#1
|
|||
|
|||
şizofrenler tehtit mi?
"Türkiye’de 600 bin civarında şizofreni hastası var. Hastalık iyileştirilebiliyor. Ancak her yıl Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne tedavi amaçlı yatırılan 400 kadar suç işlemiş akıl hastasının yarısının şizofren, bunların yüzde 30’unun suçunun da cinayet, cinayete teşebbüs ya da ağır yaralama olması toplumdaki ciddi bir yarayı gözler önüne seriyor...
John Nash, Amerikalı dâhi bir matematikçi... Batı Virginia’da küçük bir kasabada, orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak 13 Haziran 1928’de dünyaya gelir. Geliştirdiği “Oyun Teorisi” ile 1950’li yılların en ünlü matematikçisi olarak tanınır. 1958’de şizofreni hastalığına yakalanan John Nash, 25 yıl bilim dünyasından uzak kalır. 1994’te hastalığını yener dâhi matematikçi ve aktif öğretim üyeliğine döner. Aynı yıl, geliştirdiği ‘Oyun Teorisi’ ile Nobel Ödülü kazanır. Hayatı, film olacak kadar zengin anekdotlar içeren John Nash, şizofreniyi yenerek hayata yeniden tutunan insanların belki de en ünlüsü. Ancak, herkes onun kadar şanslı değil elbette... Michael Laudor ise bir hukuk adamı. Üstün zekalı bir öğrenciyken 24 yaşında yakalandığı şizofreni hastalığını çevresinden gizlemez. Hatta, 1995 yılında The New York Times Gazetesi’nde durumu açıklar ve 10 yıl hastalıkla mücadele eder. Kendini denetlemesini öğrenir. Deneyimlerini de “Deliliğin Hukuku” adını verdiği otobiyografisinde anlatır. Yale Üniversitesi’nin gururudur. Olağanüstü bir kişilik olarak kabul ediliyordur. Nash’ınki gibi hayat hikayesi senaryo haline getirilir. Neredeyse filmi de çekilecektir. Ancak, her şey iyi giderken ilaçlarını ihmal eden Laudor’un birden hastalığı nükseder. 1998’de, 7 yıldır tanıştığı üstelik hamile olan nişanlısını 11 yerinden bıçaklayarak öldürür. Benzer örnekler Türkiye’de de yaşanmıyor değil. Örneğin, Mesut Demirdoğan, John Nash gibi şizofreniyi yenenlerden biri. 1986 yılında, 17 yaşında gencecik bir matbaa işçisi iken yakalanır bu hastalığa... Hezeyanlar birbirini izler, halüsinasyonlar görür, kulağına bazı sesler gelir. Aşırı şüpheci olur, zaman zaman insanüstü güçleri bulunduğunu vehmeder. İlk belirtilerden sonra gittiği doktorun verdiği ilaçlarla kısa sürede sağlığına kavuşacağını düşünür. Oysa yıllarca sürecek hastalık döneminin içine girdiğinin farkında değildir. İşini kaybeder. Eve kapanır ve zaruri ihtiyaçlar haricinde dışarıya çıkmaz. Sosyal çevresi sıfırlanır. Bundan dört yıl önce her şey birden değişmeye başlar. Adını duyduktan sonra gidip geldiği bir dernek vasıtasıyla tekrar hayatın içine girer. Kendine olan güveni artar. Şimdi, kendini yeniden hayata bağlayan derneğin başkanı. Türkiye’nin alanındaki ilk ve en kapsamlı sivil toplum kuruluşu olan Şizofreni Dostları Derneği’ni, 18 yılı şizofreni ile mücadeleyle geçen Mesut Demirdoğan yönetiyor. Türkiye’de sonu dramla biten örneğin belki de en acı olanı 18 Eylül 2004’te, İstanbul Fatih’te yaşandı. Emekli Deniz Astsubay Başçavuş Mustafa Karaçol, cinnet getirerek ailesinden 4 kişiyi öldürdükten sonra aynı silahla hayatına son verdi. Maddi sıkıntılar ve eşiyle yaşadığı sorunlar Mustafa Karaçol’un cinayeti işlemesine zemin hazırlayan faktörler olarak öne çıkıyor. Ancak, olayda ölen