Seversintabi.com Türkiye'nin En Büyük Forumu Bence Seversin Tabi
 

Go Back   Seversintabi.com Türkiye'nin En Büyük Forumu Bence Seversin Tabi > Genel Kültür > Türk Dünyası > Tarih Hakkında Herşey
Yardım Topluluk Takvim Bugünki Mesajlar Arama

gaziantep escort gaziantep escort
youtube beğeni hilesi
Cevapla

 

LinkBack Seçenekler Stil
  #1  
Alt 6 January 2009, 14:06
Banned
 
Kayıt Tarihi: 29 July 2008
Mesajlar: 0
Konular:
Aldığı Beğeni: 0 xx
Beğendiği Mesajlar: 0 xx
Arrow Fatih Sultan Mehmed Han ve Belde-i Tayyibe



Fatih Sultan Mehmed Han ve Belde-i Tayyibe

Haluk Nurbaki

İlâhî kaderin Türklüğü Anadolu'ya yerleştirmesinin sırrı, İstanbul hedefinde düğümleniyordu.

Yüce Peygamberimizin gösterdiği İstanbul hedefi bu sırrın anahtarı idi ve onu açmaya Mehmed memur edilmişti. Mana perdesindeki hazırlıklar çoktan başlamıştı; Hacı Bayram Sultan, rejisör sıfatıyle oturduğu makamdan ilk işareti Murat Han'a vermişti. Şimdi sıra o sırrın anahtarı kendisine tevdi edilecek olan kişinin; küçük Mehmet'in yetiştirilmesine gelmişti. Fethin mana yönünü onun kalbine daha sabi çağında iken nakşetme görevi Molla GURANÎ'ye verilmişti. İlerde bu görevi Akşemseddin devralacaktı.

Kişiliğin yedi yaşlarında oluştuğu, o çağda alınan eğitim ve terbiyenin kişiliğin oluşmasında tartışmasız rolü bulunduğu bilindiğine göre, küçük Mehmed'in o çağda Molla GURANÎ’nin ellerine tevdi edilişinde de bir hikmet vardı kuşkusuz.

Bu nedenle Molla GURANÎ hakkında kısa bir bilgi vermek kaçınılmaz oldu. Kaldı ki bu zatın adı gölgede kalmıştır, yeterince bilinmemektedir. Molla Gurani, Afganistan - Horasan yöresinde 12. yüzyıllarda devlet kurmuş Gur Türklerindendir. Ataları göçler sırasında Diyarbakır yöresine gelip yerleşmiş, kendisi Diyarbakır Ergani'sinin Guran kasabasının Hilar köyünde dünyaya gelmiştir. Asıl adı Şihabüddin Amedî'dir. Osmanlı medreselerinde ders veren yüksek seviyedeki din bilginlerine Molla dendiğini biliyoruz. Molla ününü buradan almıştır. Gur (Kurmanc) Türkleri'nin Anadolu'ya bir armağanı da Gördes halılarıdır. Molla Guranî, hikmetler diyarı Horasan ilinden gelen mana nakışlarını küçük Mehmed'in gönlüne nakşettikten sonra görevi biter ve genç Mehmed Bursa'dan Manisa'ya gönderilir. Orada Akşemseddin'e teslim edilir.

Bazıları tarihe akseden, bazıları ise genç Mehmed ile Akşemseddin arasında sonsuza dek sır olarak kalacak bir çok manevi işaretler Manisa'da geleceğin Fatih'ine açıklanmış, fethin ona nasip olacağı müjdelenmiştir.

Mana ile madde arasında denge sırrına vakıf olmuş Sultan Mehmed, fethin kesin müjdesine rağmen, gerekli bütün askeri ve siyasi hazırlıkları en ince detayına kadar yerine getirmekten geri kalmıyor, her şeyi bizzat gözden geçiriyor, günde ancak 3-4 saat uyuyabiliyordu. İslâm inancında önemli yeri olan tevekkül düşüncesini meskenet, uyuşukluk sananlar için Sultan Mehmed'in tutum ve davranışları örnek olmalıdır. Keşif ve kerametini yakından görüp inandığı Akşemseddin hazretlerinin fetih müjdesi karşısında Sultan Mehmed asla gevşememiş, madde ve mana alanında ufak bir hata ve gaflete düşmemek için bütün gücü ile ordusunu donatmaya, eğitmeye koyulmuştur. Topçulukta inkılâp yapacak kadar topçuluk ilmine, bunun yanı sıra diğer ilimlere vakıfdı, birçok yabancı dil biliyordu. Böylece Fatih gayretin zirve örneğini verirken.

