Seversintabi.com Türkiye'nin En Büyük Forumu Bence Seversin Tabi
 

Go Back   Seversintabi.com Türkiye'nin En Büyük Forumu Bence Seversin Tabi > Genel Kültür > İslam Dünyası
Yardım Topluluk Takvim Bugünki Mesajlar Arama

gaziantep escort gaziantep escort
youtube beğeni hilesi
Cevapla

 

LinkBack Seçenekler Stil
  #1  
Alt 30 July 2008, 09:40
Banned
 
Kayıt Tarihi: 29 July 2008
Mesajlar: 0
Konular:
Aldığı Beğeni: 0 xx
Beğendiği Mesajlar: 0 xx
Standart hakikat



ben size bir soru öğrenmek istediğim bir konu hakkında yardım almak amaclı bir soru

daha doğrusu sormak istiyorum ve bu güne kadar cok insana sorduğum bu soruda

tatmin edici yada olumlu bir cevap aldığımı sanmıyorum sizden ricam fikirlerinizi bana

iletmenizdir rica ediyorum tabiki..sor su.. insanın hakikatı nedir?* şimdiden sevgi ve

saygılarımı sunuyorum ve bekliyorum.. lütfen
Alıntı ile Cevapla
  #2  
Alt 22 September 2008, 15:05
Eflatun
 
Kayıt Tarihi: 8 September 2008
Mesajlar: 47
Konular:
Aldığı Beğeni: 0 xx
Beğendiği Mesajlar: 0 xx
Standart Cevap: hakikat

Soruyu tam olarak sorarsanız bizde size net bir cevap verebiliriz belki insanın hakikati derken ?
Alıntı ile Cevapla
  #3  
Alt 22 September 2008, 19:22
Banned
 
Kayıt Tarihi: 29 July 2008
Mesajlar: 0
Konular:
Aldığı Beğeni: 0 xx
Beğendiği Mesajlar: 0 xx
Standart Cevap: hakikat

( eflatun ) sayıne ... gönlü güzel bir insan oldugunuz hissediliyor bu arada ilginiz için cok tesekür ediyorum.. ben bu bu soruyu soralı cok olmustu ve inanın buldum cevabını ve memnun kaldım son olarak benim sorum gayet acık ve netti hakikat! tekrar tesekürediyorum gorusmek üzere hoscakalın allah'a emanetsiniz efendim.
Alıntı ile Cevapla
  #4  
Alt 23 September 2008, 10:53
Banned
 
Kayıt Tarihi: 29 July 2008
Mesajlar: 0
Konular:
Aldığı Beğeni: 0 xx
Beğendiği Mesajlar: 0 xx
Arrow insanın hakikatı

