#1
|
|||
|
|||
İstanbulun Fethi
29 MAYIS 1453
29 Mayıs 1453 sabahı, şafak sökmeden evvel Türk topları surları dövüyor; hücum işareti veren borular ve mehter takımı yeri göğü inletiyordu.Bunun yanısıra Fatih’in büyük dehâsının yeni bir keşfi olarak döktürülen ve balistik hesapları da bizzat kendisi tarafından yapılan havan topları, Beyoğlu sırtları ve Galata surlarından aşırtma atışlarla Haliç'teki düşman gemilerini batırmaya başlamıştı. Hava aydınlanırken muhteşem sancak çıkarılmış; herkesin görebileceği şekilde semaya doğru kaldırılmıştı. Allah-u teala ve biricik sevgilisi Hz. Muhammed’in adını taşıyan o sancak en yüce burçlarda dalgalanmalı; layık olduğu en yüksek göndere çekilmeliydi... Fatih’in yiğitleri bu duygu ve hasretle hücum ediyor; Cennet’e gidiyor gibi ölüme,-estağfirullah- şehadete yürüyorlardı. Bu şekilde uzun bir süre mücadele etmişler; fakat ne yaparlarsa yapsınlar bir türlü surları delememiş; şehre girememişlerdi. Sabah ortaya çıkarılan sancağı Fatih eline almış surlara doğru kendisi hamle yapmaya hazırlanıyordu ki, ölüme güle güle gittikleri için kendilerine “deliler” denen bu velîlerin otuzu birden öne atıldı. Sultan’a “Senin yaşaman lazım; Senin yerine bırak otuzumuz birden ölelim.” diyorlardı. Onların ısrarları üzerine Sultan, yiğitlerine şöyle bir baktı. Ulubatlı Hasan gözleriyle Fatih’i yiyecek gibiydi, “Beni gönder Sultanım!..” diyordu. Hasan sıradan bir nefer değildi. O Enderun’da yetişmiş bir zâbitti ve aynı zamanda Fatih’in ders arkadaşıydı. Fatih, gözünde yaş ancak “Hasanım iş sana düştü.” diyebildi. Senelerdir beklediği anı yakalayan ve arzuladığı emri alan Ulubatlı Hasan, Fetih Sûresi’nden ayetler okuyarak surlara doğru koşuyordu. Kalelerden oklar, mızraklar yağıyor; yukarıdan atılan taş, yağlı paçavra ve kızgın yağ Hasan’ın sinesine çarpıyordu. Vücudu delik deşik olsa da surlara çıkmış; elindeki mukaddes emaneti layık olduğu en yüksek burca taşımıştı. Şanlı sancak müjdeli şehrin semasında nazlı nazlı dalgalanırken Ulubatlı da son nefeslerini alıp veriyor; kendisine uzatılan şehadet kâsesini dudaklarına götürüyordu. O halinde bile sancağın düşmemesi için tedbir alıyor; onu kale duvarıyla kendi vücudu arasına sıkıştırmaya çalışıyordu... İstanbul’un fethi bir devrim olmuştu. Genç kumandan Fatih Sultan Mehmed, peygamber efendimizin müjdesine mazhar olarak İstanbul'u fethetmiş bununla beraber bin yıllık Bizans İmparatorluğu’nu tarihe gömmüş; Ortaçağı kapamış, Yeniçağı açmıştı. Feth’in neticesi olarak, feodalite(derebeylik) sistemi çözülmeye başlamış; İstanbul'dan kaçan Bizans'lı bilim adamları Avrupa'da Rönesans ve reform hareketlerinin doğmasında etkili olmuşlardı. Bu fetihle, sürekli sorun çıkaran bir fitne yuvası ortadan kaldırılmış; Osmanlı Devleti yükselme dönemine girmiş; başkent Edirne'den İstanbul'a taşınmış; Osmanlı toprak bütünlüğü sağlanıp Anadolu-Rumeli geçişi kolaylaştırılmış ve Karadeniz-Akdeniz deniz ticaret yolunun denetimi Osmanlılar'a geçmişti. Bütün bu neticelerle beraber, Fetih bir toprak istilası ve yağma operasyonu değildi. O, insanları Allah’ı bilmeye ve O’nun rızasını aramaya götüren yollardaki engelleri kaldırma gayretiydi. O güzel komutan ve güzel askerlerin asıl derdi, şehri kuşatan kaleleri değil, insanlarla Allah’a iman arasındaki surları yıkma hedefiydi. Bundan dolayıdır ki, fetih ordusunun gayr-i müslim halka tanıdığı güven, rahatlık, kazanç imkanlarını