#1
|
|||
|
|||
Tarih öncesi Devirler
TARİHİ ÖNCESİ DEVİRLER
Avcılık ve Toplayıcılık Dönemi Paleolitik (Eski Taş) Çağ: 1 Milyon-M.Ö. 12000 İnsanların Trakya’ya ilk olarak, yaklaşık bir milyon yıl önce geldiği düşünülmektedir. Günümüzden on dört bin yıl öncesine dayanan kültür tarihinin en uzun dönemi olan bu süreç “Eski Taş Çağı” ya da “Avcılık Toplayıcılık Dönemi” olarak adlandırılmaktadır. Bu dönem boyunca av ve yenebilir bitki – yemiş toplayıcılığına dayalı bir beslenme düzeni ve göçebe bir yaşam biçimi hakim olmuş, kalıcı barınaklar yapılmamıştır. Oldukça uzun olan bu süreç içerisinde, dünya iklimi ile birlikte Trakya’nın ikliminde de önemli değişiklikler olmuş, birbiri ardına kuru soğuk iklim dönemleri, on binlerce yıl bölgeye hakim olmuştur. Bu dönemde, insanların el becerilerinde önemli gelişmeler olmuş ve aletlerin büyük bölümü çakmak taşından yongalanarak, ya da ağaç ve kemikten yapılmıştır. Paleolitik döneme ait Trakya’da bilinen en eski ve önemli buluntular, İstanbul yakınlarındaki Yarımburgaz Mağarası ile Ağaçlı kumluğundan gelmektedir. Yapılan arkeolojik kazılardan, Balkanlar ve Yakın Doğu’nun en uzun süreli tabakalaşmasının burada olduğu saptanmıştır. Yarımburgaz Mağarasında, Marmara bölgesinin doğal çevre değişimini çok açık bir şekilde sergileyen jeolojik katmanlar ile birlikte, yaklaşık 600 bin yıl öncesine ait kültür katları da çok iyi korunmuş olarak bulunmuştur. İlk Tarımcı Köy Toplulukları Dönemi Neolitik (Yeni Taş) Çağ: M.Ö. 5800-4800 Dünya ikliminin günümüz koşullarına yakın bir duruma gelmesi ile birlikte, yaklaşık sekiz bin yıl kadar önce, Trakya’nın doğal çevre ortamı ve bitki örtüsü de bugünkü duruma gelmiş, diğer bölgelerde olduğu gibi Trakya’da da insanlar değişen çevre koşullarına, gelişen teknolojileri ile uyum sağlamışlardır. Bu değişim Anadolu’da Trakya’dan daha önce, günümüzden 10-12 bin yıl kadar önce başlamıştır. İnsanlar ilk kez buğday, arpa, mercimek gibi tahılları tarıma alıp koyun, keçi, domuz gibi hayvanları evcilleştirerek çiftçiliğe başlamış; ker*** ve taştan ilk kalıcı konutları yapmışlardır. Buna karşılık çok zengin doğal çevre olanakları, Trakya’da çiftçiliğin Anadolu’dan daha sonra,yaklaşık olarak günümüzden yedi bin yıl önce başlamasına neden olmuş, dönemin başlarından itibaren beslenmede su ürünleri, avcılık ve yaban yemiş toplayıcılığı önem kazanmıştır. Bölgede bilinen en eski çiftçi yerleşmeleri Edirne – Enez yakınlarındaki Hoca Çeşme ile İstanbul yakınlarındaki Fikirtepe’dir. Hoca Çeşme’de yapılan arkeolojik kazılar, M.Ö. 6200 yıllarına tarihlenen ve tümü ile Orta Anadolu özellikleri gösteren, tarım ve hayvancılık yapan bir topluluğun ilk olarak burada yerleştiğini, daha sonra bunların yerel koşullara uyum sağlayarak, Bulgaristan’da bilinen kültürleri oluşturduğunu ortaya koymuştur. Hoca Çeşme’nin en eski katmanları, Balkanlardan şimdiye kadar bilinen en eski neolitik kültürü oluşturmaktadır. Trakya’nın Neolitik Dönem kültürlerini en iyi yansıtan merkezlerden biri de Kırklareli’ne 3 km. mesafede bulunan Aşağıpınar tarih öncesi yerleşim alanıdır. Burada şimdiye kadar rastlanan en eski kültür katı M.Ö. 5800 yıllarına tarihlenmektedir. Bu dönem yapıları, kalın ahşap direklerden oluşan bir çatkı sistemi ile bu direklerin arasının dallarla örülüp, ker*** toprağı ile kalın olarak sıvanmış duvarlara sahiptir, Çok odalı olan yapıların içlerinde, yine dallar ile örülmüş bölme duvarları, kil sekiler, ocak, fırın, ambar gibi işlevsel alanlar da bulunmaktadır. Bunların yanı sıra bazı yapıların içinde dokuma tezgahına ayrılmış bir alan ile çok sayıda tahıl taneleri bulunmuştur. Yanarak kömürleştiği için günümüzde kadar gelebilen tahıl tanelerinin incelenmesinden M.Ö. 5800 yıllarında Aşağıpınar insanlarının iki tür buğday, arpa, burçak ve mercimek ekip biçtikleri, ayrıca, yağı için badem depoladıkları anlaşılmaktadır. Beslenmede domuz, koyun, keçi ve sığırın yanı sıra geyik, karaca ve yaban sığırı avının da önemli bir yeri olduğu anlaşılmaktadır. Şiddetli bir yangın ile tahrip anlaşılan Aşağıpınar’ın ilk tabakası her bakımdan Balkan Neolitik kültürlerinin özelliklerini taşımaktadır. Ancak bu en alt tabaka Anadolu kökenli çiftçi- köylülerin aradan geçen 300-400 yüzyıl içinde Trakya’nın yerel koşullarına uyum gösterdiğini ortaya koymuştur. Artık bu topluluklar evlerini ker*** ya da taş yerine meşe ağaçları, saz ve kamış kullanarak yapmaya başlamış, köylerde evler bitişik olarak değil, bağımsız birimler durumuna gelmiştir. Yine ilginç bir değişiklik de evcil hayvanların arasında koyun – keçinin yerini, Trakya ortamına daha uygun olan sığırın almasıdır. Aşağıpınarı’ın V-II. Tabakaları Anadolu İlk ve Orta Kalkolitik dönemleri ile çağdaştır. M.Ö. 5300-4200 yıllarına kadar süren bu dönemde Aşağı Pınar yerleşimi oldukça büyümüş ve batıya doğru kaymıştır. Yerleşmenin, temelde taşlar ile desteklenmiş ahşap bir savunma duvarı ile çevrelendiği, bu alanın içinde düzgünce sıralar oluşturan tek ya da iki odalı bağımsız ahşap yapıların yer aldığı anlaşılmaktadır. Her ne kadar tüm bu süre içinde yapı malzemesinin esasını ahşap oluşturmakta ise de yapım tekniklerinde zaman içinde bazı değişimlerin de olduğu görülmüştür. Özellikle dönemin sonlarına doğru, bugün Istaranca dağlarındaki köylerde görülen “iğmeli” yapıların ortaya çıktığı görülmektedir. Bu dönemde kilden kap – kacak yapımı da ortaya çıkmış, kırmızı renkli ve boya bezemeli, üstün nitelikli çok güzel kaplar, kilden dini inançları da yansıtan küçük heykelcikler, aşındırılarak biçimlendirilen taşlardan baltalar, tarım araçları ve süs eşyaları yapılmaya başlanmıştır. Gelişkin Köy Toplulukları Dönemi Kalkolitik (Maden-Taş) Çağ: M.