İnsanın hakikatini açıklamaya teşebbüs edenler, genelde Ahzâb Suresinin 72. ayetine müracaat ederler. Orada şöyle söyleniyor: "Biz emaneti göklere, yer ve dağlara arz ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Bundan endişe ettiler. O emaneti insan yüklendi. Çünkü o, nefsinde zulümkâr ve çok cahildir."1
Bu ayeti kerimede vurgu emanet kelimesinin üzerindedir. Öyleyse emanet nedir? Bunu, can, ilim, iman veya akıl kavramlarından birine atıfta bulunarak açıklamaya teşebbüs edenler olmuştur. Bunların her birinde, aslında, hakikatten bir pay varbulunmaktadır. İnsanın gök, yer ve dağa göre özelliği can sahibi, yani diri olmasıdır. Ancak bu özellik, yani can sahibi olma, yani diri bulunma özelliği hayvanda da bulunmaktadır. O da hayat sahibidir. Ancak hayvan da, emaneti yüklenmekten kaçındığına göre, bir başına can sahibi (zihayat) olmak, emanet kavramını can olgusuyla izahta yeterli görünmemektedir.
Öyleyse, insanın özelliğini onun ilim sahibi olması keyfiyeti ile açıklayabilir miyiz? Bu da mümkündür. Ancak ilim sahibi olabilme, insanın başka bir özelliği ile bağlantılıdır. İnsan ancak akıl dolayımından geçerek ilim sahibi olabilir. Bu demektir ki, insan akıl sahibi olmasa, ilim sahibi de olamaz. Öyleyse, insanı, onun ilim sahibi olması keyfiyeti ile de açıklayamıyoruz demektir. Çünkü ilim, akıl dolayımından geçerek varlık bulabilir; ilim, akla bağımlı bir fenomendir, istiklali yoktur.
Bundan sonra, iman kavramına müracaat ederek kendimizi yoklayabiliriz. İnsanın, öteki canlılara göre mümeyyiz niteliğinin gerçekten de onun imanı olduğunu söylemek yanıltıcı değildir. Ancak biliyoruz ki, iman sahibi olmak, akıl sahibi olma ön şartını icap ettirir. Son tahlilde, iman da, akıldan mücerret olarak varlık bulmaz; dolayısıyla o da akılla bağımlıdır.
Böylece, son durakta, insanı insan yapan temel özelliğin, o olmadan bir canlıya insan denemeyecek olan özelliğin, onun sahip bulunduğu akıl olduğunu söylüyoruz. İnsana bağlı türlü çeşitli özelliklerin her birinin nihai kaynağı akıl noktasında buluşuyor.
Öyleyse akıl nedir? Yani Cenab-ı Allah’ın emanet olarak göğe, yere ve dağlara arz edip de, onların yüklenmekten kaçındığı "yük" söz konusu emaneti kabul etmek, karşılığında bir yükümlülüğü yüklenme gereğini de sonuçluyor. O emanetin karşılığında bir yükümlülük olmayaydı, gök, yer ve dağ niçin onu kabul etmekten kaçınaydı ki? Nitekim yukarıya aldığımız ayet-i kerimenin devamı olan 73. ayetin beyanı şöyle: "Allah bunu, erkek ve kadın münafıklarla erkek ve kadın müşrikleri azaplandırmak; erkek müminlerle kadın müminleri de af ve mağfiret eylemek için yaptı. Allah gafurdur, rahimdir."2
72. ayette, insanın, "nefsinde zulümkâr ve çok cahil" olduğu belirtiliyor. Bu sıfatlar, insan türüne mahsus bir özellik olmakla birlikte, bu özelliklerin münferiden her insana mahsus olmadığı açıktır. Bunu, devam eden ayetten anlıyoruz. Çünkü orada (Ahzab: 73) müşriklerin cezalandırılacağından, müminlerinse bağışlanacağından bahsediliyor. Ceza ve ödülse, ancak insanın ameli karşılığında takdir edilir. Yani, Allah kimseyi durduk yerde ne cezalandırır, ne ödüllendirir. Ceza ve ödül, yani karşılık, işlenen amelin bedeli olarak takdir edilir. Adil olan ve Allah’ın sıfatına uygun düşen cezalandırma ve ödüllendirme de bunun doğal sonucu olarak ortaya çıkıyor.
İmdi, akıl bahsine devam edersek… Nedir akıl? Onu, metafizik açıklamalarını bir yana bırakarak ele aldığımızda, ona salt akıl olarak baktığımızda, onu başka her türlü rûhî oluşumdan tefrik eden özelliğin "temyiz gücü" olarak karşımıza çıktığını görürüz. Temyiz gücü, yani bir şeyi başka bir şeyden ayırma melekesi: İyiyi kötüden, güzeli çirkinden, doğruyu yanlıştan ayırma melekesi... İşte, akıl dediğimiz ruhi gerçeklik, insana böyle bir kudret bahşediyor. İnsan, aklı sayesinde, şimdi değindiğimiz iyi, güzel, doğru olan şeyleri, bunların karşısında duran; kötü, çirkin, yanlış şeylerden tefrik ve temyiz ediyor.