ve müslümanların üstün ahlakını gören Bizanslılar’ın çoğu Osmanlı idaresini bir nimet ve kurtuluş olarak kabul etmişlerdi. Bu anlayışın bir sonucu olarak, Grandük Notaras, “Konstantinapolis’te (İstanbul’da) kardinal şapkası görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederim.” diyordu. Son olarak, Fatih ve Alperenleri, o eşsiz adanmışlık ruhu, Allah’a tevekkül, azim ve gayretleriyle bizlere de bir mesaj gönderiyor; peygamber müjdesini bir emir gibi telakki edip onu hayatın gayesi haline getirme, en küçük başarıların harcını bile ihlas, çile ve gözyaşıyla karma, bir işe niyetlenip azmettikten sonra elden geldiğince sebepleri değerlendirme ama neticeyi Yüce Rabb’e bırakma, maddeten hazırlanırken manevî hazırlığı da gözardı etmeme ve her adımda Allah’a sığınma dersleri veriyorlardı. Evet, yaşadığımız devirde topla tüfekle, ölerek öldürerek elde edilecek bir fetih sözkonusu değildir. Fakat, en ücrâ köşelere dahi Allah Rasûlü’nün adının ulaşacağı müjdesi ve bu müjdeyi emir telakki edenler için dini duyurma vazifesi hâlâ vardır. Bu vazifeyi yerine getirme gayretinde olanlar da darda kaldıkları, düşecek oldukları anlarda kendilerine doğru iki nurlu elin uzandığını göreceklerdir. Elverir ki, son devrin bahadırları o devrin topu tüfeği yerine kalb sadaklarına sevgi okları koysun ve avlayacak gönül arasın; arasın da fetih erlerinin asırlar öncesinden şöyle seslendiğini duysun: Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini Göster;Kabaran sular nasıl yıkar bendini? Haberin yok gibidir taşıdığın değerden Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın! Yürü, hala ne diye kendinle savaştasın? Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın! (Arif Nihat Asya) [Link'i Görebilmeniz İçin Kayıt Olunuz.! Kayıt OL] İSTANBUL NİÇİN FETHEDİLDİ? İstanbul'un fethinin 553. yıl dönümünde bulunmaktayız. Fetih bir çok etkinlikle kutlanmakta, herkes fetihe değişik bir pencereden bakmaktadır. İstanbul'un fethi öyle basit, dar görüş ve düşüncelerle izah edilebilecek bir olay değildir. Fethi gerçekleştiren Fatih'i tanımadan fetih anlaşılamaz. Fetih anlaşılmadan da Fatih anlaşılmaz. Şu şekilde ifade edilebilir ki Fatih ile fetih bir bütündür. 553. yıl dönümünü kutladığımız İstanbul’un fethini anlayabilmek ve gelecek nesillere ders çıkartabilmemiz için Fatih ile fethi bir arada değerlendirmeliyiz. Önce Ortaçağ'da dünyanın siyasi, sosyal ve ekonomik yapısını ele almalıyız. O çağlarda Osmanlı, dünyanın hakimiyetini yeni yeni ele almakta, bu günün tabiriyle tek süper güç olma yolunda hızla ilerlemektedir. Osmanlı'nın karşısında gerek batıda, gerekse doğuda da güçlü devletler ve imparatorluklar bulunmaktadır. Bu devletlerin tamamı Osmanlıya karşı hasmane tutum içerisindedirler. Her an Osmanlı'nın bir zayıf tarafını kollamakta, fırsat beklemektedirler. Osmanlı her konuda güçlüdür. Siyasal olarak söz sahibi olduğu gibi, sosyal olarak da eşine rastlanmayacak derecede ileriye gitmiştir. Ekonomisi de son derece iyidir. Çünkü bir çok devleti cizye ve haraca bağlamıştır. Kısaca Osmanlı her konuda zirvededir. & nbsp; KONSTANTİNİYE'DE LATİN SERPUŞU GÖRMEKTENSE, OSMANLI SARIĞI GÖRMEK İSTİYORUZ Osmanlı bu durumda iken batı ne haldedir? Batıda müthiş bir kilise taassubu yaşanmakta, din adı altında insanlara zulmedilmekte, insanlar açlık, sefalet ve zulüm altında inlemektedirler. Doğuda da İslam adına kurulan devletler, halkına