Garip tecelliye bakın ki, İstanbul'un düşeceğinin manevi işaretleri Bizans'a da yansıdığında onlar tam tersine kendilerini meskenet çukuruna atmışlardı.

Sultan Mehmed ilk stratejik tedbir olarak, birkaç ay gibi akıl almaz bir sürede Rumeli Hisarını inşa ettirdi. Hisar, Peygamberimiz (s.a.v.) Hazretlerinin, dolayısiyle Fatih'in ismi MUHAMMED kelimesini yansıtacak biçimdeydi. Âdeta Bizans'ın sinesine atılmış bir imza gibi boğaza haşmet veriyordu. Muhammed kelimesi ebced hesabında 92 sayısına işaret olduğundan Rumeli Hisarı'nda 92 burç ve dirsek vardır. Hisar'a tepeden bakıldığında boğazda Muhammed imzasını net olarak okursunuz.

Boğaz'a bu mühür vurulduktan sonra sıra seferin açılacağı tarihi tesbit etmeye gelmişti. Acaba bu tarih neydi? Bu tarih aslında Hacı Bayram Hazretleri tarafından Akşemseddin'e Hicri 857, Milâdi 1453 olarak duyurulmuştu. Duyurulmasına duyurulmuştu ama nasıl keşfedilmişti.

Peygamberimiz bir sohbetinde İstanbul'u Belde-i Tayyibe olarak nitelemişti. Sebe Sûresi'nin 15. âyetinde geçen «Beldetün tayyibetün» (Belde-i Tayyibe) kelimesinin ebced hesabındaki karşılığı 857 idi. Ve şimdi 857 (1453) yılına girilmiş, harekete başlama zamanı gelmişti.

Sultan Mehmet 1451 yılında devletin başına ikinci kez Edirne'de geçtiğinde, Akşemseddin Sultan'ın oluşturduğu veliler halkası ile çevrili idi. Nice sofiler Edirne'de büyük savaşın niyaz bekçileri olarak görev başındaydılar. Aralarında iki önemli derviş vardı; biri Ulubatlı Hasan, diğeri Hıdır (ileride Kadı Hıdır rolünde sahnede görünecekti). Her ikisi de Akşemseddin'in has öğrencilerinden idiler. Sultan Mehmet'e mana sırrından ne veriliyorsa, Hıdır ile Ulubatlı'ya da aynı sırdan veriliyordu.

Akla gelen her tedbiri aldıktan, tüm hazırlıkları bitirdikten sonra, devrin en modern silâhları ve gereçleri ile donatılmış yüzbinlik ordu ile Edirne'den yola çıkıldı. Yalnız silahlarla değil, mana sırrı ile de donatılmış bir ordu...

Ve «Fatih» mertebesine erişmenin eşiğinde bulunan Sultan Mehmet, çevresinde Akşemseddin, Molla Guranî, Akbıyık, başta olmak üzere bir velîler halkası ve ardında yüzlerce bilim adamı ile işaret edilen hedefe, İstanbul'a yöneldi.

Karadan, denizden bir kelepçe gibi İstanbul surlarını pençesine alan Türk - İslâm ordusu, taktik ve strateji sanatının gözleri kamaştıran bir uygulamasını sergiliyordu. Donanmanın Haliç'e karadan indirilişi; yalnız azim ve iradenin değil, madde ve mana sentezinin de ortaya koyduğu başarılması imkânsız görülen bir mucize idi.