Ancak iyiyi, güzeli, doğruyu; kötüden, çirkinden, yanlıştan tefrik etmek için elimizde bir kıstasımız bulunmak gerekiyor. İnsan, bu kıstası, kendi keyfine göre belirleyemez. Bu kıstas ona vahiyle bildiriliyor. Vahiyle bildirilen ölçülere de şeriat diyoruz. Böylece yanlışla doğruyu birbirinden ayıran ölçüyü elde ettikten sonra, bu husustaki irademizi (kararımızı) hayata geçirmemiz beklenir, yani, soyut olarak yanlışı doğrudan tefrik etmek yeterli değildir. Onun hayata geçirilmesi gerekiyor. Başka bir söyleyişle, insan, seçiminin sonucuna göre hareket etmek zorundadır. İyiyi kötüden ayırdıktan sonra, iyiden veya kötüden yana bir tavır alması gerekmiyorsa, zaten böyle bir tefrik ve temyiz etmenin ve bizi tefrik ve temyiz etmeye yönelten melekenin (aklın) de bir anlamını bulmamız muhal olur. İşte, insanı, iyi ve kötü, güzel ve çirkin, doğru ve yanlış arasında bir seçim yaptıktan sonra seçtiği yolda amel işlemeye götüren bir başka rûhî melekemiz varbulunmaktadır. O melekenin adı iradedir. İnsan, iyi ile kötü arasında bir ayrım yaptıktan sonra bu ayrımının gereğini yerine getirmekten muaf tutulsaydı, dince öngörülen diğer bütün kavramların (cennet, cehennem, ceza, ödül.. her şey) anlamsız, içi boş fantezilerden ibaret kalırdı. Her şey abese irca olurdu. Ve zaten, göğü, yeri ve dağları, kendilerine teklif edilen emaneti kabulden kaçınmaya sevk eden temel nedenin de, onun arkasından gelecek olan bu yükümlülük olayıdır.
Teklif, akıl sahibine yöneltiliyor. Akıl sahibi olmayana teklif de yok! Teklif burada insan için öngörülen şeriattır, yani onun, içinde yaşadığımız dünyada uyması gereken kurallar manzumesi... Cemad, nebat, hayvan, melek gibi yaratılmışların hiçbiri teklife muhatap değildir. Yalnız ve ancak insan teklife muhataptır ve onun sınanmasının hikmeti, tam da bu noktada aranmalıdır. İnsanın, öteki yaratılmışlar karşısında üstün ve şerefli bir makam sahibi olmasının sebebi de, gene, işte tam bu noktada ortaya çıkıyor. Çünkü o, başka hiçbir yaratılmışın yüklenmeye cesaret edemediği bir yükü üstleniyor ve onun sonuçlarına katlanmayı da göze alıyor. Bu durum, insanın zalim ve cahil yanını ortaya çıkartırken, gene bu aynı durum onun üstün ve şerefli yanını da başat hale getiriyor. Nitekim, İsra Suresi’nin 70. ayetinde, insanın üstünlüğü şöyle vurgulanıyor: "Biz, hakikaten Ademoğullarını bir izzet ve şerefe mazhar kıldık. Onları karada ve denizde, vasıtalara bindirdik. Ve onları iyi ve helal şeylerden rızıklandırdık. Onları yarattıklarımızın birçoklarından üstün kıldık."3
İnsan, öteki yaratılmışlar gibi, bir şeyi seçmeye zorlanmıyor. Ona seçme hususunda bir yetki ve bir yetke (irade) veriliyor. Öteki yaratılmışlar, cemat, nebat, hayvan veya melek hangi hal üzere yaratılmışlarsa, zorunlu olarak o hal üzere kalırlar. Onların seçme melekesi yoktur. Onların seçme melekesi olmadığı için, aslında hayır ve şer arasında bir seçme teklifinden başka bir şey olmayan şeriat hususunda sınanmaya da muhatap kılınmamışlardır. Biz, biliyoruz ki, şeriatın, insana teklif ettiği yükümlülükler, insan nefsine ağır gelir. İşte bu yüzdendir ki, bu ağır yükümlülüğün üstesinden gelmek de ödül ile karşılık görmüştür. Ve insan, yapabilecekken yapmadığı veya yapmayabilecekken yaptığı (ki bu fiillerin neler olduğu şer’an bellidir) ameller muvacehesinde sorgulanır. Öteki hiçbir yaratılmış için bu nitelikte bir sorgulama söz konusu değildir.
Özetle tekrarlarsak, insanın hakikati için şu belirlemeleri öngördüğümüzü söyleyebiliriz:
1. İnsan akıl sahibidir, yani temyiz gücüne sahiptir,
2. Temyiz gücüne (melekesine) sahip olması dolayısıyla onda irade etme, yani seçme yeteneği vardır,
3. Seçme yeteneği varbulunduğu için o, şeriat (hukuk kuralları) teklifine mazhar olmuştur,
4. Şeriata muhatap kılınması, onun akıllı, mümeyyiz ve irade sahibi olmasının toplu sonucu olarak, yapıp ettiklerinden sorumlu kılınmasını sonuçlamıştır,
5. Bu sonuç da, onun sorgulanması gereğini hâsıl etmiştir.
6. İnsan için öngörülen bu hususların hiçbiri öteki yaratılmışların hiçbiri için söz konusu değildir. Ve insanın hakikati ve öteki yaratılmışlara üstünlüğü, belirttiğimiz noktada tecelli eder. İnsan, kendine teklif edilen şeriatın gereğini hakkıyla yerine getirdiğinde melekten üstün bir makama yükselir, onun gereğini yerine getirmekten kaçındığında da hayvandan aşağı (belhum adal) bir derekeye düşer.
Alıntı ile Cevapla
  #5  
Alt 23 September 2008, 11:05
Banned
 
