#1
|
|||
|
|||
Osmanlı'nın Hoşgörüsü
Türk-Ermeni ilişkileri hakkında dönem dönem tırmandırılmaya çalışılan asılsız iddialar, Türk-İslam Birliği’nin meydana gelmesini ve Kuran ahlakının yaygınlaşmasını istemeyen belli kesimlerin zorlamalarla gündeme getirmeye çalıştığı iftiralardır. Tarih boyunca diğer tüm azınlıklar ve gayrimüslimler gibi Ermeniler de Osmanlı İmparatorluğu’nun bir tebası olarak her zaman hoşgörü, ibadet, inanç ve ticaret özgürlüğü içinde yaşamışlardır. Ermeniler iddia edildiği gibi bir soykırıma uğramamış, aksine devletin her kademesinde, her meslek grubunda önemli görevlere getirilmiş bir topluluktur.
“Ermeni Sorunu”, hemen herkesin medyada veya günlük hayatta sık sık karşılaştığı bir ifadedir ve bu ifadeyle, sözde 19. yüzyılın sonlarından itibaren gelişen bazı olaylar gündeme getirilmektedir. Gerçekte ise, yüzyıllar boyunca Türkler ile Ermeniler arasındaki ilişkiler dostluk, beraberlik, barış, yardımlaşma, hoşgörü, saygı, işbirliği, din, inanç ve ibadet özgürlüğü esasları çerçevesinde gelişmiştir. Ermeniler ve Türkler ilk defa 11. yüzyılda biraraya gelmiş, daha sonra ise asırlar boyunca örnek bir “birlikte yaşama modeli” sergilemişlerdir. Türklerin Ermenileri “millet-i sadıka” (güvenilir millet) şeklinde nitelendirmeleri, onlara duydukları güvenin bir göstergesidir. Tarihi kaynakların ortaya koyduğu gibi, Ermeni milletinin Altınçağı, Anadolu’da aynı topraklar üzerinde Türklerle yan yana yaşadıkları döneme rastlamaktadır. Ermeniler, Türklerin adil ve hoşgörülü yönetimi altında tarihlerinin hiçbir döneminde olmadığı kadar huzurlu ve refah içinde hayatlarını sürdürmüşlerdir. Türklerin gösterdiği yakın ilgi ve tanıdığı geniş imkanlar Ermeniler arasında şu şekilde ifade edilmiştir: “Türk’ün itimat ve teveccühünü bir kere dahi olsa kazanacak olursan, kafidir. O sana bütün varlığı ile bağlanır, çünkü takdir kudreti onda mevcuttur.” Bizans Zulmünden, Selçuklu Adaletine Sığınan Ermeni Topluluklar 11. yüzyılın başlarında, Ermeniler Doğu Anadolu ve Kafkasya’da azınlık bir halk olarak, Bizans zulmü altında yaşıyorlardı. Dönemin Bizans imparatorları Ermenilerin milli kimliklerini ortadan kaldırmaya çalışıyorlar; onları Ortodoksluğu kabul etmeye zorlamak için acımasız tedbirler alıyorlardı. Bu amaçla Ermenilerin kendi dinlerini yaşamaları engelleniyor, Ermeni din adamları hapsediliyor veya öldürülüyordu. Ağır vergileri ödeyemeyenlerin tüm gelir ve mal varlıkları gasp ediliyordu. Baskı politikasına direnenlerin köyleri yıkılıp yakılıyordu. Ermenilerin esaretten ve Bizans zulmünden kurtulması, Türkler sayesinde gerçekleşti. 1064’te büyük Türk Sultanı Alparslan’ın önderliğinde Selçuklu orduları, Bizans İmparatorluğu’nun stratejik bir kalesi olan Anı’yı fethettiler. Bu tarih, aynı zamanda Ermeniler ile Türklerin tanıştıkları, 19. yüzyılın sonlarına kadar devam edecek bir dostluk döneminin başlangıcı oldu. Yine bu tarih, bazı tarihçilerce ifade edildiği gibi, Ermenilerin altınçağının başlangıç noktası oldu. Ermeni tarihçi Asoghik, Ermenilerin Bizans’a karşı duydukları düşmanlık yüzünden, Türklerin Anadolu’ya gelişlerini memnuniyetle karşıladıklarını ve onlara