Ö. 4800-3000 Anadolu’da genel olarak tarım ve hayvancılığa dayalı yaşam biçiminin giderek geliştiği, daha karmaşık toplumsal düzenin oluşmaya başladığı ve uzmanlık dallarının da belirlendiği köy topluluklarının kentleşme sürecine girdiği bu süreç, Trakya tarih öncesi kültürlerinin de en gelişkin ve görkemli dönemidir. Bu dönemin ilk başlarında, Orta Balkanlarda Anadolu içlerine kadar yayılan, parlak yüzeyli, siyah renkli çanak çömleği ve ilginç insan biçimli heykelcikleri ile belirlenen büyük kültür bölgesi, zaman içinde daha çok yeni özelliklerin hakim olduğu küçük gruplara bölünmektedir. Bu dönem boyunca Trakya yerleşim alanlarının Anadolu’dan en önemli farklılığı, yapılarda taş ve ker*** yerine, ahşap ve dal- örgü üzerine sıva kullanılmasıdır. Bu dönemin sonlarına doğru Trakya madencilikte çok önemli bir gelişme göstermiş, özellikle bakır çok ustalıkla kullanılmıştır. Bakırdan yapılan eşyalar daha çok takılar, süs eşyaları, iğne ve basit aletlerdir. Bölgenin Kalkolitik Dönemi hakkında en iyi bilgiyi yine Aşağıpınar yerleşmesi vermektedir. Aşağıpınar bu dönemde büyükçe bir köy ya da kasaba olarak düşünülebilir. Burada olağan çiftçilik uğraşılarının yanı sıra bazı zanaatların da yapıldığı anlaşılmaktadır. Bunların arasında en ilginci kuzeydeki dağlık bölgeden getirilen malahit işlikleridir. Malahitten çok sayıda silindirik, ya da kurs biçimli boncuğa Aşağıpınar’ın hemen hemen bütün tabaklarında yoğun olarak rastlanmıştır. Bu boncukların çakmak taşlarından minik delicilerle işlendiği de anlaşılmaktadır. Bunun yanı sıra Aşağıpınar’da o dönemde tahıl öğütmekte kullanılan öğütme taşları ile çeşitli işlerde kullanılan çakmak taşı aletlerin yapıldığı işler bulunmuştur. Alet çantasının diğer öğeleri arasında kemik ve boynuz aletler, sürtmetaş balta, keser ve keskilere de çok sayıda rastlanır. En ilginç buluntu topluluğunu kilden yapılmış heykelcikler oluşturur. Bunlar genellikle birkaç santim boyutlarında olan ve daha çok kadın, ender olarak da hayvanları betimleyen ve nazarlık gibi kullanıldıkları sanılan, kutsal amaçlı parçalardır. En yoğun olarak ele geçen buluntu türünü ise kilden yapılma çanak çömlek oluşturur. Tümü el yapımı olan kaplarda genellikle siyah ya da koyu kurşuni renkler hakim ise de daha az olarak açık renkli kaplara da rastlanır. Aşağıpınar’daki yerleşim Meriç kültürünün ilk evreleri ile birlikte sona ermektedir. İlginç olan bunu izleyen ve Anadolu Son Kalkolitik Dönemi ile çağdaş olan bin yıllık zaman içinde ne Aşağıpınar’da ne de çevrede başka hiçbir yerleşim yerinin tespit edilmemiş olmasıdır. Oysa Karanovo VI – Gumelnitsa – Varna dönemi, olarak adlandırılan bu süreç, Bulgaristan tarih öncesi kültürlerinin en zengin, görkemli dönemidir. Bu dönemde özellikle Kuzey Bulgaristan, Romanya ve Moldovya’da çok canlı bir kültürel gelişim olmuş, madencilik hızla ilerlemiş, yerleşmelerin sayısı önemli ölçüde artmıştır. Buna karşılık Doğu Trakya’da bu dönemde olasılıkla göçebe çoban kavimlerin olduğu anlaşılmaktadır. Bu dönemi yansıtan Şeytandere kenarında, diğeri Dokuzhöyük Köyü ile İnece Kasabası arasında yer alan Helvacı Şaban Mevkii’nde olmak üzere iki küçük buluntu yeri bilinmektedir.Kent Toplulukları ve Devletin Ortaya Çıkışı Tunç Çağı : M.Ö. 3000 – 1200 Anadolu ve Yakın Doğu’da M.Ö. 3. bin yıl, kentleşme sürecinin ortaya çıktığı, yavaş yavaş kent devletlerinin oluştuğu bir süreci temsil etmektedir. Batı Anadolu’da en iyi Truva ile tanınan bu kent kültürleri, artık yavaş yavaş çömlekçi çarkını kullanmakta, yeni oluşan yönetici sınıf toplumun diğer kesimlerinden ayrı olarak sur ile çevrili, küçük de olsa bir iç şehirde oturmaktadır. Ekonomiyi denetleye bir ruhani sınıfın da ortaya çıktığı, anıtsal tapınak yapıları ile belirginleşmektedir. Gerek dini, gerekse yönetici sınıf tarafından beslenen uzman zanaatkar, usta ve bürokratlar da bu dönemde ilk olarak karşımıza çıkar. Anadolu’da bu gelişme olurken, Balkanlarda kırsal ve daha çok çobanlığa dayalı göçebe bir yaşamın olduğu bilinmektedir.Büyük bir ihtimalle bu çoban topluluklarının gereksinimlerini karşılayan küçük pazar yerleşmesi nitelikli tek tük yerleşmeler de vardır. Bu yerleşmelerdeki yapılar, ahşap basit yapılar şeklindedir. Genellikle yerleşmeler savunma amaçlı derin bir hendek ve bunu sınırlayan ahşap bir duvar ile çevrilidir. Taş, mimaride hemen hemen hiç kullanılmamıştır. Çömlekli çarkı da gereksinme ve uzman zanaatkarlık olmadığı için Balkanlarda ancak M.Ö. 1. bin yılda kullanılmıştır. Daha çok aşiret düzeninin hakim olduğu bu dönemin sonuna doğru ise Trakya’da siyasi örgütlenme görülür. Yapılan araştırmalar neticesinde Kırklareli yakınlarında bulunan Kanlıgeçit Mevkii’nde Anadolu Tunç Çağı yerleşmeleriyle tam olarak benzeşen büyük bir yerleşim alanı tespit edilmiştir. Yerleşme taş sur ile çevrili bir iç kala ile bunun etrafında yayılmış aşağı şehirden oluşmuştur. En erken tabakalar, Bulgaristan İlk Tunç Çağı yerleşimlerinde olduğu gibi yerli kap-kacağın kullanıldığı basit ahşap yapılardan oluşan bir köydür. Bunun üzerindeki yapı katında yerleşme, tümü ile yeniden biçimlendirilmiş, Truva surunun daha küçük ölçekli bir kopyası yapılmıştır. Anıtsal bir giriş kapısı olan surun içinde, temenos adı verilen bir iç duvar ile ayrılmış kutsal alan, bu alanda da megaron adı verilen taş temelli tek büyük oda ve ön sundurma kısmından oluşan bağımsız yapılar vardır. İlginç olan husus ise burada yerli çanak çömleğin yanı sıra çok sayıda Anadolu ithal kaplarının da bulunmuş olmasıdır. Bu yerleşimin bir Anadolu koloni yerleşmesi olduğu kuşkusuzdur. Balkanlarda il kez ortaya çıkan bu durum karşısında, neden bu tür bir koloni yerleşmesinin Kırklareli’nde olup, başka yerde olmadığı sorusu akla gelmektedir. Bilindiği gibi İlk Tunç Çağı, madenciliğin yaygınlaştığı, özellikle bakırın stratejik bir madde haline geldiği bir dönemdir. Bu itibarla Istranca Dağlık Bölgesi’ndeki büyük bakır yataklarının Anadolulu tüccar ya da yöneticilerin ilgisini çektiği, burada muhtemelen yerli bir yöneticinin işbirliği ile bir koloni kurulduğu düşünülebilir. M.Ö. 2400 yıllarında kurulduğu anlaşılan bu koloninin, varlığını M.Ö. 2100-2000 yıllarına kadar sürdürdüğü ve çok şiddetli bir yangınla tahrip edildikten sonra, yaklaşın bin yıl boyunca Kırklareli (İl Merkezi) çevresinde bir daha yerleşme olmadığı araştırmacılar tarafından bildirilmektedir. Siyasi Yapılanma ve Trak Beylikler Dönemi Demir Çağı : M.