#1
|
|||
|
|||
Türkiye'de Hukuk Öğretimi
Hukuk öğretimi tartışılmaz önemi dolayısıyla çok eski tarihlerden beri hep gündemde kalmıştır. Çünkü nerede toplum varsa orada hukuk vardır (ubi societas ibi jus). XIX. yüzyıl başlarında gündeme gelen kanunlaştırma hareketleri XX. yüzyıl sonlarına doğru yani ikiyüz yıl geçtikten sonra yeniden gündemde yerini almıştır. Örgütlenmiş her toplumun etnik sosyo-ekonomik ve siyasal tarih sürecinin belirlediği yapısı gereği hukuka ihtiyacı vardır. Bununla birlikte unutmamak gerekir ki hukukun pek çok temel ilkesi kavramı ve kuralı yapısal ve tarihsel özelliklerini aşmakta ve çeşitli toplumlar bakımından ortak özelliği olan hukuki değerler ortaya çıkmaktadır. Çağımızda hukuk konusunda hukuk öğrenimi konusunda bir görüş birliğinin yavaş yavaş oluşmakta olduğu da söylenebilir.
Hukuk öğreniminin amacı hukuk teknisyeni yetiştirmek değildir. Hukuk kurallarının gelişiminin hukuk öğrenimi sürecinde ele alınması hukukun tarihle sosyolojiyle ve ekonomi ile olan bağlılığının belirlenmesi de önemlidir. Bu şekilde hukukun gelecekteki yapısı ve şekli belirlenebilecektir. Osmanlı Devleti’nde hukukçular medreselerde yetiştiriliyorlardı. Medreselerde hukuk tıp ve matematik konuları dinsel bilgilerin bir parçası olarak öğretiliyordu. Taşrada hukuk öğrenimi gören öğrenciler bir staj dönemi ve sınavından sonra adalet sisteminin en alt görevi olan naip ünvanını kazanıyorlardı. Naipler kadı vekili olarak çalışır kadının görevini yapamadığı hallerde onu temsil ederek hüküm verir veya uzak yerlere kadı adına giderek adalet dağıtırlardı. Fatih Sultan Mehmet döneminde iki kademeli Sahn Medreselerini bitirenler kadı ünvanını kazanıyorlardı. Kanuni Sultan döneminde üç kademeli Süleymaniye Medresesini bitirdikten sonra en üst kurum olan Dar-ül-hadis bölümünü tamamlayanlar müderris oluyorlardı. Süleymaniye medreselerinde müderrislik yapma hakkını kazananlar molla (hukuk hocası) sayılıyorlardı. Müderrislik görevinden ayrılmak isteyenler önemli şehirlerde kadılık yaparlardı. Kadılığın en önemli olanı İstanbul kadılığı idi. Bu makamdan Kazaskerliğe ve Şeyhülislamlığa gelinebilirdi. Kadılara islam hukuku kuralları yanında bazı örf kuralları da öğretilirdi. Ülkemizde Tanzimat döneminde 1854 yılında kadı yetiştirmek için bir okul açılmış ve medrese sisteminden vazgeçilmiştir. 1908 ve 1909 yıllarında açılan hukuk okullarında yalnızca islâm hukuku okutuluyordu. XIX. yüzyılda ülkemizde Fransız kanunlarından iktibaslar yapılmaya başlandı. Bu arada Fransa’dan iktibas edilen kanunları uygulamak üzere Nizamiye Mahkemeleri kuruldu. 1874 yılında modern manada ilk hukuk mektebi İstanbul’da açılmıştır. Bu mektebde okutulan dersler fıkıh mecelle genel hukuk (hukuku umumiye) devletin kanunları ve nizamları Roma hukuku ticaret hukuku usul hukuku ceza hukuku deniz hukuku ve devletler hukuku idi. 1878 yılında mektebi hukuki sultani kapatılmış ve mektebi hukuk adıyla bugünkü İstanbul Hukuk Fakültesi’nin temeli atılmıştır. Bununla birlikte kız öğrencilere hukuk mektebinde öğrenim görme hakkı tanınmamıştır. Ankara’da 1925 yılında Ankara Hukuk Mektebi (Ankara Hukuk Fakültesi) açıldı. Bu hukuk okulu laik öğretim yapmak amacıyla kurulmuştu. Mustafa Kemal Atatürk eski hukuku kökünden bertaraf etmek amacını taşıdığını ve bu teşebbüste duyduğu mutluluğu başka hiçbir girişimde yaşamadığını 1925 yılında açıklamıştı. Ankara Hukuk Mektebi ilk mezunlarını 1928 yılında vermiştir. Bu okulda erkek ve kadın öğrenciler bir arada eğitim görüyordu. 