yardım ettiklerini yazar. Urfalı Ermeni tarihçi Mateos ise, Urfa Türkler tarafından fethedildiğinde, Ermenilerin sevindiklerini ve bunu kutladıklarını belirtir. Ermeniler, Türklerin mal ve can güvenliğine dokunmadıklarını, kendilerine din ve vicdan hürriyeti verdiklerini, refah ve huzur içinde yaşamalarına imkan tanıdıklarını, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, köprüler, saraylar yaparak şehirlerini imar ve inşa ettiklerini açıkça gördüler. Anadolu ve Çukurova’da yaşayan Ermeniler, Türkleri tanıdıkça daha da çok sevdiler ve her gittikleri yerde onları adeta bir kurtarıcı gibi karşıladılar. Ermeniler En Refah Dönemlerini Türklerin Yanında Yaşamışlardır Bizans idaresi altında yaşarken siyasi, ekonomik ve dini yönden büyük baskı gören Ermeniler, Türklerin Anadolu’ya ayak basmasıyla birlikte rahat bir nefes aldılar. Türklerin adaletli yönetimi ve engin hoşgörüsünü fark ettiklerinde hemen onlara destek olmaya başladılar. Nitekim 1071 Malazgirt Savaşı’nda Bizans kuvvetlerindeki Ermenilerin savaş alanını terk etmeleri, Diogenes’i zor durumda bıraktı ve Türklerin savaşı kazanmasında önemli rol oynadı. Ermeniler ne kadar doğru hareket ettiklerini Türklerin Anadolu’yu fethetmelerinin ardından daha iyi anladılar. Alparslan ve Melikşah onlara topraklarını, haklarını ve özgürlüklerini iade etti. Tarihteki Ermeni-Türk yakınlığının temelleri Selçuklular döneminde atılmıştır denilebilir. Ermeni-Türk ilişkilerinin en parlak dönemi ise, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş ve yükseliş yıllarına rastlar. Ermeniler, Osmanlı Devleti’nin ilk kuruluş yıllarında bazı küçük devlet ve beyliklere bağlı bir şekilde hayatlarını devam ettirmişlerdir. Osmanlılarla ilk ilişkileri ise Osman Gazi döneminde başlamıştır. Osman Gazi 1324 yılında Bursa’yı merkez yaptıktan sonra, Kütahya’da yaşayan Ermenileri ve ruhani reislerini buraya nakletmiştir. Bu güçlü ilişki Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine kadar hiçbir kesintiye uğramadan devam etmiştir. Özellikle de Fatih Sultan Mehmet’in 1453 yılında İstanbul’u almasıyla başlayan dönem, Ermeniler için adeta bir altınçağ olmuştur. Fatih Sultan Mehmet’in Ermenilere Özgürlük Tanıyan Örnek Yönetimi Fatih Sultan Mehmet kendi talebi ile Ermenilerin Bursa’daki ruhani reisi Hovakim’i İstanbul’a getirtmiş, Rum Patrikliği’nin yanında, bir de Ermeni Patrikliği’ni 1461’de kurdurmuştur. Patrik, padişahın fermanıyla Ermeni cemaatinin lideri ilan edilmiş ve Ermeniler tamamen onun yönetimine bırakılmıştır. Bu dönemden sonra çeşitli ülkelerden İstanbul’a büyük bir Ermeni göçü yaşanmış, İstanbul’da güçlü bir Ermeni topluluğu oluşmuştur. Yavuz Sultan Selim’in Güney Kafkasya ve Doğu Anadolu’yu fethetmesiyle birlikte, buradaki Ermeniler de İstanbul’daki cemaatin bünyesine dahil olmuş, İstanbul Patrikliği’ne bağlanmışlardır. Osmanlı yönetimi boyunca Ermeniler dinsel, siyasal, ekonomik ve kültürel açıdan çok büyük bir özgürlük yaşamışlardır. Osmanlı Devleti’ne sadakatleri, güvenilir olmaları, iyi niyetli tavırları, Türk adetlerini benimsemeleri, hatta iyi Türkçe konuşmaları, Ermenilerin devlete ait resmi veya özel