Ö. 13 – 6. Yüzyıl Tunç Çağı gelişim süreci içinde, geniş boyutlu ilişkilerin kurulduğu, büyük göçlerin yaşandığı ve ticaretin ortaya konduğu bir devir olarak dikkat çekmektedir. Yakın Doğu’nun büyük bölümünde olduğu gibi Anadolu ve Ege’de de Tunç Çağı bütün bu bölgeleri yakıp yıkan büyük bir göç dalgasının etkisi ile sona erer. Anadolu’da Hitit, Ege’de Miken uygarlıklarına son veren ve 300 yıl kadar süren bir “karanlık çağ”ı başlatan bu göç dalgasının, Anadolu’yu etkileyen bir bölümünün Trakya üzerinde geldiği sanılmaktadır. Geç Tunç Çağı, madene duyulan ilginin arttığı, bu nedenle de insan topluluklarının önemli bir güç odağı haline geldiği dönem olarak, güçlü merkezi yapılaşmaların ve uygarlıkların oluştuğu Demir Çağı’nın hazırlayıcısıdır. Tunç Çağı içinde teşekkül etmiş devlet yapılanmaları alt üst olurken, yeni yeni teşekküller kendisini göstermiştir. Trakya’da yapılan çalışmalar, Demir Çağı başlarında bu bölgede çok yoğun, ancak kalıcı nitelikte yerleşildiğini göstermiştir. Nitekim Trakya’ya adını veren Traklar’ın da bu yeniden yapılanma sürecinin ürünü olduğu ve dışarıdan gelerek, Trakya’da iskan eden topluluklar üzerinde şekillenen bir kültür oluşturdukları anlaşılmaktadır. Traklar, önemli bir Doğu Avrupa ve Kuzeybatı Anadolu uygarlığı olarak, varoldukları uzun zaman süreci içinde önemli ve özgün bir kültürün temsilcisi olmuştur. Ancak yazının önemli ölçüde kabul gördüğü bir klasik dünya anlayışından farklı olarak Keltler, İskitler ve Kimmerler gibi Traklar’da da yazının ısrarla kabul görmediği anlaşılmaktadır. Klasik Dünya’nın barbar olarak adlandırdığı bu insanlar için kalıcı bir yaşam düşüncesinin olmaması ve her şeyin gelip geçiciliğiyle bütünleşen bir dünya görüşü, ticaret ve tarım gibi kayıt sistemlerinden uzak savaşçı, hayvancı ve avcı faaliyetlerin sınırladığı güncel uğraşılar, metafizik bir öykünme içinde olan Trak kültürünü derinden etkilemiştir. Bu nedenle şarkı ve şiire dayalı, doğaçlamalarla can bulan bir kayıt ve aktarım sistemini yeğleyen bu insanların, hareketli yaşamlarına uygun bir iletişim-kayıt sistemini tercih ettikleri sanılmaktadır. M.Ö. 2000 yılları dolayında şekillenen ve Doğu’dan etkiler aldığı kesin olan kültürlerin gelişimi doğrultusunda, Trak Kültürü’nün Trakya’ya girmesi öncesinde bir takım sentezler sonucu oluştuğu akla uygundur. Trak Kültürü, bu öncü Tunç Çağı oluşumlarını takiben son şeklini M.Ö. 1000 yılları civarında almış olmalıdır. Traklar’ın bu süreçte önemli bir kültürel varlığa sahip olduğu, Antik Çağ kaynaklarında ve özellikle de Homeros’un İlyada ve Odyssiea adlı yapıtlarında Troya’nın müttefiki olarak yer aldığı bildirilmektedir. Herodotos’un Hintlilerden sonra dünyadaki en kalabalık ulus olarak nitelediği Traklar, aile ve klanlar çevresinde teşekkül etmiş kabilelere dayalı bir toplumsal örgütlenmeye dayalıdır. Trak kabileleri arasında kurulan ittifaklar ve federasyonlar oluşturulduğu ve akrabalık ilişkilerine dayalı kabilesel ast-üst ilişkilerinin esas alındığı bir hakimiyet sisteminin tesis edildiği anlaşılmaktadır. M.Ö. 1000’in sonrasında rahiplik görevini de üstlenen askeri şeflerin etrafında şekillendiği anlaşılan kabile örgütlerinin, daha çok Trakya’nın maden kaynaklarına yakın dağlık kesimlerde yoğunlaştığı görülmektedir. Ancak güçlü kabileler arasında hiç eksilmeyen hakimiyet mücadeleleri, Traklar’ın geniş boyutlu bir bütünlük sağlamalarının ve tüm Trak kültürel yayılım alanını kapsayan büyük bir devlet oluşturmalarının önündeki en büyük engel olarak değerlendirilmektedir. M.Ö. 8. ve 7. yüzyıllar önemli değişimlerin başlangıcı olarak, dış etkilerin Trak yaşamını etkilemeye başladığı süreci temsil etmektedir. Trakya’nın orman ve maden kaynaklarının, özellikle de altın ve gümüşün cazibesine kapılan Yunan kolonizasyon hareketleri önceleri başarısız olmuştur. Traklar'ın sert tepkileri nedeniyle kıyılardan fazla içerilere giremeyen bu kolonileşme çabalarında en önemli faaliyet Aiol ve İon siteleri tarafından gerçekleştirilmiştir. Daha sonraki süreçlerde Traklar’ın önemli ticaret çıkış noktaları olan koloni merkezleri, Traklar’dan orman ürünleri, kömür, tuz, maden cevherleri, balık gibi ürünler alırken, seramik, metal eşya, lüks tüketim maddeleri, zeytin yağı ve şarap vermekteydiler. Bu lüks tüketim maddeleri talebi, Trak sosyal yapısı içinde elit tabakaların doğması ve belirli sınıfsal oluşumlardaki değişikliklerin de işaretidir. 6. yüzyıl sonrasında ise işlevi Trak dünyasında ekonomik olmaktan çok, politik bir güç simgesi olan madeni para görülmeye başlar. M.Ö. 7. yüzyılda önemli bir güç olan İskitler, Yakın Doğu ve Anadolu kadar Trakya’yı da tehdit etmeye başlar. Ancak bu döneme ait buluntular Traklar ve İskitler arasında önemli ilişkiler olduğu ve kız alıp vermeye kadar varan sosyal-politik bir yakınlaşma olduğunu ortaya koyar.Bu noktada, Traklar ve İskitlerin toplumsal ve dini oluşumlarındaki yakın benzerlik de dikkat çekicidir. M.Ö. 6. yüzyıl, kolonileşme hareketiyle Yunanlılar ve Traklar arasındaki ilişkilerin aktif bir nitelik kazandığı aşama olmuştur. Bu koloni hareketleri için Trak varlığının güçlü olduğu Kırklareli ve çevresi fazla bir dışa açılım göstermemektedir. Kolonizasyon faaliyetinin yoğunluk merkezi Meriç Nehri ağzı ve yakın çevresi, Meriç’in batı kesiminde kalan topraklar ile Çanakkale Boğazı çevresi ve Gelibolu yarımadası olduğu görülmektedir. Daha sonraki süreçte Marmara Denizi’nin kuzey ve güneyinde kalan kıyı kesimleri ile İstanbul Boğazı’nın iki yakası dışında, Doğu Trakya’daki Salmydessos (Kıyıköy) ve bu gün Bulgaristan’ın Karadeniz kıyısındaki bazı yerleşmelerin adı geçmektedir. SPOR TARİHİ TARİH ÖNCESİ ÇAĞLARDA HAREKET İHTİYACI VE NEDENLERİ Bir yaşantı yöntemi olan beden kültürünün kökenlerinin binlerce yıl öncesi ilk insancıl canlıların kendi aralarında itişip kakışmalarından kaynaklandığını biliyoruz. Hareket , canlılığın tek belirtisi olduğu gibi vücut eğitiminin de önde gelen tek vasıtasıdır. O halde insan hayatı ile bu kadar sıkı bağlılığı olan beden kültürünün gelişimini ilk insanlardan başlayarak araştırmak beden eğitimi ve spor tarihini gözler önüne serecek tek yoldur. İlk insanın doğa güçlerine karşı tek başına yaşama savaşı verdiği tarih öncesi çağlarda beslenme, korunma, barınma, giyinme çabasına dönük iç güdüsel hareketlerini ve insanın doğaya hakim olmaya yüz tuttuğu dönemden itibaren başladığını gördüğümüz bilinçli hareketlerinin bir başlangıcı olarak saymamak da mümkün değildir. Biz insanlık tarihinin başlangıcını doğa tarihinin başladığı dönemler değil, insanın doğaya hükmetme yani üretim yaparak doğa ile iş birliği içerisine girmeye başladığı dönem olarak kabul edebiliriz ki bu dönemde insan toplum yaşamına girmiş köy, kent kurmuş, doğaya karşı bir güç kazanmıştır. Tarihte ilk sporlar savunma ve saldırma gibi ölüm savaşının bedensel eylemlerinden türemiştir. İ.