zulmetmektedir. İslam’ın temsil noktası olan halifeler, kral veya hükümdarların oyuncağı ve paralı adamı durumuna düşmüş, fetvalar dünyevi menfaatler uğruna verilir olmuş. Özetlersek, adaletsizlik ve zulmün bütün dünyaya egemen olduğu bir devir yaşanmaktadır; İşte böyle bir dünyada Osmanlı, İslam’ın namütenahi değerlerini benimsemiş, kendine ilke edinmiştir. İslamiyet ile hükmetmeyi kendilerine prensip ederek dünya sahnesine çıkmakta ve ezilmiş, hor görülmüş ve zulme uğramış bütün dünya halkları Osmanlı'dan medet umar olmuşlardır. Batıdan doğuya, kuzeyden güneye her taraf, Osmanlı'nın idaresinde olmayı ve insanca yaşamayı istemektedir. Bunun en somut örneği de Bizans'ta yaşanmaktaydı. Bizans halkı isyan seviyesine gelmiş ve Bizans sokaklarında "Konstantiniyye'de latin serpuşu görmektense, Osmanlı sarığını görmek istiyoruz" sesleri yükselmektedir. Kısaca anlatmaya çalıştığımız bu ortamda Fatih ve Fetih ortaya çıkıyor. Önce Fatih'i inceleyelim. Fatih tahta çıktığında 18 yaşındadır. O devrin şartlarında dünyanın bir numaralı süper gücü olan bir devletin başına 18 yaşında, henüz buluğ çağını yeni bitirmiş bir çocuk geçmektedir. Bugün ile kıyasladığımız da; devlet reisliği için kırk yaşın şart koşulduğu bir ortamda, 20 yaşın altında vekil seçtiremediğimizi dikkate alırsak, onsekiz yaşındaki bir çocuğun devlet başkanlığına geçişini sıradan bir olay olarak alamayız. Aslında sıradışı olan Fatih Sultan Mehmed Han'dır. O, büyük bir devlet adamıdır. O İslam ahlak ve fazileti ile yoğrularak yetişmiş, İslami prensipleri nefsinde yaşamış, çağının dehası bir hükümdardır. Tahta oturur oturmaz ilk işi, Bizans'ı fethetmenin planlarını yapmaya başlamasıdır. Bir yandan Bizans'ın fethi için hazırlıkları yaparken, diğer yandan bu düşüncesini çok yakın güvendiği birkaç ileri gelen yöneticiden başkasına da söylememektedir. “Ya Konstantiniyye beni alır, ya ben Konstantiniyye'yi alırım" Fatih tahta çıkar çıkmaz en zor işe talip olmuştur, o Bizans ki; yüzyıllar boyu onlarca defa muhasaraya uğramış, her muhasaradan başarı ile çıkmıştır. Sonuçta mağlup edilmesi hemen hemen imkansız bir durum arz etmektedir. O günkü şartlarda Fatih çok zor bir işe talip olmuştur. Giriştiği mücadelede başarısız olursa, ilk icraatında başarısız olmuş olacak, genç yaşına rağmen "Ya Konstantiniyye beni fetheder, ya ben Konstantiniyye'yi fethederim" diyebilecek derecede de cesaret sahibi bir hükümdar. O alemlere rahmet olarak gönderilen bir sultanın mübarek sözüne mazhar olabilmek için Bizans'ı fethedecektir. 18 yaşında bir genç düşünün ki; Peygamberinin müjdesine mazhar olabilmek için, en zor icraata talip olmuştur: "Konstantiniyye elbette fethedilecektir, onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onun askeri ne güzel askerdir." İşte Fatih böyle bir gençtir ve genç yaşında yukarıda zikredilen hadisi şerife mazhar olmak istemektedir. Bu fetihte maddi alemin kumandanlığını Fatih, manevi cenahın kumandanlığını da Akşemseddin üstlenmiştir. Fatih hazırlıklarını bitirir ve harekete geçer, hocalarından ve devrin büyük alimlerinden olan Akşemsettîn de fetih için en ön saflarda bulunmaktadır. Fatih, hocası Akşemsettin'e çok değer vermektedir, onun fikir ve himmetinden istifade etmektedir. Bu fetihte maddi alemin kumandanlığını Fatih, manevi cenahın kumandanlığını da Akşemseddin üstlenmiştir. O güzel kumandan ve o güzel asker Bizans'ın önlerine