarinen, Hans Scharon gibi mimarların geliştirdiği dışavurumculuk, Louis Kahn’ın kitlelerin parçalanması ile yarattığı kompozisyon ilkelerini uygulayan önemli yapıtlar ortaya çıktı.

1954 yılının mimarlık mesleği açısından en önemli olayı, Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin ve de ona bağlı Mimarlar Odası’nın kuruluşudur. Böylece, evvelce ticaret ve sanayi erbabına ve de doktorlara, avukatlara verilen yasal oda kurma hakkı, geç de olsa mühendis ve mimarlara da verilmiş oluyordu.

Mimarlık mesleği açısından diğer önemli olay, 1956’da kurulan Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) ve bünyesindeki Mimarlık Fakültesi’dir. Böylece İstanbul’daki önemli üç mimarlık okuluna, Ankara’daki dördüncü önemli mimarlık okulu katılmış oluyordu. Yeni fakülte, geleneksel usta – çırak eğitim metodu ile fikirlerini sadece çizgi ile ifade etmeye alışmış mimarlık öğrencileri yerine, öğrenci projelerini topluluk karşısında tartışmaya açarak fikirlerin olgunlaşmasına katkıda bulunan bir metot uygulamış, mimarlıkta sanatın yanında bilimselleşmenin yolunu açmıştır.

1955–1960 yılları, İstanbul’da imar uğruna yapılan yanlışların şiddetle devam ettiği yıllardır. Başbakan Adnan Menderes, bu yıllarda İstanbul imarına merak sardı. Yerleşik kent dokusuna önem vermeden mevcut yollar genişletildi, seviyeleri indirildi – kaldırıldı; yeni yollar açıldı. Granit parke caddeler asfalt yollara dönüştü. Tramvaylar kaldırıldı, tüm yollar oto trafiğinin emrine verildi. Bu amaçla, buldozerler önlerine gelen her türlü yapıyı yıktı, ağaçları devirdi. Yol açma uğruna, türbeler, mezarlar, tarihî hamamlar, çeşmeler, asırlık çınarlar yok edildi. Tipik özelliği olan Eminönü – Balıkpazarı semti tarihe karıştı. Sadece tarihî yarımada değil, diğer bölgeler de bu yıkım furyasından nasibini aldı. Örneğin, Mimar Sinan yapıtı Beşiktaş Hamamı, tarihî Tophane Kışlası, Karaköy’deki Raimondo d’Aranco yapıtı arnuvo stili cami gibi önemli yapıtlar yok edildi. Boğaziçi üst yolları üzerine oto sanayi ve diğer sanayi siteleri getirildi. Bunun doğal sonucu olarak kısa zamanda gecekondulardan oluşan Kuştepe, Gültepe, Çeliktepe, Sanayi mahalleleri ortaya çıktı.

1958’de getirilen İtalyan şehircilik uzmanı Luigi Piccinato, bizleri ‘nâzım plan’la tanıştırdı. Kentin, Marmara Denizi paralelinde ve lineer sistemde Silivri – Gebze hattı üzerinde gelişmesini ve bu aks üzerinde sosyal donatıları kendi içinde karşılanan, birbirlerinden yeşil bantlarla ayrılan ve denize açılan uydu kentler kurulmasını önerdi. Bu şema, İstanbul’un akciğerleri olan Kuzey yönünün yeşil kalmasını sağlıyordu. Plan akılcı idi ama yönetim zafiyeti ile iş çığırından çıktı. Bölgeyi devamlılık gösteren yoğun kaçak yapılar istilâ etti. Ataköy, bu öneriler paralelinde kurulmuşsa da devamı gelmedi, gecekondu ve kaçak yapıların tüm bölgeyi istilâ etmesinin önüne geçilemedi. Daha sonraları İstanbul’a gelen Piccinato, projesinin dejenere edildiğini görünce saçını başını yoldu.