Arzu Karaçol’un teyzesiyle evli Ali Sarıkaya’nın anlattıkları, psikolojik sorunların da etkili olduğunu gözler önüne seriyor. Yaklaşık beş yıl önce, bir otomobil, yaya olan Mustafa Karaçol’a bilerek çarpar. Bu olaydan sonra emekli askerin psikolojisi bozulur, çevresine karşı saldırgan tavırlar sergilemeye başlar. Türkiye’de bu tür dramlar genelde üçüncü sayfa haberi olarak yer alsa da insanların en yakın dostlarına, akrabalarına, hatta eşlerine ve çocuklarına karşı nasıl oluyor da bu kadar acımasız davranabildiği pek irdelenmiyor. Şüphesiz, bunda, insanların yaşadıkları yoğun stres ve yorgunluktan kaynaklanan rahatsızlıklarını geçiştirip ciddi bir hastalıkla karşı karşıya olup olmadığına dair bir araştırma içine girmemeleri önemli bir rol oynuyor. Halbuki, basit gibi görünen bedensel ve ruhsal rahatsızlıkların altında çok ciddi hastalıklar bulunabilir. Tıpkı şizofreni gibi... Saldırganlığa meyilli şizofrenler Şizofreni, migren ve epilepsi gibi bir beyin hastalığı. Zeka ile bir alakası kesinlikle yok. Hastalar ömür boyu zekalarını koruyor. Hatta bazıları John Nash ve Michael Laudor gibi üstün zekalı bile olabiliyor. Rahatsızlığa yakalananların duygu, düşünce ve davranışlarında Mesut Demirdoğan’dakine benzer değişmeler meydana geliyor. Bu durumdan aileleri ve yakın çevreleri olumsuz etkileniyor. 100 kişide bir görüldüğü bilgisi dikkate alındığında Türkiye’de ortalama 600 bin kişinin bu rahatsızlığı yaşadığı tahmin ediliyor. İstanbul için yapılan tahmin ise 150 bin. Hastalığın dikkat çeken yanı ise saldırganlık özelliği göstermesi ve çevresine zarar vermesi... Elbette, bunu tespit edebilmek için şu sorulara sağlıklı cevaplar vermek gerekiyor: Acaba bu kişiler arasındaki saldırganlık oranı nedir? Saldırganlığın boyutu nerelere kadar varıyor? Neden ve kimlere saldırıyorlar? Ağır suç işleyenler ne gibi işlemlere tâbi tutuluyor? Saldırganlığın sebepleri ve boyutu Uzmanların verdiği ortak cevaplardan biri, saldırganlık oranı açısından normal insanlarla şizofrenler arasında bir farkın olmaması. Toplumda görülme sıklıklarıyla, gerçekleşen saldırı vakalarındaki payları hemen hemen aynı. Genellikle aile ve yakın çevrelerindeki kişilere saldırıyorlar. Bunlar okulda, işte, mahallede ya da sokakta sürekli temas ettikleri kişiler olabiliyor. Çünkü hezeyanlar ve şüpheler bu kişiler hakkında gelişiyor. Türkiye’deki ilk Adli Psikiyatri Eğitim ve Araştırma Birimi’nin kurucusu ve yöneticisi Psikiyatr Niyazi Uygur, şizofrenlerde saldırganlığın ortaya çıkmasını şu şartlara bağlıyor: “Tedaviye muhtaçların tedavisinin ihmal edilmesi; hastaların tedaviye ulaşamaması; tedaviye ulaşma yollarında güçlükler ve tıkanıklık olması; toplumsal psikiyatrik kurumlarda o kişinin ayağına gidecek oranda örgütlenme ve kurumsallaşmanın olmaması, şizofreni hastalarında saldırganlığı ortaya çıkarıyor. Mahrumiyet içinde yaşayan işsiz ve ailesiz şizofrenler himaye edilecekleri bir kuruma, bir rehabilitasyon merkezine kavuşamadıklarında ister istemez düşünce ve davranış bozuklukları gösterecek ve suç işleyeceklerdir.” Adli Tıp Kurumu’ndaki kurullardan birinin başkanlığını yapan Doç. Dr. Gökhan Oral, psikiyatrik rahatsızlıklarda saldırganlık ve şiddet açısından kişilik bozukluğu olanlarla