Ö 3000 yıllarında okçuluk-güreş artık spor olarak Mısır ve Sümer uygarlıklarında yapılmakta idi. Binicilik İ.Ö 4000 yıllarında orta Asya’da Türklerin atı evcilleştirmesine kadar gitmekle beraber ilk at sırtında adam heykelinin bulunuşu ile (İÖ 1400 Anadolu'da) yine Türklerde spor olarak yapıldığı görüyoruz. Yüzme, kürek-yelken gibi su sporlarının Mısır ve Akdeniz uygarlıklarında başladığı saptanmıştır. İlk kanocuların Amerikan kızıl derililerin,kızak ve kayak sporunun kuzey Avrupa’da başlatıldığı Finlandiya’da Heniola yöresinde bulunan bir kızağın İÖ 6500 yılına ait olduğu saptanarak anlaşılmıştır. Demir çağına girildikten sonra takım sporlarının yaratıldığını görürüz. Yunan site devletlerinin yaşam tarzları ile ileride göreceğimiz gibi beden kültürünü eğitimin başlıca amacı haline getirmeleri ile yarışma sporunun doğuşu başlamıştır. İ.Ö 766 atletizm-cimnastik İ.Ö 704 güreş İ.Ö 686 boks İ.Ö 600 hentbol İ.Ö 478 hokey Ayrıca futbolun TEPÜK adı ile Türklerde, TCHU-CHU adı ile Çin’de HARPASTUM adı ile Roma’da EPİSKYROS adı ile yunanda oynatıldığı görülmektedir. İÖ 700 lere kadar giden sürede dinsel törenlerde orta ve güney Amerika’da BASKETBOL sporunun yarış sporu olarak başlama tarihleri olarak kabul etmemiz mümkündür. İnsanlık tarihinin geçmişinde kendisini emniyette hissettiği zamanlarda geçim ve yaşama kaygısından kısmen de olsa kurtulmanın güveni ile insan iç dünyasına yönelebilmiştir. Böylece aşk, sevgi, öfke, neşe, tasa, doğa, kuvvetlerine karşı korku, saygı, şükran , zafer şenlikleri gibi duyguları bugün adına dans dediğimiz hareketlerle ifade etmiştir. Buna tempo ve ritm için davul ve giderek çalgılar yani müzik eşlik etmiştir. Yine insanların ilk dönemlerden günümüze dek bir araya geldiklerinde kendilerince usul ve kurallarına bağladıkları şekilde adına oyun dediğimiz bir bedeni faaliyeti devam ettirdiklerini görüyoruz. Düşünülebilir ki zaman ilerleyip kültür seviyesi arttıkça bu oyunlarda da değişiklikler yapılabilir. Tam aksine aşırı bir tutuculukla hemen bütün toplumlarda ve her devirde aynı şekilde muhafaza edilerek yürütülmüştür. Çağlar boyunca toplumların düşünce ve kültür kazanmaları ile orantılı olarak vücut kültürü dediğimiz hareketler olduğu insanlığın kazancına yönelik değişimlere uğramaktadır. Bundan sonraki bölümlerde bu anlayışı ve değişimleri daha detaylı olarak göreceğiz. Beden eğitiminin , insanın var oluşundan günümüze dek uygulama düşüncesinin nereden nereye geldiğini ve nasıl olması gereğini iyice kavrayabilmemiz , konumuzun insanlık tarihi içerisinde yaşadığı devreleri araştırıp anlamakla mümkün olacaktır. Beden eğitimini kendisine meslek edinmiş kişiler olarak amacın ve buna dayalı olarak uygulamanın ne olması gereğini kavrayıp benimsemek bakımından da tek yol bu olacaktır. ORTA VE ÖN ASYA UYGARLIKLARI Asya’da Vücut kültürünün türlü olaylarının etkisi ile pek belirli bir hal aldığı ya da unutulup gölgede kaldığı zamanlar olmasına karşın Avrupa'dan önce vücut kültürü alanında bir seviye geliştirdiği anlaşılmaktadır. Bütün ilkel toplumlarda olduğu gibi bu kültürün temeli inançlara ve ibadet formlarına dayanmakta olduğu görülmektedir. Asya’nın vücut kültürünü genelde ötekilerden ayıran özellik adı konmuş bir yarış karakterinin bulunmayışındandır. İlk çağların Yunan vücut kültürünü yarış fikri ile karakterize edilmesine karşılık Asya ülkelerinde sadece fayda prensibine dayanan yarışı kazanmaktan ziyade tabiatın görülür üstünlüğünü meta fizik güçlerle yenmek varoluşun bilincine varmak çabası içinde olduğu görülmektedir. Asya’nın vücut kültürünü ruhu yönetmeyi sağlayan bir ince sanat niteliği vardır. Buna rağmen Orta Asya halklarının vücut kültüründe de birbirine bakışta ayrılıklar göreceğiz. Eski Türkler'in ilk çağlarda Asya'da kurmuş oldukları uygarlıkların gerçeğe dayanan tarihini tam ve bilimsel bir tarafsızlık içinde yansıtan araştırmalar çok sınırlıdır. Batılı araştırmacı ve tarihçilerin kasıtlı veya kasıtsız olarak Asya halklarını birbirine karıştıran incelemeleri ve uygarlıkların pek çok belirtilerini Türklerden başkasına maletme eğilimleri Türk uygarlığının insanlık tarihi içindeki yerine gölge düşürmekten uzak kalmamıştır. Eski Türk medeniyetleri hakkında ki kaynaklardan Çin belgeleri de kendileri için başarısız geçen savaşlardan dolayı olumlu yargıları yansıtmamaktadır. Bütün bunlara rağmen göç yolları boyunca kendileri ile birlikte gördükleri medeniyetleri önümüzde yapacağımız Asya, Ön Asya, Akdeniz uygarlıları ülkelerin tetkikinde Türklerin etkisini daha iyi bir şekilde açıklıkla göreceğiz. Türklerin gittikleri yerlere götürdükleri ileri medeniyetleri tarım, madencilik, hayvan besleme gibi faaliyetlerine veya yerli halkın yaşantılarına kazandırdıkları yenilikler, ayrıca kendi geliştirdikleri özel yazıları ile bıraktıkları anıtları ile elimize kadar ulaşan Ergenekon, Manas, Oğuz, Kaan ve Gılgamış destanları gibi eserlerden uygar geçmişlerine tanık olmak imkanı elde edilmiştir. İleride göreceğimiz bahislerde Türklerin yaptıkları spor türlerini neler olduğunun ayrı ayrı ve daha geniş ölçüler içerisinde inceleyeceğiz. İRANLILAR: Türklerde yaşam ile son derece bağlantılı ve onun