Tarafların kahramanlık destanları ile dolu olan bu savaş 52 gün sürdü. Tükenmiş bir Bizans'ın, o güne kadar görülmemiş, her bakımdan üstün bir ordu karşısında bu denli dayanabilmiş olmasının sırrı ne idi? İstanbul'un düşeceğine dair velîlerin bildirdikleri kesin keşifler ordu saflarında gevşekliğe mi yol açmıştı. Surlardan dökülen kaynar zeytinyağlarının altında haşlanmaktan, atılan rum ateşleri ile yanmaktan yılmayan, korkmayan askerler, bir gecede koca bir donanmayı Haliç'e indiren leventler böyle bir yargıya düşmenin yersiz olduğunu gösteren başlıca kanıtlardı. Burada Türk - İslâm ordusunun üstün savaş gücü, bükülmez azmi altında yatan hikmet ne idi? Kuşatmanın bu kadar uzamasında iki önemli sır vardır ki, İslâm metafiziği açısından çok önemlidir.

Kuşatmanın bu kadar uzamasını çeşitli yazarlar çeşitli nedenlere bağlamaya çalışmışlardır. Bugüne dek yeterince bilinmeyen, tarih sahifelerine yansımayan mutasavvıfların açıklamaları ise çok ilginçtir.

İstanbul kuşatmasından yıllarca önce İstanbul'da küçük de olsa bir İslâm azınlığı ve içlerinde Cibali Baba adında bir velî yaşamaktaydı. Bu zatın görevi Türk-İslâm sevgisini Bizans'a aşılamaktı. Cibali Baba bunda o denli başarıya ulaşmıştı ki, çevresinde İslâm hayranı Rumlar'dan oluşan bir cemaat toplanmıştı. Rumlar Cibali Baba'yı çok seviyorlardı; Cibali Baba da geniş gönlünde onlara da bir yer ayırmıştı. İşte Cibali Baba'nın Rumlar'a gönül vermesi, Türk ordusunun taarruzlarını kırıyor, Sultan Mehmet'in kudretli toplarının korkunç güllelerini etkisiz kılıyordu. İslâm velîliğinin evrensel sevgisini vurgulayan bu gerçek; hâlen İstanbul'da semte adını vermiş olan ve Cibali Baba diye ziyaret edilen yüce velinin sırrıdır.

Kuşatmanın uzamasına çok üzülen Sultan Mehmet'e nihayet bu sır manada açılınca «Yarabbi ya beni al, ya fethi müyesser kıl» diye dua etti ve 28 Mayıs günü Cibali Baba hakka kavuştu, 29 Mayıs günü fetih müyesser oldu.

Cibali Baba'nın bu dünyadan göçtüğü 28 Mayıs günü Akşemseddin, Sultan Mehmed'e müjdeyi şu mısralarla bildirdi:

«Yarın sabah şu kapıdan hisara yürüyüş ola

İzni Huda ile dahi feth nasip ve müyesser ola

Ezân sedası ile surun içi dola

Gün doğmadan gaziler sabah namazın hisar içinde kıla.»

Akşemsettin Ulubatlı Hasan'ı çağırarak ona gizli bir emir ve müjdeyi sır olarak verdi.

Sabaha karşı Ulubatlı Hasanlar, Hıdırlar, niceleri şehidlik yarışmasına başladılar. Dökülen kaynar yağlar, taş ve ok yağmuru altında surlara tırmandılar. Türk bayrağı Ulubatlı Hasan'ın eli ile Topkapı burcuna dikildi. Ulubatlı Hasan'ın oklarla delik deşik olmuş, kızgın yağlarla kavrulmuş bedeni surların dibine düşerken, paniğe kapılan Bizans askerleri kaçışıyor, Türk askerleri surlardan içeri akıyordu: Mucize gerçekleşmiş, İstanbul düşmüştü.

Surların dibinde ikinci bir mucize daha tecelli ediyordu ki, bu daha ilginçti. Delik deşik olmuş, kavrulmuş bedeni ile yerde yatan Ulubatlı Hasan'ın simasından tatlı bir tebessüm yayılıyordu. Yanıp kavrularak can veren bir kişi nasıl tebessüm edebilirdi. Çünkü o şehadet anında, surların tepesinde Fahr-ı Kâinat Efendimiz Sevgili Peygamberimizi seyretmişti.

Fatih, Ulubatlı Hasan'ın yerde gül gibi açılan çehresini gördüğünde üzerine kapandı, onu kokladı, ağladı; «mana kardeşim benim» dedi; «İstanbul sana değer miydi?»