keyif veren ve uyuşturan madde bağımlılarının en riskli grubu oluşturduğunu söylüyor. Madde kullanımı şizofrenlerde de suç eğilimini artırıyor. “Tamam bazı şizofrenler adam öldürmeye kadar giden suçlar işliyor. Ama bu suç hastalıklarıyla ne kadar alakalı?” diye soran Gökhan Oral, cevabı yine kendisi veriyor: “Düşük sosyal destek, madde bağımlılığı ya da kullanımı, kötü tedavi, iyi seçilmemiş ilaçlar, uygun olmayan psikiyatrik tedavi gibi faktörlerin suç işlemede daha önemli olduğu ortaya çıkıyor. Düşük sosyal destekli normal insanlarda da saldırganlık riski yükseliyor.” Suç işleyen akıl hastaları tedavi edilmez ve sosyal destekten mahrum bırakılırlarsa, yeni bir suça karışma ihtimalleri yükseliyor şüphesiz. Oral, “Şizofrenleri, her an patlayacak bir bomba gibi yaftalamak doğru değil. Ama dünyanın hiçbir yerinde, hiç kimse, karısını öldürmüş bir kişiyle komşuluk etmek istemez. Batıda bu kişileri belirli bir süre belirli kademelerden geçirdikten sonra topluma entegre etmeyi tercih ederler.” diyor. Suç var ceza yok Türk Ceza Kanunu (TCK), bir kişinin işlediği suçta ceza-i ehliyeti olup olmadığının anlaşılması için “Suçu işlediği anda şuur ve hareket serbestisini tam olarak ortadan kaldıracak derecede bir akıl hastalığı var mı?” sorusunun cevabını arıyor. Suç işlemiş şizofrenlerin neredeyse tamamında kanun maddesinin tanımladığı durum belirleniyor. Gökhan Oral’a göre, Türkiye’de işlenen toplam suçlar içinde bütün akıl hastalarının oranı yüzde 5 ya da 6 civarında. Rapor verebilecek adli tıp kurullarının her birine yılda yüzlerce akıl hastasının karıştığı suçlarla ilgili dosyalar geliyor. Büyük merkezlere gelen dosya sayısı ise 500’ü buluyor. Yıllık rakamın ülke çapında 3-4 bine yaklaştığını anlatan Oral, bunların büyük bir bölümünü şizofrenlerin oluşturduğunu kaydediyor. Psikiyatr Niyazi Uygur, Marmara bölgesi ve Ankara dahil yakın çevresindeki 30 milyonluk nüfusa hitap eden Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ndeki Adli Psikiyatri Kurulu’na mahkemeler tarafından yılda yaklaşık 4 bin dosyanın incelenmek üzere gönderildiğini söylüyor. Bunların hepsi ceza davalarıyla ilgili değil. Boşanma, vesayet ve vasiyet gibi konuları içine alan hukuk davaları da bu rakama dahil. Dava konusu kişilerin bin tanesi incelenmek ya da tedavi edilmek amacıyla hastaneye yatırılıyor. Yatırılanların 350 ila 400’ü suç işlemiş akıl hastası. Suçların yüzde 25- 30’a varan bölümü cinayet ya da ağır yaralama. Hastaların yarıya yakını da şizofren. Niyazi Uygur’un ifadesiyle “bugün nokta tespiti yapılsa” hastanedeki yatakların yüzde 80’i ağır suç işleyerek tedavi gören akıl hastalarına ayrılmış durumda. Peki ruh ve sinir hastalıklarının yatak kapasitesi ihtiyaca cevap verebiliyor mu? Uygur, Türkiye genelinde suçlu akıl hastalarına ayrılan en fazla 600 yataktan bahsedilebileceğini, bu rakamın da ihtiyacın ancak onda birini karşılayabildiğini söylüyor. Tıbben 10 yıl yatarak klinik tedavisi görmesi gereken bir hasta, ancak bir yıl yatırılabiliyor. Hastalar tedavisi tamamlanmadan taburcu ediliyor; çünkü yargı sürekli, mecburi tedavi için yeni hastalar gönderiyor. Suç işledikten sonra tedavi görüp topluma karışan, ardından da yine suç işleyen şizofren vakalarının altında