1940 yılında 3 yıl olan hukuk öğrenimi süresi 4 yıla çıkarılmıştır. Cumhuriyetin 1923 yılında kuruluşundan sonra kurulması düşünülen ilk yüksek öğretim kurumunun hukuk fakültesi olması tesadüfi değildir. Yeni bir toplumu yeni bir hukuk düzeni ile oluşturmak amacı dikkatle gözönünde bulundurulmuştur. Günümüzde hukuk fakülteleri ders programlarında yenileşmeyi ve modernleşmeyi sağlamak üzere seçimlik ders sayısını çoğaltmak eğilimi dikkati çekmektedir. Hem Avrupa’da hem Amerika’da hukuk fakültelerinde seçimlik derslere giderek önem ve ağırlık verilmektedir. Avrupa hukuku sanat tarihi sosyal antropoloji kadın hukuku petrol hukuku uzay hukuku siyaset sosyolojisi banka hukuku patent hukuku uluslararası bilgisayar hukuku vb. derslerin seçimlik ders programına dahil edilmesi önerilmektedir. Ancak zorunlu derslerin öğrenim programında ağırlık taşıması da bir gereklilik olarak vurgulanmaktadır. Dolayısıyla seçimlik derslerin program içindeki yerinin % 20 veya % 30 olması üzerinde durulmaktadır. Hukuk fakültelerinin kamu hukuku ve özel hukuk adıyla iki ayrı bölümde iki farklı diploma vermesi de tartışılmıştır. Ancak bunun yarardan çok zarara neden olacağı söylenebilir. Tek tip diploma hukuk öğreniminin amacına daha uygun düşmektedir. Öğrenci harçları üzerinde durulurken hem devletin hem de yerel yönetimlerin burs programlarını geliştirmelerinin ve yaygınlaştırılmalarının yararlı sonuçlar doğuracağı üzerinde durulmaktadır. Lisans üstü master ve doktora çalışmalarına önem verilmesi bir zorunluluk olarak kendisini göstermektedir. Günümüzde hukuk eğitimi diplomasının master ve doktora diplomaları ve dereceleri ile desteklenmesinin bir zorunluluk haline geldiği dikkati çekmektedir. Çünkü gelişen ve farklılaşan toplum düzeninde yalnızca hukuk lisansı diplomasının yeterli olmadığı anlaşılmış bulunmaktadır. Günümüzde başka ülkelerde olduğu gibi ayrıcalıklı özel üniversitelerin klasik üniversiteler zararına geliştiği dikkatleri çekmektedir. Klasik üniversite sisteminde fakültelere bu arada hukuk fakültelerine tüzel kişilik tanınmasının hukuk öğreniminin gelişmesi ve kalitesinin yükseltilmesi bakımından yararlı olacağı görülmektedir. Türkiye’nin deneyimlerinin bu doğrultuyu gösterdiği söylenebilir. Küreselleşen dünyada yabancı bilim adamlarının hukuk fakültelerinde ders vermelerinin sağlanması da hukuk öğretimini zenginleştirici bir faktör olarak değerlendirilmektedir. Ülkemizde hukuk öğrenimini en olumsuz şekilde etkileyen bir faktör sık sık çıkarılan öğrenci affı ile ilgili yasalardır. Bu tür yasaların normal durumdaki öğrenciyi olumsuz etkilediği ve öğretimin kalitesini düşürdüğü söylenebilir. Araştırma görevliliğinin başka bir deyimle asistanlığın çekici hale getirilmesinin bir zorunluluk haline geldiği dikkati çekmektedir. Çünkü öğretim üyesi olması öngörülen en iyi öğrenciler artık araştırma görevliliğini tercih etmemektedirler. Öğretim üyesinin anlatması ve öğrencinin dinlemesi temeline dayalı monolog yönteminin yerine öğretim üyesi ile öğrenci arasında diyalog kurulmasını öngören aktif bir metodun kullanılması artık zorunluluk haline gelmiştir. Ancak bu konuda başlangıcın orta öğretimde olması bir zorunluluktur. Hukuk öğrencilerine öğrenimin ilk yıllarında psikoloji felsefe sosyoloji mantık siyaset teorisi gibi derslerin verilmesinin yararlı olacağı da unutulmamak gerekir. Yorum tekniğinin ve yorum metodlarının örnekler kullanılarak açıklanması ve öğrencinin bu alanda bilgilendirilmesi gereklilik kazanmıştır. Çünkü hukuk kuralının yorumu yalnızca hukuk bilgisini değil aynı zamanda geniş bir sosyal bilgiyi hayat bilgisini de gerektirmektedir. Bütün hukuk fakültelerinde aynı ders programının uygulanmasının zorunlu olmadığı söylenebilir. Farklı programlar hukuk öğrenimine zenginlik ve çeşitlilik kazandırabilir. Bu arada Ankara Hukuk Fakültesinde daha önce zorunlu olarak okutulan fakat İstanbul Üniversitesi programında bulunmayan siyasi tarih dersinin gene zorunlu hale getirilmesi düşünülebilir. Bir hukuk fakültesinden başka bir hukuk fakültesine yatay geçiş yapan öğrenci kayıt olduğu yeni fakültede okumadığı derslerin fark sınavlarını verebilir. Böyle bir uygulamanın da kendine özgü yararları olduğu söylenebilir. Hukuk öğreniminin süresinin uzatılmasının gerekli olup olmadığı üzerinde de durulabilir. Bazı hukuk öğreticileri öğrenim süresinin 5 yıla çıkarılmasının uygun olacağı görüşündedirler. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde de fakülteyi 4 yıllık yasal süre içinde bitirenlerin çok fazla olmadığı söylenebilir. Ancak bu konuda doyurucu bir sonuca ulaşmak için kapsamlı çalışmalar ve anketler yapılması da gerekmektedir. Yabancı Hukuk fakülteleri öğretim üyelerinin fakülteye davet edilerek dersler ve konferanslar vermelerinin yararları üzerinde de durulabilir. Bu tür bir uygulama hukuk öğretimini zenginleştireceği gibi öğrencinin önünde yeni ufuklar açılmasında da yarar sağlayabilir. Çünkü misafir öğretim üyeleri farklı görüşlerin ve düşüncelerin savunmasını yaparak hukukçunun hayat ufkunu genişletebilirler. Öğrencilerin sanatsal kültürel ve sportif faaliyetlerinin yoğunlaştırılmasında da yarar vardır. Bunun yanında öğrenci etkinlikleri arasında gezilerin önemli bir yer tuttuğu öğrencilerin öğretim üyeleri ile birlikte katılacakları gezilerde öğrenci-öğretim üyesi diyaloğunun güçleneceği söylenebilir. Tek taraflı anlatıma dayanan sistemin öğrenciye çalışma araştırma inceleme zevki ve olanağı vermediği ve bu sistemde öğretimin yaratıcı bir özellik taşımadığı da gözönünde tutulmalıdır. Hukuk öğreniminin temel işlevlerinden birisi öğrenciye bildiğinden kuşku duyma eleştirme bildiğini başkalarının bilgisi ile karşılaştırma yollarını öğretmek olduğu gözönünde bulundurulmalıdır. Bu arada öğrenciye özet yapma eleştirme ve tartışma alışkanlıklarının verilmesinin hukuk hayatı bakımından önemli yararlar sağlayacağı belirtilebilir. Türkiye’de hukuk öğrencilerinin hatta fakülteden mezun olan hukukçuların sözlük kullanma alışkanlığına sahip olmadıkları bunun da hukuk öğretimi bakımından sakıncalar yarattığı bilinmektedir. Öğrencinin sözlükten yararlanma alışkanlığını edinmesi hem dava dilekçelerinin hem mahkeme kararlarının daha iyi yazılmasını sağlayan bir faktör niteliğini taşımaktadır. Merak kuşku ve tartışma alışkanlıklarını hukukçunun öğrencilik yıllarında kazanmasının faydaları açıktır. Ancak hukuk eğitimi ile ilgili temel sorunun küçük sınıf sistemi olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Hukuk öğrencisinin iyi yetişmesi mesleğini iyi yapabilmesi için özellikle büyük merkezlerdeki sanat kültür tiyatro ve konferans faaliyetlerini izlemesinin teşvik edilmesi büyük önem taşımaktadır. İyi hukukçu olabilmek için geniş bir kültürün çok okumanın gerektiği de gözönünde bulundurulmalıdır. Fakülte hukuk kitaplıklarının yeni kitaplarla zenginleştirilmesinin de bir gerçeklik olduğu unutulmamalıdır. Yeni kitaplar yeni bilgileri yeni tartışma konularını öğrencinin önüne getirmekte ve uyguladığı hukuku sorgulamasında yardımcı olacaktır. Hukuk mesleğinde konuşmanın da önemli bir yere sahip olduğu oysa çok sayıda öğrenciye eğitim veren klasik hukuk fakültelerinde öğrencinin hiç sözlü sınava girmeden fakülteyi bitirdiği bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Hukukçunun kendi mesleğini yapmaya başlamadan önce bir kısım sözlü sınavlardan geçmesinin de meslekteki başarısı bakımından önemli olduğu söylenebilir. Öğrenciye devlet kavramı ile ilgili bilgi verilmemesi de bazı eleştirilere neden olmaktadır. Hukukun yalnızca hukuk kurallarından oluşmadığı hukuku meydana getiren ve uygulayan devlet kavramının da özellikle ilk yıl öğrencileri için büyük önem taşıdığı şüphenin dışındadır. Öğrenci