Kayıt Tarihi: 29 July 2008
Mesajlar: 0
Konular:
Aldığı Beğeni: 0 xx
Beğendiği Mesajlar: 0 xx
Arrow Hakİkat Nedİr?

Yaratışın orijinal saflığında insan iyinin ve kötünün ötesinde yaşamıştı. Başka bir ifadeyle takdis edilmiş bir ayrılık içinde doğru ve yanlışın, iyi ve kötünün, hak ile zulümün (ayrı oluşlarının) bilinçsizliğinde yaşamıştı. Sekülerleşmiş insan, bugün için böyle bir vatandan son derece uzakta yaşamaktadır. Onun için doğru, iyi ve hak, başlangıçtakinin tam tersine acele problemler ve yakıcı sorunlar olarak sürekli önündedir. Doğrunun bir yalan olmamasını, iyinin kötüye dönüşmemesini, zulmün adaletin yerine ikame edilmemesini ve insan hayatanın kaos içinde yuvarlanmamasını garanti eden üstün bir ilke var mıdır? Sekülerleşmiş dünyamızda hiç kimse doğru ve yanlış iddiların varlığını inkar edemez, bununla birlikte birisinin doğru olarak adlandırdığı şey mutlak geçerli biçiminde de görülemez. Hakim kavrayış, doğrunun rölatif olduğu ve herkesin onu kendi modasına uydurduğu yönündedir; Halle ve Jenna'da olduğu gibi Heidelberg'de de olan kötü bir şakadır bu. İnsan Krallığı'nda her şey sabit olmaktan çok uzaktadır. Herhangi birşey biran için "bilimsel olarak okey" biçiminde bir onaylama ile ya da halka ait yürürlükteki iradenin bir ifadesi olarak seçilenlerin icraati ile kesilip atılmaktadır ve bu ikincisi oy sandığında, başka bir ifadeyle efkar-ı amme havuzunda tecelli etmektedir. Çünkü sistemin temel kuralı insanın nihayetsiz egemenliğidir ve dolayısıyla hiçbir dış güç ona hiçbirşey dayatamaz. İşin özüne inersek neyin doğru, neyin hak ve neyin iyi olduğunu belirleyecek olan insanın duyumsal organlarının dile getirdiklerinden başkası değildir. İnsan Krallığı'nın bayrak taşıyıcıları tüm bunlara rağmen bir absolutum bir mutlak gerçeklik üzerine çalışmakla meşguldürler. Maddi dünyada yaratılan bu mutlak gerçekliği biz duyularımızla tecrübe ederiz ve gerçek olarak deklare edilecek olan da bundan başkası olamaz. Seküler insanın mutlak olarak kavradığı bu gerçeklik, zaman ve mekanla sınırlı, aynı zamanda tüm tezahür biçimleriyle relatif algılanan duyularımızla yakaladığımız bir gerçeklik olarak yaşanır. Sorulması gereken sorular şunlardır: peki gerçeklik aynı anda mutlak ve relatif olabilir mi? Değilse bile, yerküre üzerinde profan insan tarafından hayata geçirilen hakikatin ve ahlakın relativizmi günün birinde ulaşılabilecek bir model ya da mutlak bir amaç olabilir mi? Elbette seküler insan içinde yaşadığı duyumsal gerçekliği mutlak olarak tanımlarsa bunun çelişkili bir ifade olduğu çok rahatlıkla söylenebilir. Çünkü söz konusu gerçeklik aynı zamanda bütünüyle relatiftir. Hakikatin aşkın kaynağı olan Yaratıcı reddedildiği zaman profan bir düşünceyle düşünecek olursak geriye hakikati bu deni dünyada "aramaktan" başka seçenek kalmayacaktır. Ve hakikat, bundan böyle bizzat Tanrı olan kaynağında ikamet etmediğinde ve varlık-öncesi olmadğında, insan gerçekten onu "önünde" bir yerlerde ulaşılabilecek bir şey gibi algılamaktan başka çare bulamayacaktır. İnsan Krallığı'nda hakikat arayışının operatif bir sürece dönüşmesi bu sayede sağlanmıştır. Pozitivizm ve Marksizm bunun akabinde sundukları operatif süreçleri ile kendilerini bizim tecrübemize sunan iki yol olup çıkarlar karşımıza. Pozitivizmde hakikatin ilham olunan bir altın damarı değil, varlığın parçaları gibi saçılmış altın parçacıklarından oluşan bir yığın şeklinde anlatıldığı geç Antik Stoizm'den miras alınmış bir temsil vardır. Bu hakikat kavrayışı daha sonra Burjuva Liberalizm'i tarafından da benimsenecek ve özgürlüğün Batı'da bulduğu ifadenin bir parçası olacaktır. Bu düşünce içinde hakikatin ve yalanın fragmanları her zaman birbirine karıştırılır ve sorun, hakikatin soylu ve altın rengi buğdaylarını kötüleri arasından seçip alma sorununa dönüşür. Sonu gelmez tartışmalar, özgür bilimsel araştırmalar ve sürekli bir seçme süreci sayesinde hakikat de, altın rengi buğday gibi, ilerlemeci pozitivist zihniyet içinde ayıklanacaktır. Bilimsel pozitivizm, Antik Çağ'daki atomik teoriden bile kendisine destek bulacaktır. Epicurus, hiç durmayan hareketleri içinde atomların, eğer hareketleri onları birleştirecek aynı noktaya yaklaştırıcı (convergent) bir eğilim taşımıyor olsalardı, vücut oluşturmak amacıyla birbirleriyle hiçbir zaman karşılaşmayacaklarını ve birleşmeyeceklerini düşünüyordu. Varlığın muammalarını çözmek için modern bilim kapasitesi içinde, son iki