Bir devir kapanmıştı. İslâm-Türk devleti, yüce dinin sınırlarını dünya haritasına değişmeyecek bir Şekilde çizmişti.

Kanıyla, canıyla çizdiği bu sınırlar ilâhî kompütürün şaşmaz yazgısı kıyamete dek korunacaktı.

Fatih İstanbul'a girdiği zaman kendine düşen görevin bitmediğini henüz bilmiyordu. Fakat her şey gibi bu da Akşemsettin'ce malumdu ve bunları gene Fatih'in kendisi hâlletmeliydi. Sıkıştığı yerde ona yine Akşemsettin'in yetiştirdiği Hıdır yardım edecekti. Nitekim Hıdır Galata kadılığına tayin edildi.

Şimdi Fatih'i derin derin düşündüren önemli bir mesele vardı; askeri başarıdan sonra aşılması gereken duvarlar...

Bizans tüm çürümüşlüğüne rağmen çok eski bir tarihe ve medeniyet mirasına sahip idi. Ona uzun süre sadece askeri güç ile egemen olunamazdı. Diğer taraftan Müslüman Türkler'in Bizans başkentine yerleşerek, Doğu Roma kilisesini himayelerine almaları, Avrupalı Hıristiyan ülkeler üzerine kâbus gibi çökmüştü. Bunlar güçlü yeni bir Haçlı ordusunu harekâta geçirmeye yeter sebeplerdi.

Batı Hıristiyanları Bizans'ı gözden çıkardıkları için fetih sırasında ona soğuk davranmışlardı. Fakat şimdi onlar için önemli bir amaç yeniden doğmuştu!

Bu gerçekleri hesap etmeyen birçok tarihçi Fatih'in İstanbul Rumları'na karşı yumuşak davranışını boş yere eleştirir durur.

Fatih, Akşemsettin'in gene yanında kalmasını bu sorunlar karşısında kendini yalnız bırakmamasını diliyordu. Ama Akşemsettin'in kararı kesindi. Hazırlıklarını tamamladı, Göynük'e hareket etti. Çağımız insanları burdaki yüceliği kavrayamaz pek. Mana âleminde görevi biten kenara çekilir. Akşemsettin'in de yaptığı bu idi. Bundan sonrasını devlet adamı olarak Fatih başaracaktı.

Fatih'in zihnindeki soruların cevapları Akşemsettin'ce verilmişti bile:

«Elinde Kur'an var, o sana nasıl davranacağını gösterecektir.»

Ve Fatih'in gönlüne Kur'an'dan gelen ilk: emir:

«İnançlarda zorlama yoktur» (Bakara Suresi, Âyet: 256).

Bu ilkeden yola çıkan Fatih'in Bizans'a verdiği din özgürlüğü, Bizans imparatorları zamanında bile yoktu. Ve bu uygulama Bizans için akıl alır bir şey değildi. Artık Batı Roma İstanbul ile siyasi bir yakınlık kurma şansına sahip olamazdı.

Evet, Fatih Moğol yağmacısı gibi davranamazdı. O gittiği yere adalet, inanç, insanlık sevgisi getiriyordu. Daha önemlisi ilim getiriyordu. Kurduğu Fatih Medresesi (tıp ünitesiyle birlikte) çok ciddi, akılcı bir bilim kuruluşu olarak asırlara ışık tutuyordu.

Fatih'i bekleyen iki meseleden ilki, Anadolu birliğinin sağlanması sorunu idi. Gerek Trabzon ve Karaman çıbanları, gerekse doğuda çeşitli Türk kabileleri ile aradaki çelişkiler Fatih'in uzun çabaları ile giderildi.

Karadeniz, orta ve doğu Anadolu, Osmanlı birliği içinde toparlanabilirdi. Anadolu'nun tam birliği için bazı ufak derlemeler lâzımdı. Ne var ki, Batı'da büyük tehlikeler daha önemli idi.

Batı'dan Haçlı haberleri çoktan ulaşmıştı Fatih'e. Fatih bu hareketleri önlemek için iki karar aldı.

a) Balkanlar'da hakimiyetin kurulması.

b) Venedik'i Batı birliğinden ayırmak.