gereklerine göre kendiliğinden bir gelişme ve değişme gösteren yüksek seviyeli kültür Asya'da komşusu olan Çin ve Hint'te mistik bir görüşle ele alınırken İran’da beden kültürünün savaşa hazırlamak ve iyi bir ordu yetiştirmek yönünde benimsendiğini görüyoruz. İran'lıların diğer ülkeleri ele geçirmek istedikleri gençlik için planlı bir beden eğitimi uygulaması getirmiştir. İranda yalnızca bu amaçla gençlerin eğitilmesi, fizik gücün savaş amacı için geliştirilmesine yöneltilmiştir. Tarihi Herodat'ın anlattığına göre İran'lılar oğullarına beş yaşına kadar ata binmek, ok atmak ve doğru söylemek gibi üç önemli beceri ve erdemi öğretmeğe çalışmışlardır. İranlılar atla ilgili binicilik oyunlarını Türklerde olduğu gibi Çevkan adı ile uygulamışlardır.Bu oyun İran'ın sanat ve edebiyatına büyük ölçüde etki yapmış, güzel minyatürlerin ve kahramanlık destanlarının ilham kaynağı olmuştur.Türklerin bu tipik binicilik oyunu İranlılar tarafından yaygın hale getirilmiş yeni çağa giriş döneminden sonra Doğu'da ve Batı'da pola adı ile düzenli olarak oynanan bir oyun haline gelmiştir. Oyunu en son orjinaline uygun olarak İngilizler Hindistan'dan Batıya aktarmışlardır. ÇİNLİLER: Çin beden eğitiminde en eski uygulamacı ülkelerden birisidir. Doğunun vücut kültürü alanındaki etkisini devamlı bilen ülkede Çin'dir.Bu etkiyi Hindistan'dan Pasifik Adalarına kadar görmek mümkündür. Bunlardan Hint'le, Çin'in etkilerini birbirinden ayırmak son derece güçtür. Nedeni ikisinde de vücut kültürünün din adamalarının elinde ve başlangıçta tedavi cimnastiği olarak ele almış olmalarındandır. Binlerce yıl için vücut kültürüne adını Çin Heksu denilen Kong-Fu sistemi hakim olmuştur. Bu sistemde her hareket isimlendirilmiştir. İlkel karakter taşır. Taoizim Rahiplerinin elinde şekil bulmuştur. Bu sistem de din adamlarının hijyenik amaçlara yönelik esaslar kurdukları bir gerçektir. Kung-Fu' da baş, kol, bacak, gövde hareketlerinin başlangıç duruşlarında solunum ağız ve burun yoluyla mekanik olarak yavaş, hızla, kesik, sürekli, sert, yumuşak gibi değişiklikleri ile sistem içinde yapılan hareketler TAO dini rahipleri tarafından detaylarına kadar inilmiş bir tedavi metodu ve her hastalığa göre ilaç yerine geçecek hareket reçeteleri düzenlemeğe yarayan bir kaynak niteliğini taşımıştır. Kung-Fu Çin'de diğer cimnastik hareketlerini teşkil etmiştir.Amaç ruh ve vücudun her türlü huzursuzluklarından ve hastalıklardan arındırılması ve tedavi niteliği taşımaktadır.Sistemin İ.Ö.3000 yıllarında yaşayan HUANG-Tİ' ye ait olması kabullenilmektedir. Bu sistem halkın günlük çalışmalarında, okul programlarında devam ettirilmektedir.Bir başka sistemleri de zayıflara ve yaşlılara uygulanan yorucu olmayan masajla ilgili değişik yöntemleri olan SIAO-LEO dedikleri yöntemdir. Kong-Fu 18 esas hareketten üretilmiştir. Belli başlı niteliği hareketlilik ve parolası da " FİKRİNİ SAKİN VE UYANIK, VÜCUDUNU DİNÇ VE GÜÇLÜ TUT. TANRININ YÜKSEK İDAELİNE ULAŞMAK VE SAĞLAM BİR VÜCUTLA GEREKLİ ENERJİYİ ELDE ETMEK SUKÜNETLE MÜMKÜNDÜR.KENDİNİ AŞIRI YORGUNLUK VE TEMBELLİKTEN KORUN Kİ KASLARIN AKTİF VE UYANIK DAİMA ZENGİN VE YÜCE KALSIN, BÖYLECE DE ZAYIFLIK HİSSETMEYESİN" Telkinine dayanmaktadır. Genelde Çin'de eğitimin unsurlarını altı güzel ve ince sanat dalı teşkil etmiştir.( Müzik, Aritmetik, Edebiyat, Dans, Eskrim ve Araba sürmek ) HUANG-Tİ bunlara ayak topu oyununu avı, güreşi, ok atmayı eklemiştir. Çin yabancı beden faaliyetlerinden kendisine yararlı gördüklerini alarak benimsetmiştir.Daha sonraları İ.S. 1122-249 yılları arasında ok atma ve ata binmenin önem kazandığı görülmüştür. OK ATMA: Felsefe ve edebiyat bilimlerinin sporu olarak benimsenmiştir. Kibar ve ince yaşayış tarzı olanların sporu gözü ile bakılmıştır. Ok atma kendi kendine eğitmenin bir aracı olarak kabul edilmiştir. ayrıca oku havada uçarken elde tutmak gibi üstün refleksi ve dikkat isteyen bir değişik alıştırma şeklinde uygulanmıştır. Konfiçyüs İ.Ö. 551-479 mükemmel bir ok atıcı olarak üne sahiptir. Başarılı bir ok atıcı her halde erdemli bir insandır sözünün sahibidir. BİNİCİLİK: TSCHU-ÇU sülalesi zamanından itibaren uygulanmış ve yasa ile zorunlu hale getirilmiş faaliyetti. Türk Asıllı İmparator HİAO'nun (İ.Ö. 900) çok mükemmel bir at ustası olduğu Çin yazılarında belirtilmiştir. GÜREŞ: Çin'de en eski spor türü olarak bilinen bir spordur. Türk'lerin ve Moğol'ların güreşleri ile benzerlikleri vardır. Vurma, tekme atma, can acıtma gibi aşırı girişimler yasaktı. Yere fırlatılan güreşi kaybederdi. Güreş yasal bir zorunluk haline sokulduktan itibaren maskeli güreşler akrobatik bir görünüm kazanmıştır. İ.S.6'ncı yüzyıldan itibaren yılın 1. ve 7. ayının 15. günleri tüm Çin şehirlerinde resmi güreş turnuvası günü olarak kabul edilmiştir. AYAK TOPU OYUNU: HUANG-Tİ devrinde askeri talimlerde oynatıldığı bilinmektedir. Taktik, teknik kurallara bağlamış 70 değişik vuruş şekli ve hataların neler olduğu tespit edilmiş ve öğretilmiştir. İ.Ö.206-İ.S.200 HAN sülalesi devrinde 25 bölümden ibaret bir futbol el kitabı bile yazılmıştır. İ.Ö.3. Yüzyılda BUNG-WAN adıyla bu günkü golfe benziyen bir oyunda oynanmıştır. Pola oyunu da Türklerle ilişkilerinin iyi olduğu devirlerde Türklerden sağladıkları cins atlarla saray çevrelerinde oynanmış, kadınların da oyuna katıldıkları görülmüştür. Çin'de bunları dışında Ağırlık kaldırma,Halat çekme,Akrobasi ve kürek çekme faaliyetşeri de yapılmaktaydı. HİNTLİLER: İ.Ö.2000 Yıllarında Ari Irkın bir kolu daha önce geldikleri Kuzey Batı Asya'dan ( İran ve Afganistan üzerinden ) Hint sınırlarını aşmak suretiyle Hindus vadilerine inmişler yerli halkla uzun bir mücadele sonunda tüm ülkeye sahip olmuşlardır. Asya'lılar Avrupa asıllı istilacılardır. Hintlilerin şehir kültürünü yıkmış kendi plan esaslarına dayanan köy sistemlerini getirmişlerdir. Başlangıçta dans ve pola sporları önemli yer işgal etmiş sonraları yoga hakim olmuştur. Dini bağlılık onu beden dışı ruhi düşünceye itmiştir. Bu bakımdan yogada ruh vücut ve duygular egzersizlere tabi tutulmuştur. Bu bir nevi ruh disiplini tekniğidir. Yoga vücudun iç ve dış temizliğini hoş görürlü soğuk ve sıcağın en aşırı değişikliklerine dayanıklılığı uzun süreler eziyetli pozisyonlarda sabırla beklemeyi (Acıya rağmen) ölüm sessizliğine kayıtsız şartsız inanmayı, namuslu olmayı şart koşmuştur. Barış severlik, şereflilik, yumuşak huyluluk ve kanaatkarlık gibi erdemlerini ön görür.Güreş, sopa eskirimi, ok atma gibi dünyasal, spor dallarına da rastlanır. Hintlileri etkisi altına alan Bud'a M.