yüzyılda çokça dile getirilen bu inancın sadece saf bir psikolojik bakış açısından anlaşılması, eğer altında duyumsal dünyanın yakınlaşma eğilimine ilişkin hipotez ifadeleri ve umutları olmasaydı, çok zor olurdu. Bazen az ya da çok açık ifadelerle dile getirilecektir bu inanç. Kendisini gereksiz spekülasyonlarla sınırlandırmayan nobel ödülü kazanmış fizikçi Werner Heisenberg, modern fiziğin dünyamızı birliğe götürecek bir tarihsel süreç içinde bir dişli olabileceği umudunu ifade ederek doğa bilimlerinin, hatta insanın kültürel ve diğer uğraşlarının bile, nihayetinde düşünce ve eylem, aktivite ve meditasyon arasında yeni bir denge haline katılacağını ümit edecektir. 1 Pozitivist Liberalizm'den sonra akranı Marksizm ise, ize kendi yolunu teklif edecektir. Marksist yolda hakikat, Marksizm'in iki sahte kutsalı olan Tarih ve Madde'ye bağlanır. Marksist materyal dünyada hakikat, maddi olarak belirlenmiş menfaatlerin savaşımını yansıtan ideolojik bir temsilden öte bir şey değildir. Diğer herşey gibi hakikat de tarihsel-dialektik sürecin hakimiyeti altındadır ve bundan dolayı da içinde bulunduğu şartlar içinde hükmünü icra edecek ve bu şartlara karşılık gelen tarihsel evrede hakim sınıfın hakikat kavrayışından başka birşey olamayacaktır. Proleterya bu tarihi savaştan en nihayetinde zaferle çıkmak zorundadır ve böylelikle işçi sınıfının hakikat anlayışı en sonunda herşeyi kuşatacaktır. Her seferinde daha üst bir mertebeye doğru gelişim gösteren dialektik süreç, hakikatin, varlık çelişkilerinden arındırılmış ve tüm relativizm zincirlerinden koparılmış komünist toplumun oluşturacağı nihai bir devlet ile son bulacak bir bitiş olduğunu ima eder. 2 Gerçeği ifade etmek gerekirse hem Pozivitizm hem de Marksizm, hakikatin ışıl ışıl parıldayan cazibeli bir altın gibi bize gelmek zorunda olduğu, hakikat cevherlerinin doğal bir yakınlaşma eğilimine sahip olması gerektiği ya da hakikatin, en nihayetinde bütün karşıtlıkların yokluğuna ve mutlak mükemmelliğe ulaşabilmek için tarihsel-dialektik sürece göre "geliştirilmek" zorunda olduğunu gösteren sahte-metafiziksel temsillerini yeniden gözden geçirmek zorundadırlar. Doğrusu, bizim için tüm gerçekliğe yabancı olan bu tuhaf spekülasyonlar üzerinde ısrarla durmanın ne türü olursa olsun hiçbir gereği yoktur. İşin özü şudur ki, sekülerleşmiş insan, her zaman hummalı bir şekilde kendisini hakikatin relativizminden kurtaracak tek sesli tariflere ulaşmak amacıyla çalışmaktadır. Aşkın bir hakikati zemmetmesine rağmen nesiller ve yüzyıllar boyunca eşyada mündemiç bu muammalara kesinliği olan çözümler bulmak için zahmetli araştırmalarını sürdürmektedir. O halde bu çelişki içinde belirlenmiş amaçlarının farkında olmaksızın ya da göz ardı edilerek sürdürülen bu çaba, bu yorulmak bilmez soluk nereden gelmektedir, temelde amaçları nedir? Son tahlilde seküler insanın aradığı şey nedir? Tüm mutlak hakikat inkarlarına rağmen, açıkça ikrar ettikleri relativizme rağmen onlar, gerçekten duyumsal varlığın or tasında sabit bir noktanın oluşturduğu doğru olan birşeyler mi araştırmaktadır? Evvela, hakikat seküler insan için bir kavram olarak şu şekilde vardır: doğru olarak varolan ve yanlıştan ayırt edilmesi gereken bir olay, tıpkı iyi buğday gibi. Hakikat, sekülerleşmiş insanın bilincinde sekülerleşmenin en derin dehlizlerinde bile hiçbir surette boğulmayan yön verici bir ilke olarak ikamet eder. Böylece seküler insan her zaman hakikat anlayışıyla sürekli aradığı dayanak noktasının ötesini kavramayı arzular. Ama öbür yandan herhangi aşkın bir gerçekliği körükörüne reddeder, dolayısıyla bu aşkın gerçeklik içindeki hakikat kaynağını da reddeder. Halbuki nedenini ve tesirini nereden aldığını bilmediği bir hakikat kavrayışını ise ispatsız olarak kabul eder. Özetlemek gerekirse, seküler insan hakikatin, varlık-öncesi olduğunu bilmesine rağmen bunu inkar etmiş ve hakikatin son kertede profan bilim sayesinde uzun araştırmalar zincirinin son halkası olarak "keşfedileceği" gibi bir çelişkiyi kabul ederek riyakarlık etmeyi denemiştir. Aslına bakarsanız bütün bunlar profan insanın hakikati ne başta ne de sonda bulmayı istediğini gösterir. O halde bu, zorunlu olarak hakikatin varoluşsal anlamda yaratılan eserde olması demektir: hakikat yaratışın bütününü vasıflandıran bir müspetliğin ifadesidir. Hakikat böylece tehlikeli bir körlük ya da kaos değil, bir düzen olarak garanti altına alınmak istenecektir. Bu müspetliğin