Venedik'e ticarî kolaylıklar sağlayarak, Batı'dan ayırdı. Sonradan kapitülasyon başlangıcı diye yanlış yorumlanan bu anlaşma, çok önemli bir siyasi başarıdır. Üstelik sağlanan kolaylığın kapitülasyonla bir ilgisi yoktur.

O zamanın Venediği denizler hâkimi bir devletti. Nitekim anlaşmadan sonra Fatih, Ege hakimiyetini tamamlamak için Mora ve Ege adalarını hakimiyeti altına aldı. Daha sonra Makedonya ve Sırbistan'ı ciddi olarak Osmanlı Devleti nüfuzuna kattı.

Dikkat edilirse Fatih, hem Anadolu'ya Türk - İslâm motifini işliyor, hem de onu, Batı'ya karşı koruyacak bir engel inşa ediliyordu.

Tüm bu çabalara rağmen Haçlı ordusunu savaştan caydıran; kimsenin tahmin etmediği bir olaydı;

Kadı Hıdır Galata kadısı olduktan sonra öyle zarif bir adalet timsali olmuştu ki, İslâm olmayanlar bile her derdinde ona koşuyordu. Kadı Hıdır'ın adaleti âdeta Türk - İslâm karakterini yansıtıyor, tüm insanları hayran bırakıyordu.

Zaten Akşemsettin Hazretlerinin Fatih gibi talebesi olan Hıdır, İstanbul'un fetihten sonraki hayatında görevliydi ve Fatih'in fethini bir başka alanda tamamlıyordu.

Günlerden bir gün Fatih, sarayına İtalya'dan getirttiği bir mimarın sağ kolunu kestirir. Evliya Çelebi Seyahatnâme'sinin Emiri Kütüphanesi'ndeki el yazması nüshasında geniş ayrıntıları yazılı olan olayın özeti şudur:

Kolu kesilen mimar aslında Fatih'i çok ciddi olarak kızdırmıştı. Selâmlık bölgesine Fatih'in emri hilâfına Batı düzeni getirmeye kalkmıştı ve Fatih de kızıp sağ kolunu kestirdi. Saray önünde çaresiz oturan mimara yaşlı bir İslâm büyüğü rastladı. Olayı hüzünle anlatan mimara yaşlı adam; «git hakkını ara!» dedi. Mimar şaşkın şaşkın; «kimden kime karşı?» diye sordu. İhtiyar izah etti; «bu devlette kararı kadı verir, padişah değil!»Mimar bir sonuç alacağına inanmayarak, söyleneni yaptı ve Kadı Hıdır'a bir dilekçe ile başvurdu.

Kadı Hıdır, Fatih'i huzuruna duruşmaya çağırdı ve Fatih'e sordu;

«Mimar'ın kolunu hangi Kur'an hükmüne göre kestirdin?»

Fatih sarardı, izah etmeye çalıştı ama çıkmazda olduğunu anladı.

Kadı Hıdır Akşemsettin'in talebesi ve kendi can arkadaşı idi. Fakat görevde gerçek bir şimşekti.

Ve Kadı Hıdır, beklenen müthiş kararı bildirdi;

«Fatih Sultan Mehmed'in sağ kolunun kısas hükmü ile kesilmesine karar verdim.»

Bu kez, başta kolu kesilen mimar olmak üzere tüm hukukçular araya girdi. Yine İslâm hukuku içinde olan kısasın diyete çevrilmesi maddesi ile yeni karar açıklandı:

«Mimarın kısastan vazgeçip diyet istemesi üzerine, Fatih'in şahsi gelirinden günde bir altın ödemesine ve bu ödemenin mimara ömür boyu yapılmasına karar verildi»

Ve Fatih sevincinden diyeti iki kat ve otuz yıllık peşin ödedi ve mimar parayı alarak Roma'ya döndü.

Türk - İslâm mucizesinin bir başka sayfası bundan sonra başlıyordu. Mimar, Roma'da Haçlı seferi toplayan kişilere karşı kolunu göstererek şöyle dedi:

«Beyler nereye gidiyorsunuz? Orada Kadı Hıdır var. O bir efsanedir. İstanbul Hıristiyanları, oraya erişseniz sizleri kovar.»