bu gerçek yatıyor. Hastalığın tedavisi mümkün Niyazi Uygur, çözüm olarak ayakta tedavi ve kontrol sistemini işletmeye çalıştıklarını belirterek, “Suç işlemiş, daha sonra dışarıda tedavisi ve kontrolü sürmesi gereken hastaların takibini yapacak kişi ve kurumlara ihtiyaç var.” diyor. Takip gerektiren hasta sayısı her geçen gün artarken, ilgili kliniklerdeki personel ise azalıyor. Halbuki, Batılı ülkelerde 35-40 sene hastanede yatılı tedavi altında tutulan hastalar var. Uygur, Batı’daki gibi özel odaların tahsis edildiği rehabilitasyon merkezleri ve gündüz hastaneleri kurulması için ya sosyal devlet anlayışının hayata geçirilmesi ya da ekonomik güçlerin vakıflar kurarak devreye girmesi gerektiğini söylüyor. İngiltere’de söz konusu hastalarla ilgili tesis ve kurumların çoğunu özel vakıflar yaptırıyor ve finansmanını sağlıyor. Yeni TCK’da da saldırganlık ve şiddet sergileyen akıl hastalarının tedavisinin adli psikiyatri hastanelerinde yapılması öngörülüyor. Hastalık son yıllarda geliştirilen etkili ve yan tesirsiz ilaçlarla tedavi edilerek kontrol altında tutulabiliyor. İlaç, tedavinin olmazsa olmazı. Hatta, iyileşme olsa da şeker ve tansiyon hastalıklarındaki gibi ömür boyu ilaç kullanılması mecburi. İlaç terk edildiğinde başa dönülmesi kaçınılmaz bir son. En büyük problem de burada ortaya çıkıyor zaten. Kişiler hastalığı kabullenmek istemiyor. Başlangıçta kendilerinin değil, bunu onlara söyleyenlerin hasta olduğuna inanıyor. Hastalığına inandırılıp ilaç tedavisiyle belirli noktaya gelindiğinde ise tamamen iyileştikleri ve bir daha rahatsızlanmayacakları kanaatine vararak ilaç tedavisini bırakabiliyorlar. Terapi de ilaç kadar önemli İlaç tedavisinin etkisi beyindeki kimyasalları dengelemekle sınırlı. Sosyalleşme, yetenek ve güvenin tekrar kazanılması için terapi desteği şart. Terapide aile, hayati bir öneme sahip. Rahatsızlık, genellikle 15 yaşından sonra kendini gösterdiğinden aileler çocuklarındaki içe kapanmayı, anti sosyalliği, okul ya da işlerindeki isteksizliği tembellik diye yorumlayabiliyor. Çoğu aile ‘aslan gibi delikanlısın’ ve ‘artık koca kız oldun’ benzeri telkinlerle bilmeden teşhisi geciktiriyor. Bu noktada hastalığın sebepleri, süreci ve sonrası hakkında bilgilendirme yapılması elzem. Resim, müzik ve folklor türü çalışmalar terapinin diğer ayaklarını oluşturuyor. Profilo Kültür Merkezi’nde ilk konserini veren müzik korusunun şefi psikiyatr Adnan Çoban, “İlaç tedavisinin yanında müzikle tedavi, sanatla tedavi gibi yöntemler de kaçınılmaz olmaya başladı. Şu an müziğin şizofreni hastalığını tedavi ettiği konusunda bilimsel kanıt yok, ama rehabilite ettiği kesin.” diyor. 610 üyeli Şizofreni Dostları Derneği, kurulduğu 1996’dan beri terapi desteği veren en önemli sivil toplum kuruluşu. Her gün çok sayıda şizofreni hastası derneğe gelerek hem hoşça vakit geçiriyor, hem de grup terapilerinden istifade ediyor. Müdavimlerin çoğunda belirgin iyileşmeler gözlemleniyor. Dernek Başkanı Mesut Demirdoğan, hastalardan oluşan folklor grubu ile müzik korosunun, bu yöndeki çabaların bir sonucu olduğunu söylüyor. Yarısı erkek yarısı bayan 14 kişilik grubun elemanlarından biri 37 yaşındaki şizofreni hastası Yalçın Kemal Genç. Geçen yıl Almanya’da, bu yıl