işlere atanmalarına sebep olmuştur. Ermenilerin Osmanlı yönetiminden memnuniyetleri, İstanbul Ermeni Patrikhanesi’nin 538. doğum günü kutlanırken de çeşitli şekillerde ifade edilmiştir. Türkiye Ermenilerinin 84. Patriği II. Mesrob bu törenler çerçevesinde 22 Mayıs 1999 tarihinde yapılan bir törende duygularını şu şekilde ifade etmişti: “… Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sekiz yıl sonra, 1461’de Batı Anadolu’daki Ermeni Piskoposluğu’nu çıkardığı bir fermanla İstanbul Patrikliği’ne dönüştürmesi Fatih’in ve Osmanlı Sultanlarının gelecek vizyonu ve diğer dinlere gösterdiği hoşgörünün çok açık bir örneğidir. Tarihte bir dine mensup bir hükümdarın başka bir dinin üyeleri için ruhani riyaset makamı tesis etmesi, ne Fatih’ten önce, ne de sonra görüldü… Yeni bir binyıla girerken dünyada yaşanan gerginlikleri, özellikle yakın çevremizdeki savaş ortamını göz önünde bulunduracak olursak, 538 yıl önce gerçekleşen bu olayın değerini, dinler ve kültürler arası hoşgörünün önemini, sanıyorum daha iyi kavrayabiliriz…” Bu büyük hoşgörü ve iyi niyet Fatih Sultan Mehmet’ten sonra da devam etmiştir. Diğer gayrimüslim toplulukların olduğu gibi, Ermenilerin de dini ve toplumsal işlerine kesinlikle karışılmamıştır. Ermeniler gerek yönetimde, gerek sanat alanında, gerekse ticari hayatta çok önemli bir yer edinmişler ve toplumun en müreffeh sınıflarından biri haline gelmişlerdir. Ermenilerin Osmanlı Topraklarındaki Vazifeleri Türkler, Ermeni cemaati için sadece dinsel alanda değil, sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik yönden de hızla gelişmenin kapılarını açtılar. Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman’ın girişimleri sonucunda İstanbul, Ermeniler için de bir merkez haline geldi. İran, Kafkasya, Anadolu, Balkanlar ve Kırım’dan binlerce Ermeni İstanbul’a akın etti. Bunlar İstanbul’un çeşitli semtlerine yerleştirildiler ve kendilerine sağlanan imkanlardan faydalandılar. Böylelikle Türklerin koruyucu kanatlarının altında, bir huzur ortamında yaşamaya başladılar. Osmanlı’da kasaba ve köylerde yaşayan Ermeniler çiftçilikle geçiniyorlar; şehirdekiler ise ticaret, kuyumculuk, mimarlık ve el ustalığı isteyen çeşitli işler yapıyorlardı. Çoğu bu işlerde başarılı oldular; çalışkanlıkları, sadakatleri ve üretkenlikleri ile yükseldiler. Kimileri zengin bankacılar ve tüccarlar, kimileriyse dünyaca tanınmış sanatçılar arasında yerlerini aldılar. Osmanlı Devleti’ne bağlı kalmaya özen gösterdiler ve kısa zamanda Türk milletiyle kaynaştılar. Özellikle 1800’lerden sonra devlet kademelerinde önemli mevkilerde görev aldılar; Osmanlı Devleti adına kaymakam, vali, müfettiş, paşa, elçi ve bakan olarak hizmet ettiler. Enver Ziya Karal’ın belirttiği gibi, kendilerine tanınan hak ve ayrıcalıkları başarıyla kullanarak hızla geliştiler, refaha kavuştular; ayrıca Osmanlı kültür, hayat tarzı ve yönetim biçimini benimseyerek Türklerin güvenine layık oldular ve “millet-i sadıka” (güvenilir millet) ünvanına hak kazandılar. 