Ö.550-480'de yaşamıştır. Hint vücut kültürünü öteki dünyaya duyulan kuvvetli arzunun bir belirtisi, cenneti daha yaşarken elde etmenin, ebedi barış ve kurtuluşa ulaşmanın yolu olmak niteliğini günümüze kadar taşımıştır. ÖN ASYA MEDENİYETLERİ: SÜMERLER: İ.Ö. 5000 yıllarında Orta Asya'dan göçlerle Aşağı Mezapotamya'ya gelip yerleşen Sümerler Ön Asya’da ilk uygarlığı kuranlardır. Sümerler Orta Asya kökenli Türkler de gördüğümüz tüm kültüre sahip bir halk olarak tanınmışlardır. At ve atla ilgili sporların çok eski çağlarda uygulandığını gösteren ilk sanat belgesini Sümerler bırakmışlardır. Bu belgeye göre Bakırdan yapılmış iki tekerlekli dört koşumlu ve sürücünün ayakta durmasına yarayan bir platformu bulunan yarış arabası modeli İ.Ö.4000 yıllarında atlara çektirilen tekerlekli arabanın varlığını ve Türk'ler tarafından binildiğini göstermektedir. Yine günümüze kadar gelen belgelerden anlaşıldığına göre Sümer'ler eski bir güreş türünde de başarılı idiler. İ.Ö.2600 yıllarına ait bir tapınağın kazılarında ele geçen bronz bir eserde iki çıplak atletin karşılıklı olarak birbirlerini kisbetlerinden tuttukları ve yenişmeye çalıştıkları açıkça görülmektedir. Sümerlerin ulusal kahramanı GILGAMIŞ ile ilgili İ.Ö.2000 yıllarında Sümerce olarak yazılan destanın orjinali ele geçmiş bulunmaktadır. Gılgamış Uruk sitesinin mitolojik Kralı Arslan Avcısıdır. Sümer'lerden elimize geçen eserlerde Gılgamış'ın eli ile arslanı öldürdüğünü tasfir eden kabartmaları görülmektedir. Sümer ' lerAsur ve Babillilere yenildikleri İ.Ö.2000 yıllarına kadar egemenliklerini aşağı Mezapotamya'da sürdürmüşlerdir. ASUR VE BABİLLİLER: Güneyden gelerek Yukarı Mezapotamya'da hüküm siren Sami kavimlerinden Asur ve Babilliler Sümer egemenliğine son verdikten sonra (İ.Ö.2000) uygarlıklarını iyice kökleştirmişlerdir. Paralı savaşçı bir sınıf devamlı beslenirdi. Bu savaşçıların yetişmelerinde vücut kültürüne büyük önem verilmiştir.Okçular uzak mesafelerden atış talimleriyle, Suvarilerin araba sürücülerinin, mızrakçı ve sapancıların kendi branşlarında alıştırmalarla meşgul oldukları anlaşılmaktadır. Kral ve yönetici sınıflara mensup olanların halk üzerindeki etkilerinin üstün fizik gücü ile orantılı olarak tehlikeli avlara ve savaşlara bizzat katılmışlardır. Genelde avcılığın sportif anlam taşımaktan çok savaş için beceri kazanmak amacı ile yapıldığı, arslan ve kaplan avcılığının krallar için tehlikeli, ancak kaçınılmaz bir spor niteliği taşıdığı anlaşılmaktadır. Savaşçı bir kavim olan Asur'larda boks ve güreşin varlığına kanıt olacak belgeler vardır. Şişirilmiş tulumlarla yüzmeyi çok iyi başardıkları Asur kabartmaların dan görülmektedir. Asur, Babil, vücut kültürünü daha çok av ve savaş gibi pratik fayda amaçlarında yönelen genellikle soylu sınıfın ve savaşçıların bu maksatla eğitilmesini sağlayan sınırlı bir kültür olarak nitelemek gerekir. ETİLER: İki önemli kıtayı birbirine bağlayan köprü niteliğinde insanlık tarihinin tüm safhalarında gelip geçen ve yerleşen pek çok uygarlıklara zemin olan Anadolu toprakları üzerinde İ.Ö.4000 yıllarında orta Asya'dan göçen hatta Türk olduklarından bahsedilen Etiler Anadolu'nun büyük bir kısmını İ.Ö.1400 yıllarında tamamen ellerine geçirerek uygarlıklarını geliştirmişlerdir.Hükümet merkezleri Kızılırmak yakınında Hattuşaş bugünkü Boğazköy idi. Savaşçı uygarlıklarında görülen savaş arabaları Etiler’de de görülmektedir. Savaş arabasında da bir sürücü, bir savaşçı, bir de kalkancı olmak üzere üç kişi bulunurdu. Bu arabalar yalnız savaş için değil savaşa hazırlık alıştırması için yarış arabası olarak da kullanılırdı Etiler Güneş Tanrısı Teşup'un şerefine düzenledikleri şenliklerde iki tekerlekli araba ile yarışır birinci gelenin başına Eti kızları tarafından tapınakta kutsallaşmış biradan dökülür, üzerlerine çiçekler serpilir, şarkılar söylenirdi. Bu şenliklerde güreşler, kılıç oyunları at yarışları da yapılırdı. İ.Ö.1360 yıllarında Eti Krallarından TİKKULİ'nin seyisbaşısı tarafından bir atçalık antrenman kitabı yazılmış ve Boğazköydeki kazılarda bulunmuştur. Bu kitapta modern bir antrenman kitabında raslanmayacak kadar mükemmel usüller bütün ayrıntıları ile dile getirilmiştir. Yedi aylık antrenman süreleri içinde atın hergünki koşu mesafeleri, adım türleri , tımarı,yemlenmesi ve banyosu en ince ayrıntılarına kadar açıklanmaktadır. Etiler at ve araba yarışları yanında yüzme, eskrim, atıcılık gibi faaliyetlerde de bulunmuşlardır.Vücut kültürüne önem vermelerinin nedenleri ferdleri savaş için üstün güçte yetiştirme düşüncesine dayanmaktadır. MISIRLILAR: Nehir uygarlıklarının en eski ve tipik örneklerinden birisidir.Tarihi geçmişi İ.Ö.3500 yıllarına kadar varan Mısır'lıların günümüze bıraktıkları yazılı belgeler çok azdır.Ancak Tapınaklarında ve mezarlarında ele geçen emsalsiz rölyefler, freksler mezarlarda bulunan çeşitli araç ve gereçler ve diğer kalıntı buluntular ve hiyeroglif metinler vücut kültürü bakımından geniş kaynak teşkil etmektedir. Mısırlıların ölülerinin mezarları Mısır Tarihinin aydınlatılmasını sağlamıştır. Eski Yunan'lıların batı anlamında güzellik kavramının ölçülerinin yaratmalarında çok önce Mısır'da vücut kültürü bakımından üstün seviyeli bir kültürün varlığı bu kalıntılardan kesinlikle anlaşılmıştır. Mezar odalarında bulunan renkleri solmamış resimler aşağı yukarı 1500 yıllık bir zaman kesimini canlandırmaktadır.Bu resimler ve diğer buluntular Mısır'da vücut kültürünü teşkil eden faaliyetler arasında bugünkü anlamı ile cimnastik hareketlerinin, oyunların, boks, güreş, eskrim gibi mücadele sporlarının su ile ilgili alıştırmaların ve dansın varlığını ortaya çıkarmıştır.