da Hollanda’da gerçekleştirdikleri gösterileri “inanılmaz” diye nitelendiren Genç, hastalığın Kabataş Lisesi’nde okurken belirtiler verdiğini, okumaya hak kazandığı işletme fakültesinde ise tamamen depreştiğini anlatıyor. İlk yıllarda tedaviyi reddeden Genç, Çapa Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği’nde aralıklarla yatarak tedavi görüyor. Dört yıldır derneğin faaliyetlerine katılıyor ve tamamen iyileşeceğini ümit ediyor. Özbekistan’da varken bizde yoktu Yüzde 10-12 oranında kalıtımsal özellik taşıyan şizofreni hususunda ilk sivil toplum oluşumunun 1996’da hayat bulması, Türkiye’nin bu hastalığı ne kadar ciddiye aldığının bir göstergesi aslında... Halbuki, benzer batılı kurumların geçmişleri 40-50 yıl öncesine dayanıyor. Hekim arkadaşı Ercan Kesal’le birlikte derneğin kuruluşuna öncülük eden Psikiyatr Fatih Altınöz, “Derneği kurduğumuzda, Özbekistan’da, hatta Afrika ülkelerinde benzer kurumlar vardı.” diyor. “Neden kimse bu işe el atmadı?” sorusunu ise şöyle cevaplıyor: “Açıkçası doktorlarda da bir önyargı vardı şizofreni hakkında. Psikiyatri dışı doktorlara göre, psikiyatrlar da hafif kafadan çatlaktır. Ayrıca psikiyatrların çoğu da şizofreni hastalarını iflah olmaz ve hiçbir işe yaramaz görüyordu son yıllara kadar. Öyle olunca kendini bu işe vakfedecek psikiyatr fazla çıkmadı.” Suç işlemede ona bir erkek üstünlüğü Kuşkusuz Altınöz haklı; zira şizofreni hastalarını önyargılar en az rahatsızlıkları kadar yaralıyor. Dr. Altınöz’e göre önyargıların kökleşmesinde tedavinin günümüzdeki kadar etkin olmadığı dönemlerde yaşananların etkisi de var. Ama dışlanma yalnızca şizofrenlere has değil: “Toplum, kendisine benzemeyeni dışlama eğiliminde. Bu mesela cüzamlı için de geçerli.” Dernek başkanı Demirdoğan ise önyargının temelinde bilgisizlik ve tanımamanın yattığını söylüyor. Bilgisizliğin tahsille de bir alakası yok. Bir araştırmaya göre psikiyatri dışı hekimlerin yüzde 65’i şizofren hastası ile aynı apartmanda oturmak istemiyor. Önyargıların merkezinde, “şizofrenlerin saldırgan oldukları ve her an her şeyi yapabilecekleri” kaygısı saklı. Fatih Altınöz, kaygının yersizliğine işaret ederek, dernekte kuruluşundan bu yana en ufak bir şiddet olayına rastlanmadığını belirtiyor. Bir şizofreni hastası ömründe maksimum on defa ağır rahatsızlık dönemi geçiriyor. O dönemlerde saldırganlık ihtimali söz konusu. Düzenli ilaç kullananlarda şiddet çok düşük bir ihtimal. Hem saldırganlık eğilimi kişiden kişiye değişiyor. Altınöz, “Toplumdaki şiddet olaylarına bakarsak normal insanlar daha rahatsız. Anlık getirilen cinnetlerin haddi hesabı yok. Sosyopatların saldırganlık yüzdesi şizofrenlerden kıyaslanmayacak kadar fazla. Şizofreni vakıası 40 yılda bir olunca dikkat çekiyor.” diye konuşuyor. Şizofreni hakkında bir önyargı olduğunu Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Başhekim Vekili Doç. Dr. Kemal Sayar ve aynı hastanenin Adli Tıp Eğitim ve Araştırma Birimi Şefi Niyazi Uygur ile Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi ve Adli Tıp Uzmanı Doç. Dr. Gökhan Oral da dile getiriyor. Kemal Sayar, “Saldırgan şizofren ve saldırgan olmayan şizofren diye bir şey yoktur. Küçük bir yüzde, zaman zaman birtakım olumsuz hadiselerden dolayı