sayısının çokluğu nedeniyle özellikle klasik üniversitelerde test sisteminin uygulanmasının da bazı zararları olduğu dikkati çekmektedir. Test sistemi özünde hukuk öğrencisinin bilgi düzeyini denetlemek bakımından yetersiz ve elverişsizdir. Dolayısıyla sınavlarda bütün zorluklarına rağmen test sisteminin değil klasik sistemin yararlı olduğu unutulmamalıdır. Öğretim üyelerinin tam gün çalışmalarının gerekli olup olmadığı da hukuk öğretimi bakımından önem taşımaktadır. Bu konuda birbirinden farklı üç ayrı görüş savunulabilir. Birinci görüşe göre öğretim üyesinin tam gün çalışması yani bütün çalışmasını üniversiteye hasretmesi zorunludur. Çünkü bilimsel faaliyetin tam gün çalışma sistemi dışında bir yöntemle verimli şekilde yürütülmesi mümkün değildir. Üniversite dışındaki serbest meslek faaliyeti öğretim üyesinin bilimsel çalışmaya gereken zamanın ayırmasını engellemektedir. İkinci görüşe göre öğretim üyesinin üniversite dışında serbest meslek faaliyetinde bulunmasına müsaade edilmesi gerekir. Bu yaklaşıma göre hukuk uygulamasından kopmuş olan bir öğretim üyesinin iyi hukukçu olması mümkün değildir. Çünkü hukukçu mesleğinin gereğini ancak hayat gerçekliği içinde yerine getirebilir. Ancak bu yaklaşıma göre de öğretim üyesinin fakülte içi çalışma ile fakülte dışı çalışma arasında bir denge kurması gerekir. Üçüncü yaklaşıma göre öğretim üyesine dışarıda serbest meslek faaliyeti icra etme yetkisinin verilmesi sakıncalıdır. Bununla birlikte öğretim üyesinin fildişi kulede oturmasını ve hayattan uzak kalmasını önlemek için teori ile pratiği birleştirebilecek başka bir yöntem üzerinde durulabilir. Bu yönteme göre hukuk fakültesi öğretim üyelerine Yargıtay ve Danıştay gibi yüksek mahkemelerde çalışma imkanı verilmelidir. Bu amacı gerçekleştirmek için de Anayasa ve Kanunlarda gerekli değişikliklerin yapılması üzerinde durulabilir. Öğretim üyesinin yüksek yargı organlarında belirli sürelerle çalışması hem öğretim üyesinin hayattan kopmasını önleyecek hem de yüksek yargı organlarının öğretim üyesinin bilgisinden yararlanmasına olanak verecektir. Genel anlamda eğitimin ve hukuk eğitiminin temeli olarak laiklik ilkesinin büyük önem taşıdığı unutulmamalıdır. Türkiye’de laiklik Amerika Birleşik Devletleri’nde görülen sekülarizmden (secularism) farklıdır. Cumhuriyetin kuruluşunda Amerikan sekülarizmi değil Fransız laisizmi temel alınmıştır. Sekülarizm dini siyasi baskılar veya iktisadi nedenlerle Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eden insanların benimsediği dünyevileşme olarak anlaşılması gereken bir ilkedir. Amerikan sekülarizminin Fransız laizmi ile karıştırılmaması gerekir. Amerika’ya göç eden insanlar feodalizmi ve din savaşlarının sorunlarını yaşamamışlardır. Bu nedenle sekülarizm ve laisizmi iki ayrı kavram olarak değerlendirilmek gerekir. Ülkemizde Cumhuriyet kurulurken ve milli egemenlik ilkesi yeni devletin temeli olarak kabul edilirken Fransız modeli gözönünde bulundurulmuştur. Gene unutmamak gerekir ki Türkiye Avrupa’da görülen dinde reform sürecini yaşamamıştır. Dini inanç farklılıklarının bir engel olmaktan çıkmasında ve vatandaşlar arasındaki ayrımcılığın reddedilmesinde laiklik ilkesinin hayati önem taşıdığı unutulmamalıdır. Türkiye’de devlet laik niteliğini koruduğu sürece hukuk da laik olarak varlığını sürdürür. Eğer devlet laik olmazsa hukuk düzeni de laik olamaz. 1928 yılından itibaren uygulanan 1937 yılında Anayasaya giren laiklik ilkesi sadece devletin ve hukukun değil aynı zamanda hukuk eğitiminin de temeli olmak özelliğini sürdürmektedir ve sürdürmesi de gerekmektedir. Laiklik ilkesi dinin devlete müdahale etmemesini fakat devletin dini hayatla ilgili düzenlemeler yapabilme yetkisine sahip olmasını öngörür. |