İ.Ö. 2650 - 2400 yılları arasında Ptah-Hotep'in mezarında ve Sakara adı verilen yerdeki Mereruka mezarındaki resimler arasında bacak, kas ve bandların esnetme hareketleri görülmektedir. Eski Mısır cimnastiğinde gövdenin eşli ve eşsiz olarak yapılan bütün hareketlerine özellikle esnetmelerine yer verildiği, yüzü koyun yay, köprü, ters köprü, el ve baş üstü dikey duruşa kakma ve köprüye düşmeye varıncaya kadar hareketleri bütün safhaları ile canlandıran resimleri bugünkü teknikten ayırt etmeğe imkan yoktur. Mısırlılar eğlenceli gurup hareketleri denilen alıştırmalara da yer vermişlerdir. Eşli dayanma, itme alıştırmaları, yürüyen eşler üzerinde sırtta denge, uçan balık, dayanmalı ters perende ve Hint cimnastiğinde görülen baş üzerinde dik durma türünden hareketleri canlandıran resimler izlenmektedir. Resimlerin bazılarında top oyunlarına da rastlanmaktadır. 7.5 cm. çapında deriden veya sık dokunmuş ketenden yapılmış zikzak dikişlerle dikilmiş içleri kepek, yosun kurusu gibi maddelerle doldurulmuş toplar Kahire, Berlin ve Londra Müzelerinde saklanmaktadır. Mısırlıların küçük , büyük çemberlerle hareketler yaptıkları da görülmüştür. Küçük çemberler ve ucu kıvrık sopalarla bugünkü hokeye benzer oyun da oynanmıştır. Mısırlılarda koşuda önemli bir yer tutmuştur. Sopa ile eskrim Mısır'ın tarihi boyunca izlenen bir faaliyettir.Mezarlarda bulunan resimlerin büyük bir kısmı güreşle ilgilidir. Bu resimlerde sistematik bir vücut kültürü ile yarışma halindeki kuvvet denemeleri arasında bir denge göze çarpmaktadır. İ.Ö.2000 yıllarından kalan Benihasan mezarlarında bulunan sayısız ve emsalsiz güreş figürleri aynı canlılığını koruyarak günümüze kadar gelmiştir.400 kadar figür vardır. Biri kırmızı diğeri koyu ten rengine boyanmış güreşçi bir çiftin izlenebilen resimleri bugünkü serbest güreşin bir metod kitabı niteliği ile büyük bir değer taşımaktadır. Bu resimlerde Mısır güreşinin bütün ayrıntılarını güreşçilerin giyimleri, meydana gelişleri, birbirlerini kovalamaları, el ense yoklamaları, denge bozan türlü oyunları, çelmeleri, bacaklara dalmaları, saltonları, kafa kol kapmaları, kravat, köprü gibi oyunları izlemek mümkün olmaktadır. İ.Ö.1400 yıllarında boks'unda Mısırlılarca bilindiği anlaşılmıştır.Ağırlık kaldırma alıştırmalarının yapıldığı da anlaşılmaktadır. Yüzme, kürek çekme gibi sporların nehir boyunca yapıldığı ayrıca kayık üzerinde ellerindeki uzun sırıklarla birbirlerini suya düşürmek ve rakiplerin kayıklarını ele geçirmek için mücadele ettiklerini gösteren resimlerle bu faaliyetin yaygın bir halk eğlencesi olduğunu anlatmaktadır. Dansında son derece gelişmiş bir sanat seviyesini gösteren belgeler vardır. Mısır rahiplerinin güneşi temsil eden tapınağın etrafında güneş sisteminin hareketlerini sembolize eden çok estetik figürlerle dolu bir dansı müzik eşliğinde yaptıkları anlatılmaktadır. İleri seviyede vücut kültürü olmasına karşın yarışma fikrinin bulunmadığı, Yunanlılarda gördüğümüz olimpiyaya benzeyen bir örgütün bulunmadığı anlaşılmaktadır. YAHUDİLER: Yahudiler'de vücut kültürü din ve savaş bağıntılı bir gelişme gösterir. Tarihleri göçebelikle dolu bir kavimdirler. Binicilik ve silah kullanmayı hayati bir zorunlulukla uyguladıkları görülür. Ağırlık kaldırımı, taş fırlatma, ok atma, yüzme uzun mesafe koşucuları, güreş ve dansın eğitim aracı olarak kullanıldığını görmekteyiz.Ağır taşları diz, bel, göz, beş, beş üstüne kadar kaldırma, çalışma ve yarışmaları, sapan denilen kıl Kenevir veya hayvan sinirlerinden yapılmış urganlarla ortasına koydukları bir taşı baş üzerine hızla çevirip bir ucunu bırakmak suretiyle taşı uzağa atma ve hedefe isabet ettirme çalışmaları, zevkle yaptıkları koşular, ok atmalar, kutsal kitaplarına girecek kadar önem taşımıştır. Resmi haberlerin stafet yarışmasında olduğu gibi elden ele koşarak taşındığı yarış arabalarının önünde koşan meslek atletlerinin varlığını görüyorsunuz. Bütün bunlar haberleri çabuk iletmek ve hemen düşmana karşı toparlanmak zorunluluğundan doğan alıştırmalardır. Yüzme de çok sevilmekteydi. AKDENİZDE KÖPRÜ UYGARLIKLAR: GİRİT: İ.Ö.2000 yıllarında Kuzeyden gelen halkın Doğu bölgelerinde yerleşmesi bu bölge ikliminin sağladığı ilk çağların uygarlıkları ile kaynaşarak yeni bir uygarlık dönemi başladığını görüyoruz. Bu arada Girit Adasında saraylar ve villalar kurarak yeni bir şehir kültürü geliştiren bu halkların bıraktıkları eserler bu yüksek kültürün değerini ortaya koymaktadır. Girit Adasının konumu gereği doğu kültürünün batıya açılan penceresi görünümündedir.Bu Ada'da Doğu Kültürü ile Batı kültürünün içi içe kaynaştığı bir gerçektir. İ.Ö.2000 - 1700 yılları arasında süregelen barış dönemi içerisinde Giritte vücut kültürünün üstün bir düzeye çıktığı görülmektedir. Boks, güreş, boğa atlamaları, dans ve araba yarışlarına çok değer verildiği, devamlı şenlik ve yarışmalar düzenlendiği anlaşılmaktadır. Kazılarda ele geçen eserlerdeki resimler ve figürlerden her spor dalında çok güzel hareketler ve teknik geliştirildiği belirgindir. Vücut kültürünün orjinal belirtisi boğa üzerinden yapılan atlamadır. Azgın boğanın saldırısını ona doğru koşarak ve boynuzlarını elle tutup boğanın baş sallanmasından yararlanıp üzerinden ve perende veya salto atmak suretiyle arkasına düşmek ve böylece bu oyunu sürdürmek en zevkli eğlencelerindendir. Bunu başaramayanlar boğanın boynuzlanması ile hayatlarından oldukları gibi, sakat da kalabilirlerdi. Bu denli tehlikeli oyuna kızların da katıldığını belirleyen resimler de ele geçmiştir. Boğa verimin ve bereketin sembolü olarak kabul edilmiştir ve bu bölge uygarlıklarını ortak niteliği olarak Ege, İtalya ve İspanya çevresine sıçradığı günümüze kadar da geldiği bilinmektedir. YUNANLILAR: İ.