dayanır. Osmanlı'nın donanması da boğaza yanaşmış, Haliç'e girmek istemektedir ama bir engelle karşılaşır. Haliç'in ağzı bir zincir ile kapatılmıştır, bu zincirden kurtulup da Haliç'e girmenin mümkünü yoktur. Karada muhasara bütün şiddetiyle devam ederken, Fatih gemilerini Haliç'e sokmanın planlarını yapmaktadır. Bizans sakinleri bir sabah uyandıklarında, Osmanlı gemilerini Haliç'in içine girmiş görürler. Olacak iş değildir, zincir yerli yerinde olmasına rağmen gemiler Haliç'e nasıl girmiştir? İşte övülen bir kumandan ve askerin başarısı. Gemiler karadan yürütülerek Haliç'e indirilmiştir. O devrin şartlarına göre düşünüldüğünde, ne müthiş bir olay olduğunu ancak anlayabiliriz. O gemileri Beyoğlu tepelerinde yürüten güç ve iman nasıl tarif edilmelidir? Henüz yirmibir yaşında bir genç bütün bu işleri nasıl yapmaktadır? O genç ki, askeri O'na son derece bağlıdır, ordusu ona inanmakta ve itaat etmektedir. Askeri de işin ciddiyetinin ve manevi sorumluluğunun farkındadır. Muhasara bütün şiddetiyle devam etmekte, Fatih fethin gecikmesinden dolayı sıkılmaktadır. Akşemsettin de seccadesinden kalkmamakta, fethin gerçekleşmesi için mana aleminin kapılarında dua ve niyazda bulunmaktadır. Nihayet bir seher vaktinde beklediği müjdeyi almış, tam o sırada Fatih de hocasının çadırına girmektedir, hocasının secdede ağladığını görünce çok duygulanır ve hocasının ellerine sarılır, Akşemseddin müjdeyi verir... Aynı gün sabah namazından sonra topyekün saldırıya geçilir, neticede Bizans fethedilir. Fatih sadece Rasülüllah Sallellahü Aleyhi ve Sellem'in hadisi şerifine mazhar olmakla kalmaz, kainatın sahibi olan Zat-ı Zülcelal'in buyruğuna muhatap olmaktadır: 21 yaşında bir genç çağ açıp çağ kapatıyor, bu büyük bir meseledir. Her olayı kendi devrinin şartlarında değerlendirmeliyiz, o zamanki dünyanın şartlarını dikkate alarak, bu gün ile bir kıyaslama yaptığımızda, Fatih'in ne büyük bir deha olduğunu ancak anlayabiliriz. Bu gün 21 yaşındaki bir insana değil devlet reisliği, sıradan bir iş dahi emanet edilirken tereddüt yaşanmaktadır. Son yüzyılda bazı aklı evvel vatan ve millet düşmanları, Fatih ve fetih'i küçük görür fikirler beyan etmeye başladılar. Ellerinde ki imkanları kullanarak bu fikirlerini yaymaya başladılar. Güneşin balçıkla sıvanamayacağını dahi düşünmekten aciz olan bu aklı evvellerden biri şöyle bir iddia dile getirmiştir. "İstanbul'un fethinde kullanılan toplar Osmanlı'lar tarafından yapılmamıştır. Bu toplar Macaristan'dan getirtilen bir top ustası tarafından yapılmıştır. Bu top ustası da Macar Urban'dır". Macaristan'lı bir top ustasının varlığı doğrudur, Urban usta bir top yapmıştır ve yaptığı topun ilk deneme atışında topun parçalanması sonucu ölmüştür. İşte Macar top ustasının yaptığı iş bu kadardır. İstanbul'un fethini bir Macar top ustasına mal etmeye çalışan zihniyetin amacı ne olabilir? Bunların amacı bu tarihi, Fatih ve fetih'i küçük görmek, o gün bile batının yardımı olmadan Bizans fethedilemeyecekti! fikrini yaymaktır. Kim ne yaparsa yapsın, güneş balçıkla sıvanmayacağı gibi, Fatihleri de yalanlarla karalamak mümkün değildir. Onlar bir gelmiş pir gelmiştir, bir daha gelir mi Allah bilir, ama onlar bir daha gelmeden işlerin düzelmesi de mümkün görünmemektedir. 8 Kaynak: A.Zeki Saruhan (Beyan dergisi) “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan ve onu fetheden asker ne güzel askerdir”Hz.Muhammed(SAV) |