Gerçekten kısa zamanda bir yandan Fatih'in inançlara saygılı davranışı, bir yandan Kadı Hıdır'ın adalet efsanesi tüm Avrupa kentlerinde dillere destan oldu.

Fatih Hıristiyanların gözünde bir aziz, Kadı Hıdır bir efsane kahramanı idi. Bu düşünce ve inanç, Türk - İslâm Devletine karşı her türlü direniş ve yıkım çabalarını doğmadan yok ediyordu.

İstanbul böylesine yetişmiş yücelerin eliyle değil de, maceraperest bir zorbanın eliyle fethedilse idi, çoktan Avrupa çelik bir yumruk gibi birleşir, onun tepesine inerdi.

Yıllardan beri bir çile gergefinde işlenen Anadolu Türk İslâm Efsanesi, bu yüzden 15. yüzyılın yarısını beklemişti.

Boğazların sinesine yazılacak Türk - İslâm şaheseri, binlerce mana san'atçısının yüzlerce yıllık emeğiyle tamamlandı. Perde Ulubatlı Hasan'ın kılıcıyla açıldı, oradan bir mana eri Fatih Sultan Mehmet girdi.

Ve ardından Kadı Hıdır elinde o muhteşem adalet terazisiyle göründü.

Ve daha niceleri. Nice kahraman Erenler. Allah'tan gayri muradı olmayan Mehmetçikler...

İşte değerli okurlarım, size Horasan'dan İstanbul'a erişen bin bir ışığın aydınlattığı bir mana dünyasından seyrettirdim tarihi.

İşte şimdi bu güzel yurtta; taze, zinde, yeni bir cumhuriyetin insanları olarak, nereden nasıl geldiğimizi her an düşünmek, tarihin; mânâ âleminden bize her an seslenildiğini bilmek durumundayız.

Sanmayalım ki; o günler yaşandı bitti de ardından soluk bir hikâye kitabı kaldı!

Hayır, elbette hayır!

Eğer öyle olsaydı İstiklâl Savaşı gibi bir efsaneyi yeniden yazar mıydık?

Anadolu -mucizesi o sıcak nefesi ile bizi kucaklamasaydı, bunca felâketlerin eşiğinden dönebilir miydik?

Karmakarışık olmuş bir dünya... Çelişkiler içine düşmüş toplumlar.. Bizse bu kutsal mucizeler diyarında değişmez bir kadere sahibiz: Var olmak!

Unutmayalım ki, öylesine mucizelerle dolu Anadolu'da yaşamanın rahatlığına karşılık, kaçınamayacağımız görevlerimiz vardır.

Evet, bu topraklarda birbirimizi severek, birbirimizden asla kopmadan yaşamak zorunda olduğumuzu her an duyacağız içimizde.

Bunu düşmanlarımız biliyor; Alevî - Sünnî, Doğu - Batı ayırımcılığı diye yangınlar yandırıyorlar içimizde. Anadolu mucizesinde Alevî - Sünnî farkı var mıydı, doğulu - batılı ayırımcılığı yapılıyor muydu? Bin yılı akşın Türk – Müslüman tarihinde var mıydı bunlar?

Bu toprakların kutsal hikâyesi, ayrılıklardan nefret etmeyi emrediyor bize.

Anadolu insanı bir bedenin organları gibi bütündür. Kolun bacak ile kavgaya tutuştuğu görülmüş müdür? Bu ne denli anlamsız ise, Anadolu insanının birbiri ile çekişmesi de o denli anlamsızdır.

Ayrılıklar, nefretler inancın kaybolduğu gönüllerin dikenidir. İman dolu kalpler sevgiden yanadır. Hem de kendinden farklı düşünenleri bile hoş görüp kendi sevgi şemsiyesi altına alacak kadar içtendir.

Sanmayalım ki Anadolu mucizesinin doğduğu günlerde farklı düşünenler yoktu! Sanmayalım ki ayrı boylardan gelen soylar yoktu! Hepsi de vardı, vardı ama onların göğsündeki imân, sevgiden yana öyle zengindi ki; ayrılıklara yer kalmıyordu.

Biz bu kutsal Anadolu'nun tüm doğa güzelliklerini, zenginliklerini miras aldık da, sevgi kardeşlik ve imanını reddi miras mı edeceğiz?