infiale kapıldığında, bazı şeyleri yanlış anladığında ya da kendilerine kötü davranıldığında daha saldırgan davranışlar gösterebilir.” diyor. Önyargının oluşmasında hekimlerin de kusuru bulunduğunu ve tıpta okuduğu yıllarda ‘şizofreni tehlikelidir’ imajının çok yaygın olduğunu ifade eden Gökhan Oral ise, son 20 yıldaki kriminolojik araştırmaların önyargıları geçersiz kıldığını belirtiyor: “Saldırganlık ve hastalığı aynı kefeye koymayalım. Ortalama bir insan, bir akıl hastasından daha tehlikeli olabilir. Saldırgan akıl hastasıdır; akıl hastası saldırgandır gibi önyargılar en azından bende ve çalıştığım ekipte yok.” Şizofrenlerde bayan erkek oranı eşit gibi. Ama suç işlemede 10’a bir erkek üstünlüğü var. Uygur’a göre bu, hastalığın salt suç sebebi olmadığını ispatlıyor. Türkiye’de adli psikiyatri eğitimi ve araştırmasının gelişmesinde rolü olan Niyazi Uygur ise “Şizofreni eşittir tehlikeli yargısı yanlış.” kanaatinde... Şizofrenin, ciddi psikoza yol açan psikolojik hastalıklar içinde önemli bir bölüm olduğunu kaydederek, “Ama, şizofrenler arasında pozitif psikotik belirtiler göstermeyen, yani düşünce bozuklukları ve halüsinasyonları olmayan kişiler de vardır. Belirtiler olsa bile tedaviyle iyileşenler de. Toplumla uyumlu, üretici, kendisine ve çevresine yararlı olanlar da. Her şizofren tehlikeli ve suça eğilimlidir denemez.” diyor. İyileşen hastalar hangi işlerde çalışabilirler diye sorduğumuzda psikiyatr Altınöz, “Yoğun mesaili ve aşırı stres yüklü olmamak kaydıyla her işi yapabilirler. İşte dernek başkanlığı yapıyorlar, daha ötesi var mı?” diyor ve ekliyor: “Günde iki saat yol giderek işyerine ulaşıyorsunuz. 10 saat çalışıyorsunuz. İki saatte de eve dönüyorsunuz. Bu işi normal bir insan zaten depresyonla ancak yapabiliyor.” Doç. Dr. Oral da, şizofrenlerin, yönetmeliklerinde açıkça saf dışı bırakılmamış birçok mesleği icra etmeye devam edebileceklerini vurguluyor. Şizofrenler askerlikten muaf Şizofreni hastaları, askeri hastanelerin yaptığı teşhis sonucu askerlik yapmıyor. Aslında bu çok hassas bir konu. Türk toplumunda bir erkeğin vatani görevini yerine getirmesi bir hayli önemsendiği için hastalığını gizleyen kişiler olabiliyor. Bunlardan biri de Mesut Demirdoğan. Askerliğinin sekizinci ayında artık yapamayacağını anlayınca üstlerine bildirip raporla terhis oluyor. Ama her gizleme olayı böyle sonuçlanmıyor tabii ki. Askerdeki disiplin ortamı hastalığın depreşmesine yol açıyor. İlaç kullanımı aksayabiliyor. Bazı şizofrenler hastalığın ağırlaştığı dönemlerde arkadaşlarını ya da komutanlarını öldürebiliyor. Türkiye’de şizofrenler üzerine çalışan on dernek var. Şüphesiz bunların yüz binlerce hastayı kucaklaması imkansız. Tedavi kurumları da tıkanmış durumda. Hasta akınına uğrayan ruh ve sinir hastaları merkezlerinde şizofreniden mustarip kişilere her defasında özel zaman ayrılamıyor. Fatih Altınöz, çözümün mahallelerdeki sağlık ocaklarının adam gibi işletilmesinden geçtiğini vurguluyor. Normal düzeyde psikiyatri nosyonuna sahip pratisyen hekimlerin hastaların ilaç tedavilerini çok rahatlıkla takip edebileceğini anlatan Altınöz, “Çin’de emekli müstahdemleri eğitip kronik şizofreni hastalarına ilaç tedavisi uygulatıyorlardı.” bilgisini veriyor. |