karşısına yükselecek yalandan, "eksi işaretinden" (küfr) ise bihaberdirler. Yaratışın inkarı olarak yalan, cehennem azabına uğrama, yıkılma, imha - ya da en çok kullanılan anlamına geri dönersek- var olmama, hiçbirşeyliktir. Yaratışında tezahür ettiği gibi Tanrı vardır. Yahweh yanan çalılıklarda Musa'ya "Ben var olanım" demişti. İşte bu varoluş, hakikatin, iyiliğin ve adaletin adresidir. Yalan, tüm bunların inkar edilmesinden başka birşey değildir. Hakikat - dışılığın en genel kullanımının başında olmama, hiçbirşey gibi anlamlara gelmesinin nedeni işte budur. Küfrün birinci ifadesidir bu. Ancak yaratışın müspetliğinin ifadesi olarak hakikat, sadece bu müspetliğin düzeni, yani nizamın inkarı olan yalanın karşısındaki düzeni ifade ettiği müddetçe küfrün garantörü değildir. Hakikat ayrıca ilahi lütfun asli parçasıdır ve müspetliğin her lütuf ve eseri vasıflandıran aşka iştirak etmesi gibi iştirak eder. Tıpkı bir çocuğun ailesine doğal olarak bir yakınlık hissetmesi ve bu yakınlık ile yaşaması gibi yaratılmış eser de kaynağına ve aşkal yaşanan bu bağın bilincine bağlıdır. Yaratıcı ile olan bu aşk bağının bilinci bir inkar, bir olumsuzlama üzerine temellenemez. Hakikat, Yaratıcı ile olan aşk ilişkisinde de bu şekilde rol oynar. Esasen hakikat özünde aşkla birdir ve işte bu nedenledir ki, hakikat aşkı tavsiye edildiği zaman beyhude sözler telaffuz edilmez. Üçüncü olarak, hakikatin dışavurduğu yer dünyevi hayatımızdır. Hepimiz hakikat olarak adlandırdığımız ve bunun yanısıra hakikat-dışı şeklinde düşündüğümüz bazı şeyler biliyoruz. İnsanlar sürekli farklı farklı somut durumlarda doğru ya da yanlış üzerine farklı mülahazalar içindedirler. Tarihsel bir kaynağın ya da istatiksel bir bilginin yorumlanmasında çoğu zaman olabilecek tüm zıt fikirlere sahip olabiliyoruz. Gerçi tartıştığımız şeyin somut olarak sadece bir doğru cevabı vardır ama bütün bu karşıt görüşlerin ötesinde önemli olan şey, hakikatin ve yalanın varlık içinde temel olarak karşıtlığın bir parçasını oluştuğuna dair bilinçtir. Vurgusu daha derin yapılan bir sekülerleşme ile birlikte modern insan için hakikat arayışı bir "eşya" meselesine iner. Böylece modern insan ampirik olarak materyal toplama, onları sınıflandırma ve bu sınıflandırılan meteryallerin yapısal analiziyle yeterince uzun süre meşgul olursa şüpheden uzak ve tüm çelişkilerden bağımsız olacak bazı şeylere varacağına inanır. Bir yandan varlığın göreceliliğini bilir, diğer yandan bu göreceliliğin dayattığı çelişkilerle birlikte bir yerlerde bir gün zıttı olan mutlak'a, tek sesliliğe dönüştürüleceğine ilişkin ütopik umutlar içinde yaşar. Seküler insanın aksettirdiklerinde ve heveslerindeki bu aşikar çelişkiyi keşfedememesi ve tanımlayamaması, İnsan Krallığı'nın entellektüel yaşamında görülen dikkati çeken küfür sarhoşluğu tavırlarından sadece bir tanesidir. Bunlara bağlı olarak şöyle bir soru doğal olarak gündeme gelir: sekülerleşmiş insan, hakikati niçin istemektedir? Yorulma bilmez bu hummalı faaliyet niye? Dünyanın her metrekaresindeki bu ateşli bilimsel araştırmaların başlatıcı motoru nedir? Herşeyden önce sekülerleşmiş insanın (kendisi neden olsa bile) kaostan çok korktuğunu belirtmek lazım. Unutmayalım ki, kaos seküler insanın üstüne tüm karanlığıyla abanan bir tehdittir. İlahi yaratış bir düzendir; kosmos, ve bu düzenin inkar edilmesi gidilecek son merci olarak geriye adı kaos olan tersini, yani şeytani kutbu bırakacaktır. İnsan Krallığı'nın sakinleri burada tehlikeli bir oyun oynuyorlar; başka türlü ifade edecek olursak bindikleri dalı kesiyorlar. Mülkünden çıkamayacakları ilahi nizamı ve hakikati yalanlamalarıyla korktukları kaosu kışkırtıyorlar. Ayakları kayar gibi olduğunda ise, yani varoluşsal anlamda çamurun içine battıklarını farkettiklerinde iç güdüsel olarak yukarıyal bakmalarının sebebi budur. Sekülerleşme peygamberleri savaş çığlıkları attıklarında, "karanlığın gücü" egemenliğnini sona erdirilmesi ve hakikat ışığının yeryüzüne yayılması gerektiğini beyan ederlerken, aslında aciz kalıp reddetmiş oldukları üstün bir gücün yardımına başvurmaktadırlar; ama kabul etmezler. Kaos korkusu, sekülerleşmiş insanı kendi varlğında mantıklı bir tertip kurmayı denemesi için ciddi bir itici motivdir. Ama nasıl? Tüm değerlerin göreceli olduğu ilan edilmişken ve herkes yapabildiği ölçüde "kendi paçasını kurtarmak" zorundaysen, hakikate olan her bir hevesi salt insanların benlik davası ile