Ö.3000 yıl sonralarında kuzeyden gelen İYONLAR - AKALAR ve DORLAR'ı özellikle Teselya'nın eski yerli kavimleri olan Pelasger'lerle karışımından oluşmuş bir halk olduklarını, İyonların Attik Yarım adasında, Dorlar'ın Peloponez Yarımadasında yerleşerek LAKONYA, MESENYA - ARZOLİZ - SYKİON gibi egemen (şehir devlet) kurduklarını biliyoruz. Yunanlılarda vücut kültürüne verilen önemi düşünürlerden dinleyelim; Yunan düşünürü ARİSTO şöyle diyor: "Cimnastik, hangi hareketlerin vücuda yararlı olduğunu, tabiatın insan vücuduna ölçülü olarak bağışladığı niteliklere göre bunların hangilerinin en iyi ve en uygun düşeceğini araştırma bilimidir." PLATON İSE ; " Her canlı varlık iç güdüsü ile daima sıçrama ve zıplamak ister. Bunun kendisine özgü ritmi vardır. Bundan da dans ve müzik doğar. İnsanlar ritm denilen ve seste olduğu gibi alçak ve yüksek perdelerin uyuşumu ile ahengi sağlayan bir düzen duygusuna sahiptirler." Diyerek büyüme ile hareket ihtiyacının dozu arasında bağlantı kurmuştur. Gine Tiamies adlı eserinde " Vücudun hareketi çoğu zaman düşüncenin uyanıklığı ile bağıntılıdır. Yüksek fikir de çalışan ve ödevleri yerine getirmek durumunda olanlar, cimnatik yapmalıdırlar. Yani ruh vücutsuz, vücut ruhsuz çalıştırılmamalıdır." demiştir. Görülüyor ki cimnastiğe daha o devirde bedeni, fikri, ahlaki, hedefler verilmiştir. Beden Eğitiminin karakter yapıcı gücünü takdir eden eski Yunanlılar acılara kolaylıkla dayanma, dünya nimetlerine karşı aşırı isteklerine köreltme, her şeyden önce asaleti ve diğer erdemlerle bezenme gibi ödevleri cimnastiğin araçları arasında görmüşlerdir. Bu eğitim ideallerini "KALOKAGATHİAİ" kavramı ile ifade etmişlerdir. Bu deyim "GENTLEMEN" kavramının benzeridir. Yunan vücut kültürü verilen öneme göre 3 döneme ayrılmıştır. 1.DÖNEM: İ.Ö.10-8 yüzyıl arasıdır.Bu dönem mitolojik kahramanlar ve yarı Tanrılar devridir.Vücut kültürü daha çok soylu kişilere hatta insan üstü varlıklara tanınan bir hak olarak görülüyordu. Homerin İliada'sında anlattıkları bu dönemin vücut kültürüne geniş ölçüde ışık tutmuştur. 2.DÖNEM: İ.Ö.8-4. yüzyıl başlarına kadar klasik dönem ancak İ.Ö.5. yüzyılda en üstün seviyeye ulaştığını görüyoruz. Artık vücut kültürü tüm vatandaşların ortak malı olmuştur. (SOLON ve LYKURG) un büyük etkileri olmuştur. 3.DÖNEM: İ.Ö.323'den Romalıların hakimiyet dönemi olarak uzlaştığı ve meslek atletizmin türediği dönemdir. (ÇÖKÜŞ DÖNEMİ) YUNAN CİMNASTİĞİNİN DOĞUŞU: Filozof SOLON şöyle diyor: "Beden alıştırmalarını gençliğe yalnız yarışmaların hatırı için tavsiye etmiyoruz. Onları sadece yarışmalara katılsınlar diye zorlamıyoruz.Gençler bu çalışmaların sonucunda kendileri ve vatanları için büyük değer taşıyan erdemler kazanıyorlar. Yaptıkları, iş bütün vatandaşların uğrunda uğraştıkları bir ortak dava ile ilgilidir. Gençler görünüşte çamda, meşeden, zeytin veya defne dalından yapılan fakat anlamında insanların bütün mutluluğunu taşıyan çelenkler uğruna yarışıyorlar. Ben bu mutlulukla ferdin ve toplumun ortak özgürlüğünü, refahını, güvenini, şan ve şerefini bir kelime ile tanrılardan dileyebileceğimiz şeyleri kast ediyorum. Cimnastik alıştırmaları ve yarışlar vatandaşı bu amaca götürmek için düşünülmüştür.Onların mükafatları da aynı düşüncenin mahsulüdür."Yarışmalar büyük ve ortak toplum davalarımızın, uğraşılarımızın küçük bir örneği , çelenkler de uğrunda mücadele edilen büyük manevi değerlerin küçük maddi sembolleridir. " Bu görüş yunan vücut kültürünü verilen önemi açık ve seçik olarak anlatan bir deyimdir. Ancak görüyoruz ki ,Yunanlılar bu ruh ve inanç devam ettiği sürece tarihte uygarlık rollerini oynamışlar sonra bunun kaybolması ile eski güç ve üstünlüklerinden hiç bir iz kalmamıştır. Bu dönemde iki ayrı ırkın eski köklü sitesi olan Atinalılarla Ispartalıların özdeki ortak düşüncelerine rağmen uygulama tarzlarındaki ayrılıklarını görmekte yarar var. ATİNALILAR: İyon kökünden idiler vücut kültürü ruh ve fikir eğitimi ile aynı paralelde yürütülmüştür.Solon Atinalıların yalnız becerikli, çalışkan, dayanıklı birer savaşçı olmalarını değil aynı zamanda fikir eğitimi bakımından da üstün bir seviyeye ulaştırılmalarını istemiştir.Atina’da kızlar vücut çalışmalarına katılmazlar erkek çocuklar PALESTRA'larda devletin resmi öğretmenleri tarafından eğitilirlerdi 18 yaşına gelince EPHEBE sıfatını alırlar ve GYMNASYUM'a devam ederlerdi.Burada vücut çalışmaları ile birlikte bilimsel alanlarda yetiştirilirken iki yıllık savaş eğitiminde tabi olurlardı.(Askerlik görevi , ata binmek - arazide savaş oyunları - uzun yürüyüşler ve mukavemet koşuları ). ISPARTALILAR: Isparta yasaları kısa fakat özlü konuşma, sağlam ve keskin iş yapısı emreder.En güçlü savunucusu filozof PLATON'dur.Devlet ve kanunlar adlı eserde bu ruh açıkça görülür. Çocuk doğuştan devlete aittir.Sitenin yaşlılarından kurulu bir komite doğan çocuğu kontrol eder uygun görürse vatandaşlığını ilan eder görmezse idam ederdi.Yedi yaşına kadar annesinin yanında eğitilir sonra kampa alınır çok sert bir eğitimi tabi tutulurdu.Fikir eğitimi çok gerekli görülen alanlarda yapılır. PAİDONOMOS denilen gençlik önderlerinin gözetiminde askerliğe hazırlayıcı çalışmalara sevk edilirdi.En önemlisi koşularda disk, cirit atma, eskrim, boks, güreş, top oyunları, gençlerin her yönlü yetişmelerini sağlar her on günde bir çıplak olarak uzmanların yaptığı bir sınav ile idman durumları kontrol edilirdi.On iki yaşlarından itibaren iç çamaşır giyilmezdi.Saman ve saz üzerinde yatarlar ancak çok sert havalarda kuru yaprak ve ot döşeyebilirlerdi.her yılın belli bir gününde ARTEMIS tapınağında halk önünde meydan dayağı atılırdı.Bağırmak değil iç çekmek bile yasaktı.Bu çok sert eğitimle OYMPİA oyunlarının ilk ikiyüz yılında şampiyonların çoğunluğu Ispartalılar arasından çıkmıştır.Tüm çalışmalar müzik ile yapılır silahlı dans oyunları yapılırdı.Otuz yaşına kadar süren bu tip eğitime mecbur tutulurlardı. İngiliz BERTRAND RUSSEL ilimden bekleyeceklerimiz adlı yapıtında "eğitimin iki amacı vardır.Bir taraftan zekayı geliştirmek öte yandan iyi vatandaş yetiştirmektir. Atinalılar birincisine önem vermişlerdi, Ispartalılar ise ikincisine Ispartalılar galip geldiler fakat Atinalılar hafızaları fethettiler. " demiştir. __________________ |