1960 askerî darbesinden sonraki yıllarda Türkiye yeni ve özgürlükçü bir anayasaya kavuştu. Bu anayasa ile sivil toplum örgütleri söz sahibi olabildiler. Mimarlar da bilimsel toplumculuk çalışmaları ile toplum sorunlarını irdemeye başladılar. Mimarlık mesleğinin, sadece bireye veya kuruma proje yapma sanatı değil, yurt, bölge, çevre planlamaları paralelinde ‘toplum hizmetinde’ olduğu vurgulandı. Mimarlık ve mühendisliğin birbirinden ayrı, fakat birbirini tamamlayan meslekî yetki ve sorumluluklarının belirlenmesi ve ayrılması, bunun yanında, kent planlamacılığı ve restorasyonun mimarlık mesleği içinde ayrı uzmanlık dalları olması gerekliliği gündeme geldi.

Yine 1960’da Türk Standartları Enstitüsü (TSE) kuruldu. Böylece yapı malzemeleri üretiminde nitelik ve standardizasyon çalışmaları başlamış oldu.

Yapı Endüstri Merkezi (YEM), sergi, fuar, konferans, panel, seminer tertipleri, katalog, kitap ve ‘Yapı’ dergisi yayınları ile 1968’den beri mesleğe hizmet veriyor.

1969’da Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TBTAK) bünyesinde kurulan Yapı Araştırma Enstitüsü, bilimsel çalışmalar ve yayınları ile Türk mimarlık ve yapı sanatına katkıda bulunuyor.

Yapı sektöründeki sanayileşme ile malzeme ve hazır ince yapı elemanları yanında betonarme kolon, kiriş, ve döşeme gibi taşıyıcı elemanlarda da prefabrikasyon dönemi başlamış bulunmaktadır. Bu çeyrek yüzyılda fabrika inşaatlarında uygulanan sistem, ileriki yıllarda konut ve umumi binalarda da uygulama alanı bulacaktır.

Bu olumlu adımlar yanında üçüncü çeyrek yüzyılın sosyal açıdan olumsuz olgusu, kentlerdeki sanayileşme ile köylerden kentlere doğru gelişen iç göçlerle, kentlerde oluşan gecekondulaşmadır. ‘Gecekondu’, kente göçenlerin, kendi mülkiyetinde olmayan arazi üzerinde (genellikle Hazine arazilerinde), gerekli mercilerden izin almadan ve bir gecede kondurdukları konuttur. Ama bu olgu, kısa zaman içinde o derece gemi azıya almıştır ki, hükümet ve yerel yönetimlerin tavizleri ile yapılar ‘gündüzkondu’ya dönüşmüş, kentlerin yanında büyük nüfusu barındıran sağlıksız beldeler oluşmuştur. Daha sonra bu oluşum, kentlerin içinde de kentin en değerli arsalarını, manzaralı Boğaziçi tepelerini, rekreasyon alanlarını işgal etmiştir. İktidardaki partilerce bu yerleşimler oy depoları olarak görülmüş, kamu ve belediye hizmetleri götürülmüş, imar affı kanunları çıkmış, tapular dağıtılmış, sonuçta kârlı hale gelen bu ticaret alanı, ‘gecekondu ağaları’ ve ‘gecekondu mafyası’nın eline geçmiştir.

1966 tarihli ‘Gecekondu Kanunu’, uygulamada diğer hukukî prosedürlerle olan uyumsuzluğu ve yine politik nedenlerle konuya çare getirememiştir. Bu gün, İstanbul, Ankara, İzmir ve diğer büyük kentlerimizdeki çarpık kentleşme ile yapıların % 85’i gecekondu veya kaçak ve de mühendissiz ve mimarsız yapılardan oluşmaktadır.

Üçüncü çeyrek yüzyılın genel tanımlamasından sonra, önemli mimarlık yapıtlarına devama yerimiz kalmadı. Yapıtlara bundan sonraki yazımda değineceğim.
Alıntı ile Cevapla
Cevapla




Saat: 08:35


Telif Hakları vBulletin® v3.8.9 Copyright ©2000 - 2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
gaziantep escort bayan gaziantep escort
antalya haber sex hikayeleri aresbet giriş vegasslotguncel.com herabetguncel.com ikili opsiyon bahis vegasslotyeniadresi.com vegasslotadresi.com vegasslotcanli.com getirbett.com getirbetgir.com
ankara escort ankara escort ankara escort bayan escort ankara ankara escort çankaya escort ankara otele gelen escort eryaman escort adana escort eryaman escort kızılay escort çankaya escort kızılay escort ankara eskort

Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.0 PL2