ilgili bir mesele yapmak aldatıcı değil de nedir? Kendilerini aldatmalarına rağmen kaos yine de tehditkar bir olasılık olarak görülür ve modern zamanlarda hiç kimse insan varlığının bu dilemmasını Thomas Hobbs'tan daha iyi tanımlayamamıştır: İnsanlar olarak biz, herşeyin herşeye karşı savaş halinde olması tercihi ile örgütlenmiş ve kurumsallaşmış bir bencillik arasında tercih yapmak zorundayız. İktidar sorunuyla karşı karşıya geldiğimiz yer de burasıdır. Kaos korkusunun olumlu bir yönü de yok değil. Francis Bacon dünya nesnelerinin profan açıklaması için klasik -ve ironik- motivasyonları kesin bir surette ifade etmişti: bilgi güçtür, "insan bilgisi ve insan gücü aynı yerde buluşur." 3 İnsan yeryüzünün hükümdarı olmak istiyorsa onu bu iktidar pozisyonuna götürecek en mükemmel yolun adı bilgidir. Ancak gelinen bu noktada sadece yeryüzünde iktidar koltuğuna oturmak amacıyla yapılacak erdemsiz bir bilgi arayışı hakikat arayışıyla aynı şey midir? Bu bilgi araştırmacısı faydacı ve operatif bir tipi ifade edecek yeteneklerin kazanımı anlamına gelmektedir. Bu yol hakikate çıkabilir mi? Çok iyi biliyoruz ki, bu soruların cevabı olumlu olamaz. Dünyada ihtiras ve iktidar sahipleri hakikati vesvesesiz, saman altından başarmak zorundadır ve iktidara gelmek ya da koltuklarını korumak için hakikat adına hakikati yok etmeye bile hazır olabilirler. Sekülerleşmiş dünyada iktidar fikri, hakikat aşkından ziyade alaycı bir pragmatizm etiketi taşıyan tecrübedir sadece. Bunun tam karşıtları ise; kendilerni hakikatin samimice araştırılmasına veren hiçbir surette iktidar hırsıyla hareket etmediklerini gözlemlediğimiz insanlardır. İktidar arzusu, kaos korkusuna karşı profan insanın hanesine eklenebilecek üçüncü motivdir. Dünyevi yaşamımız sekülerleşmeye maruz kaldıkça o nispette de manevi içeriği oyulmaktadır. Aşkın gerçeklik bilinci pas tuttukça, buna paralel olarak insana evrenle dayanışma hissi veren yaratılış bilinci de tamamen kaybolur. Bu durumda sekülerleşmenin altı kalın çizildikçe, kozmik dayanışma hissiyatının azalmasından dolayı insan kendi varlığını daha çok boş bir uzay olarak tecrübe etmeye başlar. Yaşamı boş bir uzaya döndüğünde ise; bunu doldurmak için yorulma bilmez faaliyetlerin içine dalar. Ne ki, sekülerleşme ve beraberindeki hummalı etkinliklerin arttığı oranda seküler insanın boşlukta durduğu hissi de artar ve bundan duyduğu rahatsızlık dayanılmaz boyutlara ulaşır. Faaliyetleriyle bu boş uzayı dolduracağını, örgütleriyle ve kurumsal yapılarıyla İnsan Krallığı'nda ikamet edebileceği bir yer inşa edebileceğini tahayyül eder. Bu ütopik tahayyülden dolayı bilimsel faaliyet, fasılasız çalkalanması içinde üzerine devredilmiş karakteristik rolünü muhafaza eder; işler gün geçtikçe kötüye gitmesine rağmen. Hakikat arayışının bu seküler formu, bizi artan bir pragmatizmin küçük çerçevesine sıkıştırır. Biraz makul olan hiçbir insan, bilimsel araştırmaların günlük hayatımız için ifade ettiği değeri inkar edemez. Ancak İnsan Krallığı'nda eksik kalan şey, sorumluluğun üstün bir güç önünde temsil edebileceği bir doğrulayıcıdır. İnsan Krallığı'nın sakinleri bencil insanların duyumsal ihtiyaçlar ve arzularının son kertede tüm hayat ve tüm faaliyet için yönlendirici bir tehdit olması hariç tutulursa, b irbirlerine karşı sorumlu değillerdir. Ayrıca sosyal, kültürel ve bilimsel hareketleri nihai olarak belirleyen de bu köksüz sorumluluktur. Hakikati araştırmayı isteyen seküler insan, doğru ve hak olarak düşündükleriyle sadece kendini düşünen bencil insanı kaynaştırmak için giderek artan bir sıkıştırılmışlık içinde bulur kendini. Bu zorlama ile iktidar arzusu ve insanın duyumsal arzuları pragmatizmin kısır ve küçük dünyasında buluşuverirler. Güç ilkeleriyle zevk ilkelerinin aslında birbirleriyle müttefik oldukları keşfedilir birden. Pragmatizmin giderek artan bu hakimiyeti, kişiyi, "hakikate katlanılamaz" antik ve nükteli ifadesinin artan sekülerleşme bağlamında daha acı bir realizme dönüştüğünü düşünmeye iter. Dünyamızın kuşatılamaz ruhi bir karanlık örtüsüyle paketlenebileceğini tasavvur etmek doğrusu çok yanlış olurdu. Dünya, ilahi hakikat nuruna hiçbir zaman kapalı değildir. Tüm inkarlara rağmen her insanoğlu idrak edici bir bilincin, kalbinin yaydığı içsel ışığın taşıyıcısıdır. Ancak alternatif terim olarak birisinin ilahi hakikati seküler dünyada açık ve besbelli resmetmesi de eşit oranda yanlış olurdu. Biz hakikat ve yalan