Elbette hayır. Bu topraklarda yaşayan herkes sevgiden yana, birlikten yana son sözünü söylemelidir. Nifak ve ayrılık kimden, nerden gelirse gelsin yanlıştır; kutsal görünümde olsa bile.

İlâhî yazgı; Hazreti Hacı Bayram'ın kentinde yeni bir devletin kurulacağını murad etmişti. Bu devlet cumhuriyet olacaktı. Sonsuza dek yaşayacak olan cumhuriyetimizin temelindeki sırrı sezmek için tarih sayfalarını geriye doğru çevirmemiz gerekir.

Ancak o zaman cumhuriyetin gereğini takdir eder; birliğimizi, sevgimizi; cumhuriyetimizin içinde yaşatmaya mecbur olduğumuzu anlarız.

Buradaki sırrı anlamayanlar yanılgıya düşerler. Haçlı zihniyeti ölmemiştir. Çeşitli renkler altında Batı'dan ve Kuzey'den tehditlerini sürdürmektedir.

İlâhî yazgı mimarisinin hârika tecellisini iyi idrak ederek; gelecek yıllarda bu genç cumhuriyetimizi çok parlak günlerin beklediğini ve kaderin ona hazırladığı yeni hikmetlere doğru yüceleceğini anlarız.

Bu yüce milletin dünya tarihindeki görevi bitmemiştir henüz. Geleceğin tarih sahifeleri, Anadolu mucizesinde yeni rol alan Türkiye Cumhuriyeti'nin insanlık için ifa edeceği hizmetleri altın harflerle yazacaktır.

Türkistan'dan İstanbul'a kadar Anadolu mucizesinin sırlarının pek azını nakledebildiğimizi biliyorum. Ne var ki, küçültülmek, aşağılatılmak için her çareye başvurulan bu kutsal sırrımıza sahip çıkmanın küçük de olsa öncülüğünü yapmak istedim. Şüphesiz benden sonra gelenler onu daha derinlemesine inceleyip manalandıracaklardır.

Düşüncelerdeki farklılıklar yaratılışın bir hikmetidir. Gerçeğe yaklaştıkça bu fark silinir ve çokluk âleminden teklik âlemine pencere açılır. Kendimizinkinden farklı düşünceye sahip kişilerle karşılaştığımızda hemen öfkeye kapılıp ayrılık tohumları saçmayalım; Hazreti Mevlâna'ları, Yunus'ları, Hacı Bayram'ları, Hacı Bektaşi'leri, İbrahim Hakkı'ları düşünelim. Onlar ki mutlak gerçeği görüp bildikleri halde kimse ile ihtilâfa düşmediler. Tam tersine herkesi, her yaratığı sevdiler. Sevmeyi ve birlik olmayı öğrettiler.

Anadolu mucizesinin bir yani da bu tarz düşünebilme san'atıdır.

Ancak Ateist maske ile bakir zihinlere giren ve sonra toplumları yıkıp Marksist çatışmalar peşinde sürükleyen kasıtlı doktrinlere karşı çıkmak yine kendi insanımız adına kaçınılmaz bir görevdir. Kavgasız fakat bilinçli ve uyanık bir milli şuur ile tüm yabancı ideolojilere karşı koymalıyız. Bu şuur bize Anadolu efsanesinden gelen mesajdır.

Türkiye Cumhuriyeti'ni koruyarak tüm ayrılıklara, yıkıcı fesada sevgi ve imanla karşı koymak; yaşadığımız toprağın manevî yasasıdır. Onu çiğnemeye kimsenin gücü yetmeyecektir.

Alıntı ile Cevapla
Cevapla




Saat: 16:08


Telif Hakları vBulletin® v3.8.9 Copyright ©2000 - 2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
gaziantep escort bayan gaziantep escort
antalya haber sex hikayeleri aresbet giriş vegasslotguncel.com herabetguncel.com ikili opsiyon bahis vegasslotyeniadresi.com vegasslotadresi.com vegasslotcanli.com getirbett.com getirbetgir.com
ankara escort ankara escort ankara escort bayan escort ankara ankara escort çankaya escort ankara otele gelen escort eryaman escort adana escort eryaman escort kızılay escort çankaya escort kızılay escort ankara eskort

Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.0 PL2