1835-1839 yılları arasında Osmanlı ordusunda görev alan ünlü Alman Generali Helmuth von Moltke de benzer bir yargıda bulunmaktadır: “Bu Ermenilere aslında Hıristiyan Türkler demek mümkün, bu hakim milletin adetlerinden, hatta lisanından o kadar çok şey almışlardır...” Ermenilere Tanınan İmtiyazlar Osmanlı yönetimindeki Ermenilerden istenilen, Devlet’e ve Padişah’a sadık kalmaları, kanunnamelere uymaları ve makul oranlardaki vergilerini ödemeleriydi. Ermeniler, diğer azınlıklar gibi, Müslümanlara dahi tanınmayan bazı özel imtiyazlara sahiptiler. (Örneğin, askerlikten ve gümrük vergisinden muaf tutulmak gibi…) Adet, gelenek ve göreneklerini devam ettirmelerine müdahale edilmez; dillerine, dinlerine ve hayat biçimlerine karışılmazdı. Dini, kültürel veya eğitimle ilgili faaliyetleri için vakıflar, kurumlar kurabilirlerdi. Patrikhane Ermenilerin dinsel ve sosyal işlerini yürütür, adli sorunlarını çözüme bağlar ve vergileri toplardı. Gerçek şu ki, Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki konumları, o tarihlerde Avrupa’nın diğer ülkelerinde yaşayan soydaşlarına kıyasla çok daha iyiydi. Üstelik, bu imkanlar Ermeni toplumuna, henüz onlarla hiçbir devlet ilgilenmezken, ortada Ermeni Sorunu diye bir konu yokken Babıali tarafından kendiliğinden verilmişti. 19. yüzyıl İngilteresi Dış İşleri Bakanlarından Lord Granville, Ermenilerin özgün kimliklerini Türkler sayesinde koruduklarını şu sözlerle ifade etmiştir: “Ermeniler Türklere, dinlerini ve kültürlerini idame ettirmiş olmayı borçludurlar.” Ermenilerin Osmanlı Topraklarında Yaşadığı Huzurun Kaynağı İslam Ahlakıdır Şüphesiz bu gerçekler, tarih boyunca Osmanlı yönetiminde hakim olan İslam ahlakının bir sonucudur. Bundan 1400 yıl önce Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) aracılığıyla insanlara bir rahmet olarak gönderilen Yüce Kuran’da, tüm insanların, rengi, ırkı, dili ne olursa olsun eşit olduğu bildirilmiştir. İslam dininin gerektirdiği adalet, hoşgörü, merhamet, şefkat gibi tüm üstün ahlak özelliklerini yerine getiren Müslüman Türkler, bu doğrultuda Ermeniler de dahil olmak üzere yönetimleri altında bulunan tüm azınlıklara hangi dine mensup olurlarsa olsunlar adil bir yaklaşımda bulunmuşlardır. Osmanlı’nın tüm dünyaya nam salan ve günümüzde dahi örnek gösterilen bu yönetim anlayışının kaynağı olan üstün ahlak Kuran’da şöyle bildirilmiştir: “Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.” (Maide Suresi, 8) Görülmektedir ki; tüm tarihi kaynaklar son günlerde tırmandırılmaya çalışılan asılsız iddiaları yani, Türklerin Ermenilere kötü davrandıkları iddiasını kesinlikle yalanlamaktadır. Sadece ülkemiz arşivlerinden değil, farklı ülkelerin farklı kaynaklarından edinilen tüm belgelerin açıkça ortaya koyduğu gerçek şudur: Türkler ile Ermeniler beraber yaşadıkları her dönemde, hoşgörü, barış, saygı, iş birliği, yardımlaşma, din, inanç ve ibadet özgürlüğü esaslarına dayalı iyi ilişkilere sahip olmuşlardır, yani geçmişte herhangi bir şekilde yaşanmış bir “Ermeni Sorunu” mevcut değildir. Bunlar 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi, Türk-İslam Birliği’nin meydana gelmesini ve bu vesile ile Kuran ahlakının yaygınlaşmasını istemeyen belli kesimlerin zorlamalarla gündeme getirmeye çalıştığı asılsız iddialardır. Kısa Kısa…
|