ile basit bir tercih bağlamında, ya o, ya bu arasındaki bir seçim kadar somut ve kolay muhatap olmayız. Mesele bu kadar kolay değildir, çünkü ilahi mesaj bize aldatıcı şeytanın karşı bir mesajla görünebileceği bir vasatta yollanabilir. Şeytani güç, ayrıca kendisini gizleme ya da cazip bir görünümde sunma kapasitesine sahiptir, hatta doğru ve yanlış arasında, iyi ve kötü arasındaki sınıra etki ediyor gibi görünmektedir. Bunun ötesinde yanlış, doğru görünümünde; günah ise, sevap görünümünde gösterilebilir. Böylece müfsit gücün, Baudelaire tarafından formüle edilen nihai amacını başarması mümkün hale gelir: La plus belle ruse du diable est de vos persuader qu'il n'existe pas.* Sonuç olarak hakikati araştırmak, hakikati istemektir. "Ne istiyorum ben?" sorusu burada belirleyicidir. Ama bunun için bir ön şart da yok değil: eğer ben hakikati istemiyorsam hakikati sevmiyorum demektir, çünkü eğer onu sevseydim gerçekleştirmek için çaba sarfederdim. Hakikat, varlıksal dünyanın önünde ve üstündedir, dolayısıyla onu bu düşük dünyada olanaklarımız ölçüsünde hayata geçirmek ve eksik ve karşıtlıklarla dolu bir varlık içinde bile dışa vurmak bizim görevimizdir. Hakikat aşkı olmadan ona ulaşma iradesi de olmaz ve bu irade olmadan yapılan tüm tercihler ehemmiyetini kaybeder. Hakikat ve yalan ile karşı karşıya gelişimizin alternatifler arasından basit bir seçim olmamasının nedeni bu, yani onu dışsallaştırma zorunluluğudur. Hakikat probleminin insanın önüne sürüldüğü yer dünyevi hayatımızdır. Orijinal ve cennetsel varoluşta insan Tanrı ile açık ve berrak bir ilişki içinde olarak hakikatin huzurundaydı. Dolayısıyla ilişki yüz yüzeydi. Buna karşılık bizim eksik dünyamızda ise insan, hakikat ile bir problem ve hatta çifte bir problem olarak muhatap olur. İnsan dünyaya düşmesiyle birlikte ilk kez Tanrı'dan ayrıldı ve böylece yine ilk kez cennetsel nurdan uzaklaşmış oldu. Hakikatin kendisini bize özünde olduğu gibi billur bir açıklık içinde sunmasının nedeni budur. "Biz şimdi aynada buğulu görüyoruz" demişti Aziz Pavlus ve bu kelimelerle işin özünü ifade etmişti doğrusu. Dünyamız, aynadaki buğu gibi ilahi hakikatin ters bir imajıdır ve bu nedenledir ki, hiçbir imaj, hakikatin kendi kaynağında olan berraklığa sahip değildir. Sekülerleşmenin devamlılığı aynadaki bu imajı daha da parçalı hale getirmiştir. Aziz Pavlus'un bahsettiği karanlıkta parlayan ışık bizim zamanımızda artık berrak bir netliğe sahip değildir ve parlaklığı ilerleyici sekülerleşme süreci içinde daha da matlaşmaktadır.İkinci olarak şu bir gerçektir ki, yüryüzü hayatında insan sürekli olarak limitlerle karşı karşıyadır. Eli altında bulunan ruhi cihazlarıyla herşeyi her zaman kavrayamaz. Zaten yapabilseydi, "tanrılar gibi" olurdu ve o bundan acizdir. Cennette yılanın verdiği söz yalandı. Bizim ilahi gerçeklik bilincimiz bile parçalı bir bilgidir. "Benim bilgim cüzdür" diyen Aziz Pavlus'un parçalı bilgisi, yeryüzündeki mevcudiyetimizi arkada bıraktığımızda bir gün toplam ve bütün olacaktır. Birinci durumda, yani dünyada biz dikey bir perspektifi t ecrübe ederiz: ilahi hakikat bize yeryüzünü aydınlattıktan sonra ondan yansıyan güneş ışınları gibi ulaşır, dolaylı ve buğuludur. İkinci durumda ise yatay perspektif önüne yerleştirilmişizdir: yeryüzü varlığımızda sınırlarla ve karşıtlıklarla karşı karşıya geliriz. İşte bu nedenle bir yandan ilahi güneşin ışınları gibi bize doğrudan ve dikeyden ulaşan hakikati araştırmak ve öte yandan hakikati varoluşsal zıttı olan yalandan ayırt etmek zorundayız. Hakikat araştırması için dünyada hiçbir hediye almayacağız ve üstelik uzun ve zahmetli bir yola düşmeye de mecburuz. Bunu göz önüne alarak insanlar, önüne gelen levhaları iyi okumak ve her işarete hemen güvenmemek durumundadır.
Alıntı ile Cevapla
Cevapla




Saat: 11:44


Telif Hakları vBulletin® v3.8.9 Copyright ©2000 - 2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
gaziantep escort bayan gaziantep escort
antalya haber sex hikayeleri aresbet giriş vegasslotguncel.com herabetguncel.com ikili opsiyon bahis vegasslotyeniadresi.com vegasslotadresi.com vegasslotcanli.com getirbett.com getirbetgir.com
ankara escort ankara escort ankara escort bayan escort ankara ankara escort çankaya escort ankara otele gelen escort eryaman escort adana escort eryaman escort kızılay escort çankaya escort kızılay escort ankara eskort

Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.0 PL2